“Ben Zazayım, Zazaca biliyorum. Kürtçe ve Soranice’yi de biliyorum. Ama siyasal değerlendirme yapmada zorlanıyorum. Bundan dolayı Türkçe değerlendirme yapıyorum. Evet, bu bir ayıptır. Ama, bu benim değil, Türk devletinin ayıbıdır. Onların asimilasyon politikalarının ayıbıdır. Ana dilimde her şeyi konuşmayı çok isterim. Zazaca, Kurmanci, Sorani ve diğer lehçelerde. Bu bizim için bir eksiklik olabilir. Ama bizim için bir utanç değildir, bu onların utancıdır.”
HDP heyetinin Irak Kürdistan bölgesine yaptığı ziyaret sırasında partinin eş-başkanına dönük yapılan “Kürtçe bilmiyor” eleştirilerine/suçlamalarına cevaben Demirtaş yukarıda alıntıladığım cevabı verdi (link).
Bir dilin ölümünü ya da yaşamasını/canlanmasını belirleyen en önemli gösterge kuşaklar arası dil aktarımıdır. Bir dil eğer kuşaktan kuşağa aktarılabiliyorsa, çocukların dili olabilmişse dil ölümü/kaybı tehlikesini büyük oranda aşmıştır demektir. Tersinden okursak eğer bir dilin kuşaklar arası aktarımı kesintiye uğruyorsa, çocuklar arasında kullanımı azalıyorsa o dil ciddi bir ölüm/kaybolma tehdidi ve tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Dil meselesi öte yandan sadece linguistik bir mesele değildir. Örneğin dil/kimlik meselesi etno-politik sorunların hem formasyonunda hem de çözümünde kritik bir işlev görür. Farkında olmasak da, dil meselesi etno-politik sorunun ekonomik, sosyal, idari, siyasi, psikolojik boyutlarını kesen bir meseledir. Tam da bundan ötürü bu konuda ilerleme kaydetmek etno-politik sorunun birçok alanında hem yol almayı gerektirir hem de yol almak anlamına gelir. Dil sorunu ekonomik, siyasi, idari, hukuki, psikolojik v.b. çoklu dinamiklerden arındırılarak kişisel bir düzleme indirgenemez. Bununla beraber kişisel sorumluluklar da göz ardı edilemez.
Dil Meselesi ve Bireysel Sorumluluk
Bugün Türkiye’deki Kürt muhalefetinin, ya da Kurdî sosyo-politik mobilizasyonun en önemli kurumsal temsil alanlarından birini oluşturan HDP’nin eş-başkanının siyasal değerlendirme yapabilecek kadar anadilini bilmemesi eleştirilmelidir. Zira yıllardır Kürt dilinin ve kimliğinin özgürlüğü için sokaklara dökülen, mücadele eden Kürtleri temsile soyunan siyasetçilerin Kürtçeyi iyi bilmesi gerekir. Tabii bu husus sadece siyasiler için geçerli değil, gazeteciler, akademisyenler, aydınlar, entelektüeller gibi kamusal alanın inşasında aktif bir pozisyon alan tüm aktörler için geçerli.
Demirtaş’ın Zazaca, Kürtçe ve Soranîce’yi “üç eşit kategori olarak” özensizce birlikte kullanması, daha sonra Zazaca, Kurmanci ve Sorani’yi üç lehçe olarak telaffuz etmesi –eğer kullanılan ifade doğruysa– bu konudaki hassasiyetin zayıf olduğunu gösteriyor. Zira cümle içerisinde geçen Kürtçe özensiz bir şekilde “Kurmancî” yerine kullanıyor. Kürtler arasındaki sosyo-linguistik farklılıklar ve Kurmancî/Zazakî arasındaki “farklı/özgün dil” ya da aynı dilin (Kürtçe’nin) lehçeleri olduğu yönündeki süregelen politik tartışmalar dikkate alındığında, Kürt muhalefetinin önemli bir bölümünü temsil eden ve ülkenin üçüncü büyük partisinin eş-başkanının daha özenli olması beklenir. İşin doğrusu ana-akım Kürt Hareketi’nin siyasi elitlerinin önemli bir bölümünün Kürtçe konusunda iyi bir karneye sahip olmadığı, anadillerini öğrenme ve geliştirme konusunda yeterince çaba sarf etmedikleri söylenebilir. Yıllardır devam eden eleştirilere rağmen bu konuda sınırlı bir ilerleme kaydedildi ve çoğu durumda devlet politikaları eleştirilerek bireysel sorumluluklar/roller göz ardı edildi.
Etno-politik Girişimci olarak Devlet ve Dil Meselesi
Öte yandan, yukarıda da belirttiğim gibi dil meselesini sadece bireysel bir düzlemde tartışmanın, eğer amaç manipülasyon değilse, sorunu tüm boyutlarıyla anlamamıza olanak tanımadığını belirtmek gerekiyor. Zira, bir dilin toplumsal konumunu belirleyen esasında içinde bulunduğu idari, siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik ve kurumsal çevredir. Bu anlamda bir ülkede insanların kendi anadillerini etkin bir şekilde kullanamaması tüm aktörlerden önce devletin eseridir. Zira, ekonomik, sosyal, kültürel, askeri, sembolik sermaye biçimlerinin yoğunlaşarak aynı anda ve iç içe geçtiği bir üst-iktidar olarak devlet bu kurumsal çevrenin formasyonunda ve sürdürülmesinde rol oynayan en önemli aktördür. Devlet, bir ekonomik girişimci, bir dinsel girişimci olduğu kadar bir etno-politik girişimcidir de. Muazzam büyüklükte farklı sermaye kaynakları ve iktidar gücüyle hangi dilin yaşayacağını, hangi dilin öleceğini/kaybolacağını belirleyen bir etno-politik girişimcidir devlet.
Türkiye’de bir etno-politik girişimci olarak devletin Kürtçe ile kurduğu tarifi zor sorunlu ilişkiyi uzun uzun anlatmaya gerek yok. 1925 Şark Islahat Planı’yla Kürtçe çarşı pazarda bile yasaklandı. Tarık Ziya Ekinci anılarında o yıllarda kelime başına beş kuruş ceza ödendiğine bizzat tanık olduğunu anlatıyor. Apê Musa’nın (Anter) “Kürtçe ıslık çaldığı” gerekçesiyle küfürler eşliğinde karakolda yediği dayağı da hatırlayabiliriz. 1980’de Diyarbakır Cezaevi’nde yaygın ve şiddetli işkencelerin bir parçasına dönüşen dil uygulamalarının mağdurlarının çoğu bugün aramızda yaşıyor.
AK Parti ve Kürtçe
AK Parti’nin hakkını teslim edelim. Neredeyse yüzyıllık bu gelenekten sonra AK Parti döneminde Kürtçeye bir alan açıldı. Türkiye’de 2002 sonrasında başlayan dilsel reformlar Kürt meselesinin siyasi çözümüne önemli katkılar sağladı. Kürt meselesinin siyasi çözümüne dönük reformlar bağlamında AK Parti hükümetinin attığı adımlar sorulduğunda akla ilk gelen cevap TRT-6 ya da şimdiki adıyla TRT-Kurdî’dir. AK Parti yetkilileri de çoğu durumda meselenin çözümüne dönük işler yaptıklarını ifade ettiklerinde hatırlattıkları adımlar büyük oranda dilsel reformları kapsıyor.
Önce 2002 yılında AB üyelik süreci kapsamında 3. reform paketiyle birlikte özel kurslarda Kürtçe öğretime ve haftada dört saati aşmamak kaydıyla TRT-3’te Kürtçe programlara izin verildi. 2004 yılında bu düzenlemeler uygulamaya geçti. 2009 yılında TRT-6 açıldı. 2012 yılında özel liselerde Türkçeyle birlikte Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılmasının önü açıldı.
Kuşaklar Arası Dil Aktarımı ve Dilsel Reformlar
Bununla beraber, tüm bu düzenlemelerin Kürtçeyi dil ölümü/kaybı tehdidine ve tehlikesine karşı korumadığı/koruyamayacağı, bundan ziyade onu Türk üst kimliğinin folklorik bir alt-kimliği olarak yeniden ürettiği ortada. Zira, günümüz koşullarında dil ölümü/kaybı sorununu bir bütün olarak aşmayı mümkün kılacak temel gösterge kuşaklar arası dil aktarımı. Yani çocukların bu dili edinmeleri ve gündelik hayatta aktif olarak kullanmaları. Bu aktarımın asgari şartı ise anadilde eğitim. İşin doğrusu anadilde eğitim bile yetmeyebilir. Zira Katalan deneyimi “simetrik iki-dilliliğin” bile uzun süre baskı altında kalmış bir dili kurtarmaya yetmediğini gösteriyor. Katalanlar baskı altında kalmış dile öncelik veren “asimetrik iki-dilliliği” öneriyorlar.
Aslında devlet ve hükümet kuşaklar arası dil aktarımı ve çocukların dili öğrenmesinin bu aktarımdaki kritik rolünün farkında. 1925 Şark Islahat Planı, 1935 İsmet İnönü Şark Seyahat Raporu, 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde oluşturulan Doğu Grubu’nun hazırladığı Kürt Raporu bu farkındalığı açıkça ortaya koyuyor ve bu konuda kurumsal bir aklın ve geleneğin olduğunu gösteriyor.
Ne yazık ki 2002 sonrası reform sürecinde de bu akıl varlığını büyük oranda sürdürdü. 2002 yılında yapılan reformda ilkokul öğrencilerinin dil kurslarına katılımını zorlaştıran düzenlemeler vardı mesela. Ya da TRT-3’te dört saatlik Kürtçe yayınlara izin verilirken çocuklara dönük yayınlar özel olarak yasaklanıyordu. Bugün HDP tabanından öteye AK Parti’ye gönül vermiş Kürtlerin büyük çoğunluğunun da paylaştığı anadilde eğitim talebinin sürekli yok sayılması da bu farkındalığı gösteriyor. Zira anadilde eğitim çocuklar arasında Kürtçenin kullanımını yaygınlaştırarak kuşaklar arası dil aktarımını büyük oranda güvenceye alacaktır.
Son bir ay içerisinde devlet ve Kürtçe arasındaki ilişkiye dair çarpıcı gelişmeler bu kurumsal aklın devam ettiğini ve devletin Kürtçeyi hâlâ kendi dili olarak görmediğini gösteriyor. Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) yönetimde olduğu belediyelere kayyımlar atandığında ilk uygulamalar iki ya da çok dilli belediye tabelalarındaki Kürtçe (bazı yerlerde aynı zamanda Ermenice) ifadelerin kaldırılması oldu mesela. Neyse ki tepkilerden sonra “Kürtçe de bizim dilimiz” denilerek çoğu yerde bu hatadan dönüldü.
Zarok TV Kapanmasın! TRT Çocuk Çok Dilli Olsun!
Bu hatadan dönülürken, dün devletin Kürtçeyle olan sorunlu ilişkisini yeniden üreten bir adım atıldı: Türksat üzerinden yayın yapan çocuk kanalı Zarok TV’nin (yani Çocuk TV’nin) ekranı birçok kanalla birlikte Başbakan’ın emriyle RTÜK aracılığıyla karartıldı. Kürt çocuklarının evlerine, odalarına misafir olan Şînok (Şirinler), Yakarî, Mêşhingiv Maya (Arı Maya), Bajara Mirîşkan (Tavuklar Şehri), Oskar, Cedric olağanüstü hal kapsamında kapı dışarı edildi. Şirin Baba’yı, Maya’yı, Oskar’ı, Cedric’i Kürt çocuklarından uzak tutarak hükümetin yaptığı tek şey yüzyıllık anormalliği sürdürmek.
Kürtçe de bu devletin ve ülkenin diliyse, Kürt çocuklarının anadillerini edinme hakkına saygı duyulmalı ve bunu destekleyen kurumsal girişimler desteklenmeli. Hükümet Zarok TV’nin ekranlarını karartacağına desteklemeli. Daha da öteye giderek TRT Çocuk kanalında Türkçe dışında dil seçenekleri ekleyerek bu ülkede anadili Türkçe olmayan Kürt, Arap, Laz çocukların anadillerini edinme süreçlerine katkı sağlamalı. Zarok TV iki dilli yayınlarıyla bunun iyi bir örneğini teşkil ediyordu. Hem Kurmancî hem de Zazakî yayın yapıyordu. Çocuklar aynı çizgi filmi her iki dilde de izleyebiliyorlardı. Zarok TV kapanmasın, TRT Çocuk çok dilli olsun.