Mehtap Tosun
Coğrafya kader değil; iktidar ve siyaset alanıdır, unutmama borcudur, hatırlama ödevidir, yastan çıkabilme arayışıdır, gelecek tahayyülüdür…
“Düşünün karanlığı ve acı soğuğu
Feryatların yankılandığı bu vadide”
Brecth, Üç Kuruşluk Opera
Dersim, toprağında yetişen ya da kendisini memleket eyleyene göre, dünyanın neresine sürülürse sürülsün, yeryüzünde hangi mekânı kendisine mesken ederse etsin, hiç yitirilmeyen bir manzara gibidir; sürekli özlenen, bir şekilde kavuşulma anının beklendiği ve güzelliği (cansiparane bir savunu eşliğinde) başka hiçbir coğrafyayla kıyaslanamayandır. Kendisini uzak geçmiş zamanlarda ziyaret eden gezgin/misyonerler tarafından “görüntüsü bile insanı ürküten, karanlık ormanlarla kaplı heybetli dağlarla çevrili” ve yine bu ağaçlarla kaplı dağlara referansla “iki tarafından kuşatılacak olursa korunmak için ideal bir yer” olarak tasvir edilmişti. Yakın cumhuriyet tarihinde ise, kurucu rejim, Dersim üzerine hazırladığı raporların çoğunda bölgenin coğrafi bilgisi üzerinde özellikle durmuş, sayfalarca ayrıntılandırarak yurdun orta yerinde devleti nasıl bu kadar ‘uğraştırdığının’ cevabını “asi tabiatında” aramıştır. Dersim gibi coğrafi yapısına bütün zamanlar için bu denli özellikle vurgu yapılan, doğası bütün ayrıntılarıyla betimlenen başka memleketler var mıdır? Belki de bu soruyu biraz daha ileri taşıyarak şunu da sormak lazım: Dersim coğrafyası, tabiatı üzerine yapılan bütün vurgular beraberinde kimler için başka neyi ifade edebilir?
O meşhur “coğrafya kaderdir” sözünü bir kenara bırakırsak, coğrafya aslında tam anlamıyla hem ne, hem de neden sorularının büyük ölçüde muhatabıdır. Coğrafi bilgi özellikle 20. yüzyılda rejimlerin uygulamış olduğu kitlesel şiddet biçimlerinin aracı haline gelmiştir. Dolayısıyla kurucu rejimin Dersim coğrafyası, tabiatı üzerine özel ilgisinin nedenini, 1938 harekâtına hazırlanırken bu coğrafi bilgiyi siyasi ve stratejik olarak ne şekilde kullandığını görerek anlamak mümkün. Döneme ait, Dersim üzerine hazırlanmış olan, ulaşılabilir durumdaki bütün raporlar ve arşiv belgelerine bakıldığında, bunların derin coğrafi analizler ile ırkçı temellendirmeler etrafında şekillendiğini görebiliriz. Bu raporlara örnek teşkil eden, 1935-1938 yılları boyunca Dersim’de gözlem yapan ve bölgede 1938 harekâtını izleyen gazeteci ve milletvekili Naşit Hakkı Uluğ’un “Tunceli Medeniyete Açılıyor” adlı kitabı, Dersim coğrafyası üzerine ayrıntılı betimlemeler yaparak başlıyor ve müdahale edilecek doğal koşullar ile insanlar arasındaki ilişkilerin çok net analizini yapıyor:
“Yalçın dağları, uçurumların ortasında gömülmüş dereleri, yüzlerce metre eninde ve boyunda mağaraları ve inleri, sarp yamaçları örten meşelikleri ile Dersim toprakları, asırlarca hayduda ve eşkiyaya yataklık etmiştir. Dersim'in tarihi bu haydutlukların hikâyeleriyle doludur. Aliboğazı, Kutuderesi, Kalanderesi, Dojikbaba, Bobyazbaba, Zelbaba, sanki düşürülmez birer kale gibi kalmış, Dersim haydutluğu bunlara sığınmış, devletin kuvvetleri bir sel gibi gelip geçtikten sonra, Dersim, gene eski haline dönmüştür.”
Uluğ’un ifadelerinde yer alan “haydut, eşkiyaya yataklık eden” coğrafya tanımlamaları bir yandan coğrafyayı ve içerisinde yaşayan toplulukları katledilmeye hazır bir ırksal ve etnik nefret objesine indirgerken, bir yandan da Dersim’de yaşananların yurtta “ettiklerini buldular” mesajını almasını sağlamaktaydı. Tam da bu noktada Lacoste’nin , coğrafyanın “herşeyden önce bir siyasi ve askeri pratikler bütünü” olduğunu söylerken ne denli haklı olduğu anlaşılıyor.
Coğrafi bilgi ve onun Dersim’deki siyasi kullanımları üzerine düşünürken birden aklıma daha önce dinlemiş olduğum, 1938’deki harekatta görev yapan Mahmut T. adındaki bir askerin anlattıkları geldi:
“Hozat’a yakın bir mevkide orda biz kaldık. Orda bize bir şey verdiler, mıntıka verdiler. O mıntıkaya biz gittik, tuttuk orayı. Alay komutanının elinde büyük haritası vardı. Hatta böyle büyük kayalar-mayalar hep onda yazılı. Planda öyle şey vardı harita vardı. Bazen açarlardı askeri harekatta her şeyi gösteriyor. Büyük bir kaya da olsa onun şeyleri vardı. Şu kadar metre şöyle, şu kadar şurda şöyle planlar vardı yani haritada (…) Sessiz sakin, iyilik yaparak gittik. Herkes 39 alay, 38 alay yerini alınca işte orda emir verdiler, yak, yık emir verdiler. Gittiğimiz o bütün yeri yaktık geldik yani. Ondan sonra ateş emir verdiler, kim varsa ateş emir verdiler tamam mı, bütün vardığımız köyleri hep yaktık. Kimse kalmadı, insan diye bir şey kalmadı hiç!”
Kitlesel katliamda görev alan ve o anlara tanıklık eden bu askerin oldukça ürpertici soğukkanlı anlatımıyla coğrafyanın devlet aygıtı için ne denli vazgeçilmez bir bilgi kaynağı olduğunu görüyoruz. Yine bu tanıklık aracılığıyla, coğrafi bilgilerin yer aldığı planlar ve haritaların savunmasız sivillere karşı “cinai çılgınlık” anları için yol gösterici olduğu anlaşılıyor. Askeri tanık video kaydının devamında yine soğukkanlı bir şekilde ama biraz da vicdan mırıltısı eşliğinde şunları da ekliyordu:
“İnsan oradaki çoluk çocuğa dayanamıyor, yoksa orada çektiği eziyete bakarsan hiçbir şey görünmüyor gözüne yani..”
Burada askeri tanığın “eziyet” olarak aktardığı durum, videoda röportajı yapan kişinin de üstüne basarak ifade ettiği ve soru şeklinde tekrar yönelttiği gibi coğrafi şartlar karşısında hissedilen, dağın, taşın vermiş olduğu “eziyet”ti. Bu tanıklık bir yandan siyasi ve askeri bilgi olarak coğrafyanın kullanımına dair bir örnek teşkil ederken, diğer yandan da katliam vazifesini yerine getiren askerin (genelini de temsil ettiği düşünülebilir) insani olarak varoluşsal tercihte ve ikilemde kalmak bir yana ahlaki kayıtsızlık durumunda olduğunu ortaya koyuyor.
Devlet aygıtı için “haydut yuvası”, askeri içinse “eziyet” olarak görülen coğrafyayı esasında “askerlerin coğrafyası” olarak ifade etmek mümkün. Onun tam karşısında ise dağa taşa inancını yansıtan, kuş seslerine ve suya efsaneler yazmış, kırsal yaşamını doğanın ve mevsimlerin ritmiyle düzenleyen, “halkın coğrafyası” şeklinde tabir edebileceğimiz bir coğrafya konumlanmıştı. Ancak, 1938’den itibaren Dersim coğrafyasının her karış toprağı, taşı, kayalıkları, suyu… birer anma, yas ve tefekkür mekanına dönüştü. Sonraki kuşaklar açısından da, yaşamın doğal akışına dahil olmanın güçleştiği, travmalarla ve acılarla yüklü zamanlarla yoğrulan bir coğrafya haline geldi. Dolayısıyla coğrafya kader değil; iktidar ve siyaset alanıdır, unutmama borcudur, hatırlama ödevidir, yastan çıkabilme arayışıdır, gelecek tahayyülüdür…