Türkiye’de olduğu gibi Kürdistan’da da “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” olarak lanse edilen yönetim biçimine cevaz verecek kısmi Anayasa değişikliği tartışmaları giderek yoğunlaşıyor. Siyasal yapılar görüş oluşturmaya çalışırken, sosyal medya üzerinden süren bireysel tartışmalar, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, nedenleri ve olası sonuçları tartışıp anlamak yerine, ne yönde oy kullanmak gerektiği konusunda yoğunlaşıyor. Üstelik bu tartışmalar kırıcı ve kesin hükümler üzerinden yapılıyor.
Kuşkusuz bir tutum belirlemeli ve ona göre sandık başına gidip oy kullanmalı ya da boykot etmeli fakat bunu yapmadan önce, ihtiyaç duyulan bu değişikliğin neden ve niçin yapılmak istendiğini anlamak gerekir. Gerçekten bu ihtiyaç nerden doğdu? Bu kısmi Anayasa değişikliği niçin yapılıyor? MHP ile AKP’nin iddia ettiği gibi, “yönetimde istikrarı sağlamak, memleketi yeniden koalisyonlara mahkum etmemek” için mi? Yoksa muhalefet kanadının iddia ettiği gibi AKP, bütün yetkileri tek kişide toplamak suretiyle cumhuriyeti ve parlamenter demokrasiyi tasfiye etmek mi istiyor? Yoksa bir başka nedene mi dayanıyor bu Anayasa değişikliği girişimi?
Öyle ya da böyle, Kürt tarafı, zaten henüz yeterince tartışmadığı bu değişikliği ciddi surette incelemeli ve çıkaracağı sonuca göre bir tutum belirlemelidir. Nedenleri tespit etmeden ve amacını gözler önüne sermeden, Türk tarafının siyasal kimliğine bakarak kullanılacak oyun rengi üzerinde yoğunlaşmanın yerinde olmayacağı açıktır. Evvela sorgulanması gereken “evet”, “hayır”, “boykot” ya da “geçersiz oy” kullanmak değil, neden bu değişikliğe ihtiyaç duyulduğu ve olası sonuçlarıdır. Bu sorunun cevabı bulunursa, ne yönde tavır belirlemek gerektiği daha iyi anlaşılır. Bu yapılmadan takınılacak her tutum, bir tür yan etkiye sahip olduğu için, halka doğru referans vermemiş olacak, tam da egemenlerin yapmak istediği gibi, biçimle oyalanırken içeriğin gözden kaçırılmasına hizmet edecektir.
Anayasa değişikliğinin nedenleri
Bu değişiklik teklifinin “neden” ve “niçin” gündeme getirildiğinin tam olarak yanıt bulmadığı genel olarak kabul gören bir görüştür. Gerek AKP ile MHP’nin ve gerekse CHP’nin öne sürdüğü görüşler amaç konusunda fikir verebilir fakat nedenler konusunda açıklayıcı olmaktan uzaktırlar. Doğru, bu teklif halk tarafından kabul edilirse koalisyonlar devri kapanacak; çünkü şu veya bu şekilde bir Cumhurbaşkanı seçilecek ve seçilecek olan bu şahıs bir kabine kurarak hükümet etme hakkını elde edecektir. Ayrıca, olağanüstü yetkilerle donatılmış bu Cumhurbaşkanı, bütünüyle olmasa da büyük oranda CHP’nin kaygılarını haklı çıkarabilecek girişimlerde bulunabilecek ve önemli oranda başarı sağlayabilecektir. Fakat bütün bunlar “neden” sorusuna cevap oluşturmaz. Ortada bir koalisyon ‘tehlikesi’ olmadığına göre bu değişiklik teklifi neden gündeme getirilmektedir?
Bana göre bu değişiklik teklifinin gündeme getirilmesinin biri esas olmak üzere iki önemli sebebi var:
Birincisi ve esas olanı, gerek iktidarın ve gerekse muhalefetin dikkatlice gözden ırak tutmaya çalıştığı gibi, Kürt siyasetini, ebediyen siyasal olmaktan çıkarmak, her zaman egemenlerden birinin kazanacağı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde garnitür haline getirmektir. İkinci sebep ise, dağılan ama bir türlü yeniden oluşturulamayan “vesayet” ya da “son sözü söyleyecek makam”ın oluşturulmasıdır ki, egemenler arasındaki kavganın sebebi bu noktada yoğunlaşmaktadır.
Basit düşünelim: Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında halk, iki kişiden birini seçecek ve seçilecek olan kişi diğer bütün her şeyi belirleyecek. Partinin genel başkanı olan şahıs milletvekili adaylarını, seçildikten sonra da Bakanları, yüksek bürokrasiyi vb. atayacak. Üstelik kararname çıkarma yetkisine sahip olacak bu Cumhurbaşkanı, hiçbir başkanlık sisteminde olmadığı halde, bütçe yapmak konusunda da söz sahibi olacak. Dahası, “milli beka”yı korumak amacıyla Cumhurbaşkanı birden fazla “yardımcı” atamak suretiyle Kürtler karşısında bugün “öcü” gibi gösterilen koalisyon ihtiyacını da gidermiş olacak.
Açık olduğu üzere, bu şartlar altında herhangi bir Kürdün Cumhurbaşkanı olarak seçilme ihtimali yoktur. Bir Kürt adayın değil kazanması, seçim alanında olması dahi “Türk hassasiyeti”ni harekete geçirecek ve bütün Türkleri bir cephede toplayacaktır. Yine bu şartlar altında siyasal partiler, zaten işlevsel olmaktan çıkarılacak olan parlamentoda pratik anlamda etkin olamayacakları için, gerçek anlamda siyasal olmaktan çıkarılmış olacaklardır. Bugün zaman zaman dile getirdiğimiz “Kürt meselesi parlamentodaki milletvekili sayısıyla çözülecek bir sorun değildir” tespiti somutlaşacak, parlamento siyasetin değil göstermelik olarak yasamanın merkezi olacağı için siyasal partilerin hiçbir işlevi kalmayacaktır. Bu nedenle devlet, Kürt muhalefetinin hükümet üzerinde olası etkisini bütünüyle devreden çıkarmış, Başbakan Yıldırım’ın sık sık gündeme getirdiği gibi, ‘devletin ve ülkenin birliği ve bütünlüğü ebediyen” sağlanmış olacaktır.
Kuşkusuz Yıldırım’ın bu görüşü bir iddianın ötesine geçmez ve istemesi durumunda hiçbir güç Kürt halkını ilelebet egemenlik altında tutamaz fakat rejim, giderek kendi haklarının bilincine varan Kürt halkı karşısında olabilecek bütün önlemleri hayata geçirmek suretiyle kendisini güvenceye almak istemektedir. İşe yarayıp yaramaması ya da ne kadar işe yarayacağı konusu, hayat tarafından sınanacaktır fakat mevcut durumda Türk Devletinin “Kürt Tehlikesi” karşısında bulduğu “çare” Anayasa değişikliği yoluyla, var olan kısmi demokratik hakları da yok etmek suretiyle “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”ne geçmektir.
Devletin bu yola girmesine gelince
Devletin bu yola girmesinin oldukça geçerli nedenleri olduğunu söylemek mümkün. Birinci neden, 7 Haziran seçim sonuçlarıdır. İkinci neden ise, Türkiye’nin angaje olduğu ‘Büyük Orta-doğu Projesi’nin akamete uğraması ve med-cezir olayında olduğu gibi, şu ana kadar avantaj sağlayan hemen bütün faktörlerin dezavantaja dönüşmesidir. Üçüncü sebep ise, başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’nin aleyhine dönen bütün faktörlerin, başta ABD olmak üzere önemli kimi devletlerin strateji ve taktikleriyle uyumluluk arz eden bir doğrultuda ilerlemesidir.
Bütün bu faktörler, zaman zaman Erdoğan’ın ve zaman zaman da Bahçeli’nin açık olarak ifade ettikleri gibi, Türkiye bakımından bir “beka sorunu” olarak algılanmakta, etkisiz hale getirilmesi için çareler aranmakta ve yapılmak istenen yeni düzenlemeler vasıtasıyla, söz konusu “muhtemel tehlikeler”in önleneceği düşünülmektedir.
Kuşkusuz bu değişiklik Türk egemenler arasında da bir hesaplaşmaya yol açmış bulunmaktadır. Geleneksel vesayet merkezi olan ordunun etkisizleştirilmesinden sonra en hazırlıklı güç olan Gülen Cemaati devlet aygıtında etkinlik sağladı. Bu “fiili” durum, diğer bütün kuvvetler tarafından onay görmedi ve deyim yerindeyse “elbirliğiyle” etkisizleştirildi. Yenikapı mitingi ya da “akdi” bu ortak eylemin kamuya açık beyanı olarak yorumlanabilir. Anlaşılan kavganın esası, kapalı kapılar arkasında yapılan anlaşmaların birileri tarafından ihlal edilmesine dayanıyor fakat bu değişiklik ihtiyacının belirleyici sebebi iç kavga değil, “beka sorunu” olarak ifade edilen Kürdistan meselesidir. Esas konular incelendikten sonra ikincil nedenler, yani Türk egemenler arasındaki kavganın nedenleri incelenebilir fakat eğer referandumda doğru bir tutum takınmak gerekirse, esas nedenleri tespit etmek ve buna göre tutum belirlemek en doğru yöntem olacaktır.
Bilindiği gibi 7 Haziran seçimleri, HDP’nin bütün Türkiyeci tutumuna rağmen, Kürt halkının birlikte hareket etmesini önleyemedi ve beklenenden daha büyük bir “tehlike” ortaya çıktı. %13 oyla 80 küsur milletvekili çıkaran HDP önemli bir mevkide buldu kendini. Ne yapacağını bilmese de, egemenlerin ne yapması gerektiği konusunda ciddi bir uyarı oldu. İster hükümet ortağı olsun isterse muhalefette kalsın, Kürt kitlesinin bu tutumu, rejimin devamı için ciddi bir tehdit olduğunu açık olarak ortaya koydu. Bu tehlike karşısında devlet, 1 Kasım seçimleri ve şiddet siyasetiyle önlemini aldı, fakat bu geçici bir önlemdi ve daha geçerli, uzun vadede iş görebilecek bir yönetim şekli gerekiyordu. Düşünülen “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”inden beklenen birinci yarar, ne olursa olsun Kürtlerin artık bir daha iktidar ortağı olmasını ya da iktidar üzerinde etkide bulunmasını sonsuza kadar önlemektir. Baraj vasıtasıyla Kürt siyaseti zaten siyaset dışı bırakılmıştı, ne var ki 7 Haziran seçimleriyle bu engelin aşılabileceği görüldü. “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” ile yeni ve aşılması mümkün olmayan genel bir baraj kurulmak isteniyor. Siyasetin merkezi Cumhurbaşkanlığına aktarıldığına göre parlamento ve parlamenterler artık işlevsizdir. Ne bir hükümetin kurulmasında rolleri olabilir ne de Başkanı etkileyebilirler. Fakat Cumhurbaşkanı, ne olur ne olmaz düşüncesinden hareketle, parlamentoyu feshetme ve sözde yasama organı parlamentonun çıkaracağı her hangi bir kanunu veto etme yetkisiyle donatılmış durumdadır.
İkinci neden ise, birincisine yol açan mevcut Kürt uyanışı ve dünya realitesiyle uyumlu hareketi nedeniyle bunu daha da arttırması tehlikesidir. Güney Kürdistan’da bağımsız bir devletin kurulması artık zaman meselesidir. Türkiye’yle iyi ilişkilere sahip olması, olası etkilerini önleyeceği anlamına gelmez. Güneybatı Kürdistan’da Kürt kütlesi, PYD/YPG’nin ‘örtücü’ rolüne karşın, uzun vadede kendi yatağında akacaktır ve genel Kürt kimliğinin politik örgütlenmesine hizmet edecektir. Doğu’da yeniden hareketlenen Kürt halkı, olası çatışma ve çelişkiler ortamında daha da güçleneceği yönünde işaretler vermektedir. Kuzey’in durumu belli. Devlet, 7 Haziran’la birlikte ortaya çıkan ‘tehlike’yi bertaraf etmek için birçok yerleşim birimini yerle yeksan etse de, beklediği sonucu alamamış durumdadır. Yapılan bütün yoklamalar, Kürt halkının hendek siyasetinden ötürü PKK’ye tepkili olduğunu gösteriyor fakat daha fazla devletten uzaklaşmış durumda. Ayrıca bütün şiddet siyasetine karşın devlet, psikolojik üstünlüğü ele geçirmeyi başaramamıştır.
Bu realitenin yanı sıra Türk devletini harekete geçiren bir diğer önemli faktör, genel olarak Kürt hareketinin, Orta-doğu’da muhtemel bir statüko değişikliği konusunda, uluslar arası düzeyde kimi önemli aktörlerle yan yana düşmesidir. Suriye somutunda ABD ile Türkiye’nin farklı pozisyonları net olarak ortaya çıkmıştır. Sadece ABD değil, Rusya ile daha yakın temas içinde olmayı kendi çıkarları bakımından yararlı gören Türkiye, başta AB olmak üzere genel olarak Batı Medeniyetini kendisiyle ilişkiler konusunda yeniden düşünmeye sevk etmiş durumdadır.
Sonuç şudur:
Türk devleti, kendi bekası bakımından tehlike olarak gördüğü Kürt halkının mücadelesini ve kimi uluslararası etkin güçlerin politik hedefleriyle aynı yönde ilerlemesini önlemek için kendi mevzisini güçlendiriyor. Cumhurbaşkanlığı sistemi, esası Kürt meselesi olmak üzere kurulacak olan yeni vesayet sistemi ile de kendi iç muhalefetini belli bir hizada tutmak amacıyla yeniden yapılanıyor. Adalet Bakanı Bozdağ’ın gayet güzel ifade ettiği gibi “bundan böyle milliyetçi-muhafazakar kesimin eğemenliği sürekli hale gelecek!” MHP açık bir şekilde bu Anayasanın Türk anayasası olduğunu belirtiyor. Daha öncekiler farklı mıydı? Kuşkusuz hayır! Cumhuriyetin kuruluşu Kürtlerin ve diğer bütün “öteki”lerin inkarı üzerinde yükselmiş ve bu durum bütün Anayasalarda açık bir şekilde belirtilmiştir. “Yeni”sinde de olumlu anlamda değişen herhangi bir şey yoktur. Farklı olan, Kürtlerin haklarını tanımayan mevcut Anayasa ve rejim, bulunduğu durumda daha da pekişmek için yeni bir Anayasa değişikliğine gidiyor.
Eğer durum buysa takınılacak tutum konusunda daha rahat tartışabiliriz.
Belirtmek isterim ki Partimiz son meclis toplantısında kimi önemli kararlar aldı. Bunlardan biri de halkoyuna sunulacak olan Anayasa değişikliği konusunda, parti içi demokrasinin gereği olarak, konu hakkında farklı görüşleri olan üyelerimizin, parti kararı oluşuncaya kadar, kendi görüşlerini kamuya açık bir şekilde dile getirmeleridir. Bu tartışmalar neticesinde ortaya çıkan eğilimler ışığında, kendi dışımızdaki Kürdistani partilerle de istişarede bulunarak birlikte hareket etmenin zeminini oluşturmaya çalışmak da partimizin bir diğer kararıdır. Bütün bu tartışma ve görüşmeler neticesinde partimiz, ortaya çıkan görüşler ışığında net bir tutumla belli bir görüş etrafında birleşerek halkımıza gidecektir.
Ben de bu kapsamda olmak kaydıyla görüşlerimi açıklamakta yarar görüyorum. Kuşkusuz tartışmalar neticesinde Partimin alacağı karar benim için bağlayıcıdır. Fakat şu andaki görüşüm, yukarda arz ettiğim nedenlerden hareketle “Hayır!” yönündedir.
Kuşkusuz bu tutumun da “yan etkileri” vardır. Boykot etmek ya da boş oy kullanmak nasıl evet yönünde oy kullananlara yarıyorsa hayır demek de AKP-MHP karşıtlarına yardımcı oluyor. Ya da bizi “onlarla aynı safta” gösterir. Ne var ki bu durumda esas alınması gereken kullanacağımız oyun “yan etkileri” değil, yeni Anayasa kapsamında ortaya çıkacak olan yönetimin hangi saiklerden hareketle oluşacağı ve bizzat bizim karşımızda nasıl bir siyaset izleyeceğidir. Mevcut yönetimin ve işbirlikçisinin “var olma sebepleri” ve “amaçları”na bakıldığında gelecek açısından bize yarar bir icraatta bulunmayacağı açıktır. Bu nedenle, kendi mücadelemin geleceği açısından, olumlu yönde imkanlar yaratacağını düşündüğüm için referandumda “Hayır!” diyorum.
27.01.2017