İlk olarak, Kürdçe yazılı dilin olduğunu 1970’lerde ögretmen olan büyük abim Mustafa, Ape Selim’den duymuştum. Sanıyorum M. Emin Bozarslan’ın yazdığı Kürdî alfebesinden okumuştu. “Dîk li ser sêrgo bang dike”
O günden sonra hep Kürdî dilinin gizemini içimde taşıdım. Hiçbir dilin, yaşamımda, bana o denli tat vermediğini söylersem hiç de abartmış olmam. İlk ilgi ve bilgi dalım böyle başlamıştı.
Sonra geçen yıllarda orta okulu okumak için Diyarbakır’a gitmiştim. Giderek Kürdlüğe olan ilgim artmıştı. 1974 yılında daha 15’inde bir gençtim, duvarlara yazı yazmaktan içeri alınmıştım. Birkaç günlük polis ve siyasi şubedeki esaretten sonra gözaltına alındım. Tutulduğumuz yer, Kolordunun sınırları içerisinde, hatırladığım kadarıyla 14 hücrelik bir tutukeviydi. Biz üç arkadaş ve aynı zamanda okul öğretmenimiz olan abim Kazım da bizimle beraberdi.
Ben 5 numaralı hücreye konuldum. Duvarları kerpiçlere benzer gri beton tuğlalarla düzensiz bir şekilde örülmüştü. İçine de altlı üstlü bir demir ranza konulmuştu.
Hücrenin üst kısmında, binaların çatısında kullanılan tenekeye benzer bir sac bulunmaktaydı. Oldukça küçük ve karanlık bir hücre idi. Ancak düzensiz örülen tuğla ve kapı altından her daim yanan elektrik lambasından ışık gelmekteydi. Bu da bizim bazen içerde işimizi kolaylaştırmaktaydı.
Gece ve gündüzü çoğu zaman bilmemekte ve karıştırmaktaydım. Hücremde başka biri daha bulunmaktaydı: Siverek’ten getirilmiş, Derviş adında bir cami imamı. Yanımda kalan bu şahısın iki gözü de tamamen görmez durumdaydı. Ben, yıllar geçmesine rağmen, ona kör demenin haksızlık ve incitici olduğunu düşünüyorum.
Çünkü gözleri görmüyor olmasına rağmen o hiç de görmeyen biri değildi; sorunlar karşısında bakıp da görmeyenlerden daha fazla gören biri olduğundan oldukça emindim.
Köstekli bir saati vardı. Bazen kösteğin kapağını açar, elleriyle saatin yelkovanına dokunup bana saatin kaç olduğunu söylerdi.
Herkes O’nu Derviş diye çağırırdı. Ancak onun asıl adı Mehmet Şah’tı. Nereli oluğumu ve neden dolayı getirildiğimi, bana sorup öğrendikten sonra arkadaş olmaya başlamıştık. İlk defa MİT’e götürüleceğimi ve orada işkenceye tabi tutulacağımı ondan duymuştum. Ve sonraki yıllarda her yakalanışımda oranın düzenli ‘mecburi misafiri’ olmuştum.
Bir konuşmasında Derviş, ‘buraya gelen herkes en fazla 15 gün göz altında kaldıktan sonra gider, ancak görevliler beni burada unutmuş olmalıdırlar ki bir türlü mahkemeye çıkarmamaktadırlar’, diye yakındı. Kendisinin uzun bir süreden beridir orada olduğunu söylemişti. Ne zamandan beri orda olduğunu sorunca da iki aydan fazla bir süreden beri orada olduğunu söylemişti. Sakalları ve saçı oldukça uzamış bir vaziyeteydi. Bu süre zarfında hiç banyo yapmadığı için her tarafını bitler sarmış olmalıydı ki yüzünü oldukça ses çıkartarak kaşıyordu. İkinci günden sonra ben de koltuk altlarımı ve saçımı kaşımaya başlamıştım. Bitler artık bana da misafir olmuşlardı.
Dervişe, neyle suçlandığını sorduğumda, ”Kürdçe vaaz verdiğim için beni getirdiler”, demişti. Yan hücrede ise, Dersim’den getirilen iki öğrenci vardı. Bazen onlarla fısıldaşıp konuşuyorduk. Caddelere yazı yazdıkları için getirilmişlerdi.
Birinin adı Nuri Yaman diğerinin ise Munzur Aydın ve öğretmenleri Kenan Kasar’dı. Kenen şanslı biriydi, kardeşlerinin tümü çığ altında kalmış, sadece kendisi kurtulmuştu.
Ben bu öğretmenin adını çok önceden büyük abim Mustafa ile çektirdikleri bir resimden dolayı bilmekteydim. Evimizde resim albümünde bulunan bu resmin arkasına, “aynı toplumun çilekeş gençleri”, diye yazılmıştı. Dersim lisesinden getirilen bu öğretmen, bizim evimizde resmi bulunan Kenan Hoca’nın ta kendisiydi. O da Kazım Hoca gibi işkence sonucu ayakları ayakkabıya sığmayacak kadar şişmiş bir vaziyette, yürümekte zorluk çekmekteydi. Şimdi nerede?
Acaba yaşıyor mu? bilmem.
Ancak halkımızın haklı mücadelesini yürüten ilk değerler olduklarını biliyor be yaşayacaklarına inanıyorum. Onları tekrar saygıyla yad etmek istiyorum.
Yan hücreden tutuklulardan Nuri, sesiz ama tok bir sesle bir şiir okumuştu.
Ne güzel yakışmış selvi dalına Dersim senindir gel salına salına Memleket satılır mı faşist dölüne Yürü Deniz yürü biz de geliriz Kimi korkak kimi yiğit biz de görürüz
Bu şiiri dinleyen Siverekli İmam Derviş’in uzamış sakalından aşağı düşen göz yaşları buğday tarlasına düşen bereket yağmuru taneleri gibi dökülmekteydi.
Benim için sürpriz olan, Dervişin, imamlık yaptığı camide ”kaçak misafir” olarak kalan büyük devrimci İbrahim Kaypakkaya tarafından örgütlenmiş olmasıydı, bunu çok sonraları öğrendim.
Binanın dışında olan tuvalete götürüldüğümde Nergis çiçeğinin açtığını görünce umutlanmıştım. Diyarbakır doğasına bahar ve Newroz geldiginin müjdesini almıştım.