Çermik’in Fetullah Hoca’sının vefatının 12. yılı olduğunu değerli oğlu, çocukluk, ilk okul ve orta okul arkadaşım olan Erol, eğer İnternette sesini ve fotoğraflarını koymasaydı bu yazıyı yazamayacaktım. Fetullah Hoca 1950’lerden itibaren özellikle 1960’lı yıllarda Çermik’in en tanınımış ve renkli simalarından biriydi.
Çermik’in Fetullah Hocası ile bir zamanlar popüler olan, son bir buçuk yıldır ise hainlikle suçlanan Fetullah Gülen Hoca ile karıştırmamak gerek. Aralarında sadece isim benzerliği bulunmaktadır.
1950-60’lı yıllarda Çermik 4000 civarı nüfusuyla dağların arasında, bahçelerle dolu yemyeşil bir vadi kenarında, dağ eteklerinin ise üzüm bağlarıyla dolu şirin bir ilçe, bir o kadar da geri kalmış, tüm evleri toprak damlıydı. Kış ayları bazen haftalarca yolları kardan kapanıp izole olan, yaz ayları ise 3 km dışındaki kaplıcaları sayesinde çevre il ve ilçelerden gelenlerle nüfusunun kat be katını barındıran bir ilçeydi.
Şehir merkezinde oturanlar genellikle Türkçe konuştuklarından Kürtçenin Dımili ve Kurmanci lehçelerini konuşan köylülerle aralarında büyük bir mesafe koymuşlar, pazara mallarını getiren köylüleri arada bir; malını satar satmaz şehri terk et, tehditlerini bile savurmaları, tokatlayıp hakaret etmeleri sıradan bir olaydı. Bir nedeni de, 1960’lı yıllar kan davalarının köylerde çok yaygın olduğu, Çermik’e gelince birbirlerini vurmaları da kasaba halkını kızdırdığından, ikindi namazlarını köylerinde kılmalarını isterlerdi. Genelde Kala Mahallesi'nde, az da olsa Tepe Mahallesi'nde Kürtçe konuşan köylü kesimin yerleşmesini yerliler hazmedemeyip; ‘’şehiri Kürd-Küve sarmaya başladı’’ diye sitem etmeleri çok yaygındı.
1960’lı yılların sonuna kadar sinema da yoktu Çermik’te. Bazı kahvelerde ve bazı ailelerin evinde radyo bulunurdu. Radyo’su olmayanlar, radyosu olan komşunun evini doldurup dinlerlerdi. Çermikli ses sanatçısı olan Ramazan Şenses radyoda çıktığında, tüm radyolar gerek çarşıda gerekse evlerde pencereler açılıp son ses verilerek dinlenirdi. Bir de Çermik’in uzun havası olan; ŞEFTALİYİ ŞİTİL EYLEDİM parçasını söylediğinde kafalar ve kollar gidip gelirdi. Kış ayları ise insanlar eğer evlerinden çıkarsa; ya kahvelere ya da Cami’ye gitmek için çıkarlardı. Kahveler ve Camiler bir anlamda toplanılan yerlerdi. Kahveye gidemeyen gençler ise hava soğuk ve yağmurlu değilse; babalarının yatsı namazından dönmesine kadar karanlık sokaklarda, TACINGIR ve ÇURKESME oyunlarını oynarlardı
Çermik’teki memurlar ve ileri gelen aileler Tepe mahallesindeki kahvelere giderken, diğer kesim ise ya Çukur Mahallesinde ya da Kala Mahallesindeki kahvelere gidip sobanın başında otururlardı. Çukur ve Kala Mahallesindeki kahveciler müşteri çekmek için kış mevsiminin uzun akşamlarında Hz. Ali’nin cenklerini anlatan kitapçıkları okuturlardı. Okuma yazma oranıda çok düşük olduğundan askerlikte okuma yazmayı Ali mektebinde öğrenen Çermik’in yine o dönem renkli simalarından biri olan Xanê Yeşo okurdu.
Xanê Yeşo yaptığı rollerle, Hz. Ali’nin durumuna göre sesini yükseltip alçaltmasıyla, ağlamasıyla, kılıcını çekerken oturduğu kürsüden fırlamasıyla değme tiyatroculara taş çıkartır, eğer boyu 15-20 cm daha uzun olsaydı artist Fikret Hakan’dan ayırd edilemezdi. Bir çok insan sırf Xanê Yeşo’yu dinlemek için aşağı mahallelerdeki kahvelere giderlerdi. Kış ayları kahveye çıkmayıp evde kalanlar ise evde Hz. Ali’nin cenklerini ilkokula giden çocukları varsa, yoksa komşunun çocuğunu çağırıp okuturlardı. Rahmetli dayım Veyis Değirmenci beni her akşam olmazsa da çağırır, Hz. Ali’nin cenkleri kitapçıklarını okurdum. Eğer kafirlerin kelesini kesmişse dayım yerinde duramaz sevinip nara atar, eğer yaralanmışsa gözlerinden yaşlar akıp hüngür hüngür ağlardı. Kitapçık bitiminde de cebime ya delikli şeker, ya bastık veya kuru üzüm koyardı.
Belediye binasının karşı tarafında KAPORAHİM diye çağrılan yaşlı amcanın tenekeden yapılmış bir barakası vardı. Tüm Hz. Ali ve diğer İslam kahramanlarının cenk kitapçıkları, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile şirin gibi hikaye kitapçıkları ile yeni çıkan taş plakları satar, gramafon'undan devamlı plak çalardı. Hz. Ali’nin cenklerinin tiryakileri hemen her gün Kaporahim’e uğrayıp yeni cenk kitapçığı gelmiş mi, diye sorarlardı.
1970’in başına kadar Çermik’te 4 adet cami vardı. Tepe Mahallesindeki Hanbaşı camisi, çarşı içinde Medrese camisi, Çukur mahallede diğer bir adı ile Yahudi mahallesinde çarşı camisi bulunmaktaydı. Kale mahallesinde çok eski bir tarihe sahip Ulu cami bulunmakta ve Fetullah Hoca Ulu camide müezzinlik yapmaktaydı. Ulu Cami’nin tarihi ile ilgili resmi kaynaklar Artuklular devrinden kalma derken, Çermik’in yaşlıları ise eski bir Ermeni Kilisesi olduğunu, 1915'ten sonra Çermik Ermenileri Çüngüş yolunda bulunan Düden’e dökülünce camiye çevrildiğini söylerlerdi.
1914 Tarihinde Kale Mahallesi ve Ulu caminin çekilen resminde, dört köşeli minarenin en üstünde Çan gözükmekte ve şimdiki abdest alınan yerde, caminin batıya dönük tarafında gözüküyor. Camiye çevrilince yıkılmış, şimdiki yuvarlak biçimindeki minaresi ise caminin doğu tarafına ve duvara çok yakın yerde durması da eski bir kilise olduğunu gösteriyor.
1970’lere kadar elektrik bağlanmadığından ezan minareden müezzinler tarafından ellerini kulaklarına atarak okunurdu. Fetullah Hoca’nın sesi diğer müezzinlerin sesini bastırırdı. Öyle yumuşak ve ses tonunu hiç düşürmeden aynı tempoda söylemesiyle zevkle dinlenilirdi. Ayrıca her ezan’ı farklı makamlarda okuması da yaygındı. Öğlen ezanını bir makamda okurken ikindi namazı ezanını ise farklı bir yorumla okur herkesin dikkatini çekerdi. Fetullah Hoca için ezanı okuması bir ibadet ve görevi olmasının yanında, onun için bir sanat icrası, bir müzisyenin aynı parçaları farklı yorum ve makamda okuması gibiydi.
Ramazan ayları geldiğinde Ulu Cami dolup taşar, çok kişi Fetullah Hoca'yı dinlemeye gelirdi. Fetullah Hoca, sadece ezan, sela ve namaz aralarında İmam'a eşlik etmez aynı zamanda aralarda beyitler de okurdu. Bu beyitler; Yunus Emre’den olur, kendi besteleri olur, bir de ilahilerden seçtiği mısralar olurdu. Fetullah Hoca bu namaz arası beyitleri okuduğunda, sesi o kadar güzel çıkardı ki değme sanatçılara taş çıkartır, camiyi dolduranlar ise mest olurdu. Eğer hayır sever biri camide mevlüt okutacaksa tercih Fetullah Hoca ve Ulu Cami olurdu. Okuduğu mevlüd’e kendince güzel yorumlar katıp değişik bir makamda söylerdi. Ramazan ayı uzun kış aylarına denk geldiğinde her teravih namazında Fetullah Hoca’nın okuyacağı beyitleri camiyi dolduranlar titizlikle dinler, bazı yaşlılar kendinden geçerken Allah Allah sesleri çıkarırlardı.
8 ile 10 yaşları arasındayken rahmetli dayım Seydi Değirmenci, Ramazan topu'nu Ulu caminin damından atardı. Top denilen de; Yarım metre uzunluğunda 20 cm eninde bir odun parçası içine yerleştirilen ve 1,5 metre uzunluğunda bir demir boru, borunun tahtaya bağlandığı kısmında üsten bir delik vardı. Dayım top’u beraberinde taşıyıp eve getirir, belediyenin verdiği barut ve saçmaları küçük bezler içine bağlayıp top'un borusunun içine bir demir çubukla sıkıştırarak yerleştirirdi. İftara yakın bir zaman doldurduğu top'unu yine eline alıp Ulu cami'ye giderken ben de peşinden giderdim. Ulu cami'nin minaresinin tam damın kenarında bir kapısı vardı, dayımla birlikte minareye çıkıp o kapıdan dam’a geçerdik. Minarenin ezan okunan şerafesi ise biraz daha yüksekteydi. Minareye çıkarken Fetullah Hoca'yla karşılaşır, minareye çıkmamam gerektiğini söylerken, topçu Seydi’nin yeğeni olduğumu söyleyince bana bir şey demez, çok az gören gözleri ile nasıl o dönerli merdivenlere çıkıp inebildiğini merak ederdim.
Tam iftar saati gelince dayım saatine bakıp elindeki Maşa ile tuttuğu kor bir ateş közünü bir ayağı ile topun tahtasını tutarken diğer eliyle ateşi demir borunun üstündeki deliğe koyduğu barutun üstüne koyunca bir iki saniye sonra top sesi tüm Çermik’ten duyulur ve millet iftar yemeğine başlarken Fetullah Hoca da akşam ezanını okurdu.
Ramazan aylarında Teravih namazına Ulu cami'den başka bir yere gitmeyip Fetullah Hoca'nın namaz arasına sıkıştırdığı beyitleri, ilahileri 1972’ye kadar dinledim.
Fetullah Hoca’nın ailesi Çermik’in yerlisi olmayıp Ergani’den Çermik’e gelip yerleşmişlerdi. Ailesel olarak seslerinin güzel olduğu söylenirdi. Kardeşleri 1960 öncesi İstanbul’a taşınmışlardı. Fetullah Hoca 12 yaşındayken gözlerinden su çiçeği hastalığına yakalanınca gözlerine beyaz perde iner ve görmemeye başlar. Sadece çok az önünü bulanık olarak görür, evden camiye camiden eve giden yolu adım adım sanki bilerek gidip gelirdi. Ailesi, öyle müezzin bir din adamının klasik ailesi değildi. Tüm erkek ve kız çocuklarını okutan aydın bir insandı. 1960’lı yıllarda hemen hemen tüm Çermikli kadın ve kızlar kara çarşaf giyerken, kız çocuklarını okula göndermezken, Fetullah Hoca'nın hanımı uzun bir manto giyer, kızları ise kara çarşaf giymezdi. Bu durum Çermikli taasuplu birçok ailede dedikodu konusu olur, Fetullah Hoca'nın dindarlığı tartışılırdı. Bazı gericiler daha da ileri gidip Fetullah Hoca'nın evde rakı içip öyle camiye gelip ezan okuduğunu söyleyenler de vardı. Fakat Ramazan aylarında namaz kılan Çermiklilerin yarıdan fazlası Ulu camide yer kapmak için erken gidip Fetullah Hoca'yı dinlemekten de geri kalmazlardı.
Kulaklarının müziğe çok aşina olduğu, yöremizin tüm sanatçılarını dinlediğini duyardık. Yaz ayları Çermik Kaplıcası'na çok sayıda çevre il ve ilçelerden ziyaretçiler gelirdi. Gelenlerin arasında bölgemizin sanatçıları da vardı. Ayşe Şan, Bedri Ayseli, Kâhtalı Miçe, İzzet Altınmeşe, Sami Kasap ve ismini bilemediklerimin yanında Çermikli radyo sanatçısı olan Ramazan Şenses de gelirdi. Birgün Sami Kasap’ın geldiğini duymuş ve etrafını benle birlikte gençler sarmıştı. Bizlere mahalli sanatçı varmı, sorunca birisi Fetullah Hoca’dan bahsedince, ismini duyduğunu ve tanışmak istediğini söyleyince Kala Mahallesi'ne gidip EŞEK ÇULU diken keyifçi birinin (ismini hatırlıyamadım, hem içer hem söyleyen biriydi) dükkanında öğlen namazının bitmesini bekledik. Cami dağılıp Fetullah Hoca eve doğru giderken onu buyur edince oturdu ve çulcu; bir sanatçı var tanıyacakmısın? Sorusu üzerine Sami Kasap ağzıyla meşhur parçası olan BİR DAĞ NE KADAR YÜCE OLURSA OLSUN BİR TARAFI YOL OLUR’un müziğini mırıldanınca Fetullah Hoca elini uzatıp; 'Sami Bey hoşgeldiniz', deyince çok şaşırmıştık.
Doğduğumuz topraklarda nice yetenekli sanatçılar vardı fakat ellerinden tutacak devleti, kurumları, konservatuarları olmayınca sadece doğduğu ve yaşadığı yerlerde bilinip sonra kaybolmakta. Fetullah Hoca da o yetenekli sanatçılardan biriydi. Kendisi gitti ama sesi hâlâ kulaklarımızda.
*Yıllar önce yazdığım bu yazımı Facebook’ta bir Çermik sitesinde görünce yeniden yayınlama ihtiyacı duydum.