Bugünlerde gecem gündüzüme karışmış durumda. Gece yarılarından sabahın ilk ışıklarına kadar Copa America maçlarını izliyorum. Doğrusu değiyor ve kendi adıma söylemeliyim çok da keyif alıyorum. Şimdiye kadar izlediğim EURO 2016 maçları mı daha iyi yoksa Copa America maçları mı diye bir soru sorulsa hiç düşünmeden Copa America maçları diyeceğim.
Eğer yargıyı ben oluştracaksam, Copa America maçlarının futbolun romantik ruhunu tavizsiz olarak temsil etmeye devam ettiğini söylerdim. Her ne kadar futbol aklının henüz Avrupa’da olduğunu söylemek gerekirse de, Copa America’da gördüğüm hız ve agresif temas prensipleri çok kısa sürede Avrupa futbol aklının yerini alabilecek gibi.
Haiti gibi görece zayıf takımlardan Şili veya Arjantin gibi konservatif takımlara kadar, her takımda egemen olan ruh ve akıl, sanki Diego Siemone'nin Atletico Madrid'de başarıyla uyguladığı oyun karakterinin özünden besleniyor. Latinlerin yeni futbol tanrısı artık Maradona değil de, bir başka Arjantinli olan Diego Siemone demek hiç abartılı bir tespit gibi durmayacak.
Maçlar inanılmaz bir hızla oynanıyor, tempo baş döndürücü ve her oyuncunun ritmi de gitar tellerinden çıkan sert ve sık notalar gibi ele avuca sığmıyor. İkili mücadelede temas o kadar sert ki, her topçunun her an kırmızı kartla ihraç edileceğini sanırsınız. Naif Latinlerde görmeye alışık olmadığımız sertlik, açıkça itiraf etmek istiyorum sanatçı bir hünerle bütünlemiş ve ortaya çok hayranlık verici performansların çıkmasını sağlamış.
EURO 2016 maçlarını tuhaf bir garipseme ile izledim taa Almanya sahne alıncaya kadar. Almanya ile birlikte nihayet bir takım gördüm diyerek derin bir oh çektim. Fransızlar takım olmayı başarmamış, Romenler defans yapmak ve bas-bozdan başka dil bilmiyor. Türkler ilkel, henüz futbol icat edilmemiş gibi oynamaya çalışıyor. Hırvatistan gemleri sıkı bağlanmış at arabası gibi. İngilizler ve Ruslar özgün planlara sahip değil, oyuncu performansına bağlı sırıtan bir gevşeklik içinde. İspanyayı henüz izlemedim.
Top, alan, zaman, hız, tempo, ritim ve bütün bu malzemeye son biçimini verecek kollektif organizasyonlar eylemi olarak tanımlayabileceğimiz futbol oyunu, doğrusu henüz hak ettiği övgüleri alabilecek etkinlikte kullanılmış değil EURO2016 elemelerinde.
Dalkurdun son maçını kötü link hattı yüzünden kesik kesik izlemek zorunda kaldım. Her pozisyon neredeyse her 30 saniyede bir dondu. Dolayısıyla akışkan bir oyun izleyemedim. Ama o donmuş pozisyonların da anlattığı çok önemli bir nokta var; DalKurd teknik direktörü, Dalkurd takımını hem savunmada hem de hücumda bir arada tutacak bir çözüm bulamamış. Takımı adeta bir kementle birbirine bağlayan ve birlikte hareket etmelerini sağlayan organizasyon biçimi bulunup uygulanmadan Dalkurd her maçta yüreklerimizi ağzımıza getirmeye devam edecek. Takım hala dengeli değil.
Dengeli olmadığı gibi, özellikle ilk yarıda bloklar arası mesafe akla ziyan bir sefalet içindeydi; defans ve orta saha, orta saha ile hücum arasında oluşan boşluklara birer Malabadi köprüsü inşa etmek mümkündü. Bir takımın teknik direktörü, takımın blokları arasında bu kadar mesafelerinin oluşmasına nasıl müsaade eder ve seyirci kalır?
90+3’de gelen galibiyet golü bir can simidi gibi herkese rahat nefes aldırdı. Ama önümüzdeki maçta ne olur? İşte bu soruya ağız dolu bir güvenle ''sıradaki gelsin'' diyemiyorum. Oysa, takım her şey yapmaya elverişli. Un var, yağ var, şeker var, usta artık yap şu helvayı. Yap Allah aşkına. Bütün Kürtlerin böyle büyük bir başarıya ekmek su kadar ihtiyacı var.