Türkiye Kürt siyasi tarihinin muhtemelen en travmatik açıklamalarından birini 2016 yılında HDP’nin şu an tutuklu olan eş genel başkanı Selahattin Demirtaş “ver başkanlığı al özerkliği” teklifini reddettiklerini söyleyerek yapmıştı. Bu beyanına dair daha sonra açıklama yapmadığı için Kürt siyasetine Erdoğan’a başkanlık karşılığında özerklik teklifinin gelip gelmediğini Kürt kamuoyu hiç öğrenemedi. O dönem henüz siyaset dışına itilmemiş olan Aydın Doğan ve ona ait medyanın Demirtaş’a giydirdikleri sahte “Türkiye’nin Çipras’ı” imajı o kadar gürültülüydü ki Kürt kamuoyu Demirtaş’ın bu korkutucu ifadesini yeterince tartışamadı bile. Nitekim hiçbir tarz ve surette kazanılamayacak bir başkanlık savaşından Kürtler tüm kartlarını kullanmış olarak çıktılar. Erdoğan başkan oldu. Aydın Doğan parasını alarak yurtdışına çıktı. Demirtaş ise malum olduğu üzere hapiste.
Bugün artık bahsedilmesi dahi yasal olarak mümkün olmayacak bu açıklamanın neye işaret ettiği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Daha önceki yıllarda özellikle HDP üzerinden PKK ile yapılan müzakereler ve Erdoğan’ın iktidar ortağına göre değişen ideolojisi göz önüne alındığında Kürt tarafına başkanlık karşılığı bir tür özerklik modeli teklif edildiğini düşünmek mümkün. Bunun yanı sıra, o sıralar çok sert bir imaj mücadelesi içinde olan Demirtaş’ın bu açıklamayla basit bir popülist retorik kullanmaya çalışmış olması da mümkün. Yani, böyle bir teklifin bahsi dahi geçmemiş olabilir.
2016 tarihli bu açıklamanın travmatik yönü ise iddia edilen bu pazarlık teklifinin akıbeti ile ilgili değil. Bu açıklamayı vahim yapan şey dönemin en popüler genç Kürt liderinin bu kadar korkutucu bir şeyi hiç çekinmeden söyleyebilmesi ve “bu kadar kolay mı” sorusunun birkaç cılız ses dışında kimse tarafından sorulmamış olmasıydı. Acaba Kürt halkının geleceği ve güvenliğiyle ilgili bu denli esasi bir teklif hiç konuşulmadan reddedilmiş miydi? Kürt siyasetinin lokomotifi olan parti böylesi bir kazan-kazan teklifini reddettiğini kamuoyu baskısından çekinmeden nasıl kolayca açıklayabiliyordu? Eğer Demirtaş sadece retorik bir oyun oynadıysa, oyundaki bu oldukça vahim iddia nasıl Kürtler tarafından kulak arkası edilmişti?
Bir pazarlık teklifinin yapılması veya pazarlıklara başlanması realpolitik başarıyı garanti etmez. Özellikle içeriği sıcak savaş olan siyasi anlaşmazlıklarda pazarlıklar çoğunlukla teneffüs molalarıdır fakat bu süreçte kullanılan söylem ve pazarlıkları yürütmekle mükellef tarafın kendi kamuoyuyla kurduğu kavramsal ilişki realpolitikteki genel konumunu anlamlandırır. Daha sade ifade etmek gerekirse, pazarlıkları yapmakla yükümlü liderin gerçek olsun ya da olmasın “bize haklarımızı ve barış vaad ettiler ama biz reddettik” demesi geleceğinden ve güvenliğinden sorumlu olduğu toplumla kurduğu kavramsal bağın dumura uğradığı gösterir. Bu bağ karşı tarafla yapılacak pazarlıklardan daha önemlidir zira pazarlık imkanı yaratacak siyasi kütle siyaset ve toplum arasındaki ilişkilere bağımlıdır.
İşaret ettiğim bu noktaya karşı çıkacakların Türkler ve Kürtler arasında kazan-kazana dayalı yeni ilişki modellerinin ancak Türk hükümetinin değişmesiyle mümkün olduğu iddiasını dillendireceklerini biliyorum ve normal karşılıyorum. Oysa ki yakın tarih çoğunlukla bunun tersini göstermiştir. İran’da, Türkiye’de ve Irak’ta Kürtler mevcut rejimlerle girdikleri pazarlıklardan zaman zaman kazanımlarla çıkarken, kabuk değiştiren yönetimlerle köklü rejimlerle savaştıklarından daha çok savaşmak zorunda kalmışlardır. 1906 İran Anayasal Devrimi, birinci Şah Rıza Pehlevi dönemi, 1979 Humeyni devrimi ya da 1970 Irak Kürdistan Otonomi Anlaşması gibi dönemler kendini tekrar eden bu duruma örnek olarak gösterilebilirler. Bu noktada işaret etmeye çalıştığım şey kazan-kazan temalı pazarlıkların ancak mevcut rejimlerle yapılabileceği değildir. İktidar değişimlerinin pazarlık ya da kazanım şansını arttırdıkları yanılgısıdır.
Belli ki Kürt hareketinin realpolitik hamleler yaptığını zannederken yıllar içinde kavramsal içeriğini yitirmesi siyaset ve Kürtler arasındaki ilişkinin içeriğine de zarar vermiştir. Selahattin Demirtaş’ın çok vahim, çok travmatik bir iddiayı hiçbir sorumluluk üstelenmeden öne sürmesi bunun bariz bir yansımasıdır.
Demirtaş’ın 2016 yılında yaptığı açıklamanın benzerlerini bugün partisinin Kürt ve Türk bileşenleri AKP’nin çoklu baro yasası hakkında ve yine hiçbir sorumluluk yüklenmeden yapmaktalar. Alelacele meclisin Adalet Komisyonu’nundan geçirilen bu yasa teklifi Kürt avukatların hem metropollerde hem de eğer sayı kotaları elverirse Kürdistan’da kendi barolarını kurabilmelerini olanaklı kılarken, HDP siyasi mesaisinin neredeyse tamamını bu yasanın geçmemesine harcamaktadır. Yasaya karşı direnen baro başkanlarının HDP Eş Başkanı Mithat Sancar ve yanındaki heyete sırtlarını dönmesine cevap veren, Demirtaş’ın avukatı ve HDP eski belediye başkan adaylarından Fırat Epözdemir “Kürt avukatlar bu yasayla kendi barolarını kurabileceklerken biz sizlerin yanında duruyoruz” diyerek tepkisini dile getirmiştir. Benzer bir söylem Sırrı Sakık dahil önde gelen HDP’lilerin günlük medya ve sosyal medya açıklamalarında da öne çıkmaktadır.
Çoklu baro yasasının onaylanması ve uygulanması elbette ki HDP’nin insiyatifinde değildir. HDP’nin bu yasa ve benzer kazan-kazan durumlarıyla ilgili takındığı tavır ve kullandığı söylem ise bizzat HDP’ye aittir.
Kürt siyasetinin lokomotif partisi gerçekten teklif edilen özerkliği “elinin tersiyle” itmiş midir? HDP, Kürt avukatların kendi barolarını kurmaları imkânına gerçekten karşı mıdır? Bunlar gerçek değilse, kullanılan bu söylem ve kamuoyunun bu travmatik duruma kayıtsızlaştırılması Kürt siyaseti ve Kürt sorununun gerçekleri arasında kavramsal bir kopuşu gösterir.