Bu kavganın yarattığı asıl fırsat, geçmiş gitmiş bir zamana ilişkin boş nostaljik güzellemelere, vaktiyle edinilmiş ekonomik, siyasi ‘başarı’ların –sanki onlar dönemsel illüzyonlar değilmiş de kişisel marifetmiş gibi– patentine sahip olma iddialarına kıyasla daha sahici olmasıdır. Müstakbel ‘çözülme’nin de, iktidara yeniden bir miktar zaman kazandırabilecek ağrı kesicinin de müsebbibi olabilir.
Bugün üçüncü gün olacak ve belli ki AKP içindeki ‘Pelikan kazanı’ kaynamaya devam edecek. Biz yine de çıkan kısmın özeti niteliğinde bir çitle çevreleyelim durumu.
‘Mühürsüz’ anayasa referandumu (2017) ve Erdoğan’ı başkanlık koltuğunda, AKP-MHP koalisyonunu iktidarda tutundursa da, özellikle AKP açısından önemli oy kayıplarını ve giderek derinleşeceği aşikâr bir siyasal-moral gerilemeyi gösteren 24 Haziran seçimleri (2018), iktidarın aslında uzun zamandır devam eden krizini, neredeyse beli kopasıya bir zorlamayla geleceğe ittirmesine olanak sağlamıştı.
Bir yandan da ne ittirme ama: Metal yorgunluğu adı altında partide zaten kızgın arılarla dolu kovanlar çomaklanmış, hem siyasi hem bürokratik olarak, eski hasım, daha eski hısım, halihazırda ahretlik kader ortağı gibi görünen MHP’nin etkinliği artmış…
Bunlardan ilki; dere de değil, azgın bir “AKP şehirciliği seli”ni geçerken at değiştirmek gibi bir riskti. O ‘at’ ki artık eskisi kadar güçlü ve çevik olmadığı bilindiği halde “Üsküdar’a aşırılmış”tı. Üstelik o esnada kendi içinde giderek berraklaşan bir sınıfsallaşma yaşıyordu. İftarını yol kenarlarındaki ‘ağaçlandırılmış’ yonca kavşaklarda, çinko mangallarda kızarttıkları tavuk ve sebzeyle açanları; o yolların ve çevrelerindeki ‘ağaçlandırma’nın ihalelerini almış, onlara mal ve hizmet satmışların Kandilli’de, Vaniköy’de, Asitane’de, şurda burdaki ‘steak house’larda iftar edenlerle aynı ümmetten/milletten olduklarına inandırmanın giderek daha zorlaştığı bir sınıfsallaşma. Toplumun ahvaline dair zaruri bir gerilim… Onca yılın iktidar nimetleriyle, daha doğrusu halkın birikimleriyle palazlanmış; İslamcılığın hem varlığını borçlu olduğu hem de sadık olageldiği müteahhitlik, tüccarlık gibi kapitalist faaliyetlerle semirmiş bir krem tabakaya karşı TOKİ borçluları, taşeron işçiler, işsizler, kendileriyle birlikte yetişkin evlatları da işsiz olanlar, çocukları için bir gelecek umudu taşıyamayan, onların bir eğitimden ve gelecekte olası bir işten mahrum olduğunu görenler… Metal yorgunluğu adı altında, daha sadık, en sadık, tüm o imtiyaz dağıtım mekanizmasını yöneten çekirdeğe en yakın, ama genellikle de bundan başka bir meziyeti olmayan ‘kadrolar’ teşkilat içinde genleşirken arkada böyle bir fon vardı.
İkincisi MHP’nin artan etkisiydi. Hani “davul AKP’nin boynunda tokmak MHP’nin elinde” değilse de örgütsel ve siyasal motivasyon açısından daha canlı, özellikle bürokratik imtiyazlardan yararlanma konusunda daha efektif, temel konular için istikamet vermede daha yetkin bir pozisyona geçti MHP. Ve bu neredeyse aralıksız sürdü.
Rejim, esasen 2013’ten beri derinleşen, 2015’te seçim şokuna, 2016 ‘darbe şoku’na karşı girişilen şiddet stratejileriyle pansuman edilen krizini, 2017’den 2019’a böyle bir maliyetle ertelemişti. Benzerleri ekonomi ve hariciye politikalarında da uygulanan bir yüksek riskli ‘borçlanma’, bir tür ‘açığa satış’tı bu: AKP rejimi elinde olmayan varlıkları vaat olarak bozdurdu, geleceğe borçlandı, tarihten avans aldı. Tüm bunları yaparken de ekonomik, siyasi ve tabii içtimai ayakları olan bir ekip haddinden fazla güçlendi. Bazı inşaat ve enerji şirketleri, kamu ihalesi piyangolarının aboneleri; giderek aile çevresine doğru daralan bir siyasal nüfuz çemberinin içinde kalanlar; ve bunlara bin dereden su taşıyan, gazetecisinden bürokratına, tarikatçısından türkücüsüne küçük bir içtimaiyat…
* * *
Dezavantajları dışarıdan açıkça görülebilen bu zorlu mekanikle 2019 yerel seçimlerine girdiler. 31 Mart’taki tablo bile ağır bir yenilgiydi. Başlıca tüm büyükşehirler kaybedildi. Erime herkesçe görüldü. Ama bununla da kalmayacaktı. En ‘sürpriz’ görünen, en büyük şoka yol açan İstanbul yenilgisiydi. Rejimin 25 yıllık mitolojisinin anayurdu, Reis’in bir siyasi figür olarak zuhur ettiği ve daima ülkeyi elde tutmanın anahtarı olarak gördüğü İstanbul’un ‘Cehape’ adayına kaybedilmesi; ekonomik ve siyasal krizlerin akarsuyunda, özellikle emekçilerin, yoksulların desteğinin uzaklaştığını göstermekle kalmadı; bir süredir bu kesimlerin manipüle edilmesi için işlevli olan ’kimlik siyaseti’ ve biz-onlar kutuplaştırmasının da çökmekte olduğunu gösterdi. ‘Biz’ ile ‘onlar’ın, egzoz havasında iftar edenlerle Boğaz havasında iftar edenler arasında daha geçerli bir denklem olduğunun görülmesi kaçınılmazdı. En genelgeçer tabirlerle söylersek, insanların asıl ümmeti ve milleti, zenginlik ve fakirliktir; el konulan ve sarf edilen emektir, zira…
Ama işte, bizzat da o ‘Boğaz havası’nda iftar ve icraat edenler, farkın az olmasından cüret alarak seçimi yenilettiler. Tehlikedeki saltanatlar cüretkârdır; ya dışa dönük bir hipermetrop ve içe dönük bir miyopla hakikati iyi göremezler ya da kaybetmenin nihilizmiyle hovardalaşırlar. İstanbul seçimlerinin gaspı, rejim aristokrasisinin bu türden bir hovardalığıydı. Hovarda her zaman boşlukta salınan bir zaaflı, basit tutkuların esiri bir sarhoş değildir; bazen –ve hatta çoğunlukla– da hırslarının ve bencilliğinin soğukkanlı bir yöneticisi, kötücül amaçlarını ve bu yoldaki eski suçlarını örtmek, karartmak konusunda deneyimli ve gözü kara bir uyanıktır. İstanbul seçimlerinin tekrarı böyle bir gözü kara uyanıklıktı. Arkasında kimlerin olduğu, yiten olanakların kimlere pay edildiği ortaya çıktıkça daha nesnel olarak görüldü. Ama elbette canlı canlı dişlenen tek ceylan İstanbul belediyesinin yarattığı imtiyazlar değil. Ballı kamu ihaleleri; dinbazlık yordamıyla ihya edilen vakıf, kurs, okul, cami, tarikat ekonomisi; araçsallaşmış yargının caydırıcılığıyla müsadere edilen, ‘pazarlık’ yoluyla duhul olunan sermaye; ‘burjuvaziye çalışsak daha çok kazanacak kadar seçkin kişileriz’ diye savunulan çift maaşlar, üç maaşlar, dört maaşlar…
* * *
Babacan ve Davutoğlu, zaten vaktiyle etkisizleştirilmiş, kendi ‘parti içi medeni ölümlerini’ uysallıkla karşılamış, bu esnada olan biten onca şeye dönüp bakma zahmeti göstermemiş, şimdi, “işler başka türlü gelişmekte” iken bir fırsat, bir olası ikbal görmüş iki eski AKP’li… AKP’nin iki ayrı fazında iş görmüş, sonra, bir roketin boşalmış yakıt tankı gibi gövdeden uzaklaştırılmışlardı; ama kendileri için ‘hâlâ bir şans’ olduğunu düşünerek harekete geçtiler. Biri, liberal küskününden vizyon beğenmeyen sermayesine dek tüm bir kapitalist paleti, bunların ‘merkez sağ’ vs. isimlerle hafifleştirilen camiasını; diğeri ideolojik İslamcılığın, tüccarlıktan, müteahhitlikten mahrum kaldığında operasyonel bir araca ya da işlevsiz bir budalalığa dönüşen biçare hırslarını örgütlemek konusunda mesafe kat edebilir. “Üç beş koparıp” siyasal tabloda sarsıcı değişiklikleri de tetikleyebilir. Ama AKP denilen aygıtın içindeki asıl reaksiyon, bünyedeki o sınıfsallaşmayla da doğrudan ilintili olarak, ‘Pelikan huzursuzluğu’ kapsamında ortaya çıkacak gibi görünüyor. ‘Pelikan huzursuzluğu’, kendi merkezine doğru büzüşen bir cismin fiziksel gerilimi olarak daha tahrip edici bir potansiyel taşıyor. Bunca imtiyazı sağlayan, bunca ihaleleri, makamları, maaşları, vakıfları, gazeteleri, köşeleri, yalıları, şunu bunu devridaim eden mekanizma dardayken, AKP aristokrasisinin ‘Pelikancılar’ olarak bilinen fraksiyonu neden sistemin çekirdeğine hücum ediyor? Sadece olası bir kabine değişikliğinde ‘yer kapmak’ için mi? Kabine değişikliği denen şeyin, aslında şu ya da bu bakanın değişmesiyle yapısal bir sorununu çözemeyecek rejimin bayat bir kurnazlığı olduğunu bir kenara bıraksak bile, konu sadece bununla açıklanabilir mi?
* * *
Hedefteki son isim Adalet Bakanı. Üstelik Türkiye’de adaletin en içler acısı dönemlerinden birinin yaşandığı bir zamanın Adalet Bakanı. Fakat toplumun büyük çoğunluğunun yaşadığı hukuksuzluklar bir yana, onun önünde bir tablo var. Bunca hukuksuzluğa ‘bakan’lık ediyor olması, bunca hukuksuzluğun ardındaki pek çok akçeli çıkarın haritasını görmesini engellemiyordur elbette.
Büzüşme hacim kaybıdır. Daha dar bir alanda sıkışmak, ‘kırışmak’tır. Rejim, hâlâ dağıtabildiği olanakları, memnun edebildiği bağlaşıkları açısından kendi çekirdeğine doğru büzüşürken, esas çatışmanın da burada, çekirdeğin etrafında patlak vermesine şaşırmamak gerekir belki. ‘Yüzen’ gemi küçüldükçe, ‘aynı gemide’ olma şansı azalıyor. Karanlık geçmişinin örtük kalmasına çalışanlarla, o geçmişi bir hesaplaşmanın, kendi arınmasının çıkış bileti olarak kullanma şansına sahip olanlar arasındaki bir kavga ‘doğal’ karşılanabilir. Bu kavganın yarattığı asıl fırsat, geçmiş gitmiş bir zamana ilişkin boş nostaljik güzellemelere, vaktiyle edinilmiş ekonomik, siyasi ‘başarı’ların –sanki onlar dönemsel illüzyonlar değilmiş de kişisel marifetmiş gibi– patentine sahip olma iddialarına kıyasla daha sahici olmasıdır. Müstakbel ‘çözülme’nin de, iktidara yeniden bir miktar zaman kazandırabilecek ağrı kesicinin de müsebbibi olabilir.
Bu yazı ilk olarak 20 Eylül 2019 tarihinde Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.
Hakkı Özdal