İsmail Beşikci
Tunceli Kanunu, Getirdiği Esaslar ve Devletin Asimilasyon Planları (*)
Tunceli Kanunu’nu ele almadan önce, devletin Kürdlerle ilgili temel politikasına değinmek gerekir. Bu da sorunun gelişimini, İttihat ve Terakki Fırkası’na götürmeyi gerekli kılar.
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk milleti esası üzerinden yeniden organize etmek gibi bir düşüncesi, tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden, Orta Asya içlerine kadar bir imparatorluk olacak, ama bu imparatorluk sınırları içinde yaşayan herkes Türk olacaktı, imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. O dönemde, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan dikkate değer bir gayrimüslim nüfus vardı. Hıristiyan olan Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Gürcüler yanında Museviler de vardı. Ayrıca Ezidi olan Kürdler de vardı. O dönemde, Küçük Asya denen Anadolu’da, 13 milyon civarında insan yaşıyordu. Bunların üç milyon kadarını gayrimüslimler oluşturuyordu.
İttihat ve Terakki yönetimi, Rumlardan, Ermenilerden, Süryanilerden, Musevilerden, Kürdlerden, Alevilerden (Kızılbaş), Ezidi Kürdlerden… kurtulmak için ayrıntılı planlar, projeler geliştirdi. Bu planları kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Ege’de, Kapadokya’da yaşayan Rumlar, sürgün edilecekti. Karadeniz havalisindeki Rum-Pontuslar’a da aynı politika uygulanacaktı. Ermeniler tehcirle, yaşadıkları alanlardan, yerlerinden-yurtlarından sökülüp atılacaktı. Asuri-Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacaktı.
Kürdler Türklüğe asimile edilecek, Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecekti. Çerkes, Laz, gibi etnik gruplar da Türklüğe asimile edileceklerdi. Böylece, tasarlanan Türk İmparatorluğu’nda yaşayacak olan herkes Türk olmuş olacaktı.
Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallara el konulması, bu malların Müslüman Türk tüccarın denetimine verilmesi yine İttihatçıların devlet ve toplu tasarımının önemli bir boyutuydu. Böylece Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacaktı.
Türklüğün en büyük dayanağının Müslümanlık olduğu besbelliydi. Türk olan herkes Müslüman’dı, Müslüman olacaktı.
Rumlarla, Rum-Pontuslarla, Ermenilerle sorunlar, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde devlet terörü eşliğinde gündeme getirilen sürgünlerle, soykırımlarla halledildi. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu ise daha sonraya bırakıldı. Asimilasyon politikaları Cumhuriyet’in kararlı bir şekilde sürdürdüğü politikalar oldu.
Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonları da İttihatçılarla başladı, fakat Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşları sırasında, Rum sorununun ve Ermeni sorununun halledilmesi döneminde, biraz ertelendi.
Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve daha sonra, 1919-1922 yılları arasında gerçekleştirilen Türk Milli Mücadelesi dönemini de iyi değerlendirmek gerekir. Ege’deki, Kapadokya’daki, Pontus’taki Rumların sürgünü, Balkan yenilgisinden hemen sonra başladı, 1912-1914 yılları arasında, yoğunlaşarak, yaygınlaşarak sürdü. Rumlar, boykotlarla, sabotajlarla, kaçırılıp yok edilmelerle taciz ediliyor, sindiriliyor, bin yıllardır yaşadıkları toprakları terk etmeleri isteniyordu. Birinci Dünya Savaşı’na varmadan, yüz binlerce Rum’un, Küçükasya’dan uzaklaştırıldığı vurgulanıyor. Rumlardan kalan taşınmaz malların, fabrikaların, atelyelerin, zeytinliklerin, mandıraların, tarlaların, evlerin, dükkanların, değirmenlerin vs. Müslüman Türk tüccarın denetimine verildiği açıkça görülebiliyor.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde, 1915 baharında, 3-4 ay gibi kısa bir süre içinde, bir buçuk milyon civarında Ermeni, tehcirle, soykırımla yok ediliyor. Asuri-Süryani gibi Hıristiyan halklara, Ezidi Kürdlere de aynı politika uygulanıyor. Ermenilerden kalan taşınmaz mallar da, Müslüman Türk tüccarın yağmasına açılarak Türk burjuvazisi yaratılmaya çalışılıyor.
Bağların, bahçelerin, tarlaların, atelyelerin, fabrikaların mandıraların, zeytinliklerin değirmenlerin vs. devlet terörüyle gasp edilerek Müslüman Türk tüccarın yağmasına açılması, şüphesiz, Türk burjuvazisi yaratmak için yeterli olmuyor. Bu işler için, ticaret, sanayi, para-banka, kredi, dış ticaret bilgisi de önemli. Bu bilgiler ise, o dönemde, sadece Rum ve Ermeni burjuvazisinde var. Onların sürgünü veya soykırıma uğratılması, Küçükasya’da kapitalist ilişkilerin gelişmesine darbe vuruyor. Devlet terörüyle, kanuni gasp yoluyla, bu malları Müslüman Türk tüccarın yağmasına açmak mümkün oluyor, ama Baskın Oran Hoca’nın vurguladığı gibi, ticaret, para-banka, dış ticaret vs. bilgileri bu yöntemle edinilemiyor. Bu ayrı bir konu…
Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı döneminde, bu ilişkileri derinleştiren ve yaygınlaştıran bir boyut daha vardır. Bu da Balkan yenilgisinden sonra, gündeme gelen “Evladı-ı Fatihan” sorunu.
Balkan yenilgisinden sonra, Balkanlardaki Evlad-ı Fatihan torunları, oralardaki yerlerini-yurtlarını terk ederek, İstanbul’a, Küçükasya’ya sığındılar. Balkan yenilgisinden sonra, İstanbul yönüne, Küçükasya’ya çok büyük göçler oldu. Bu insanlar da evlerini, mallarını-mülklerini terk etmek zorunda kaldıkları için perişan, çaresiz ve öfkeliydiler. İşte onlara Teşkilat-ı Mahsusa, yararlanmaları için uygun imkanlar sağladı. “Eğer Rumları taciz eder, yerlerini, yurtlarını terke zorlarsanız, Ermeni’ye, Süryani’ye aynı uygulamaları yaparsanız, onlardan kalan taşınmaz mallar, evler, dükkanlar, atelyeler, fabrikalar, tarlalar, öküzler, küçükbaş, büyükbaş hayvan sürüleri vs. sizin olacak… Ayrıca maddi ve manevi ödülleriniz de olacak…”
Balkan göçmenleri, Teşkilat-ı Mahsusa’nın önemli bir bölümüydü. Teşkilat-ı Mahsusa’nın tabanını oluşturan önemli bir grup da, cezaevlerinde olanlardı. Ağır cezalardan mahkum olanlar ve cezai takibattan dolayı firar halinde olanlar… Bunlara da, Rum ve Ermeni mücadelesine katılırlarsa, cezaevlerinde çıkarılacakları, takibattan kurtulacakları, dosyalarının kapatılacağı, ayrıca maddi-manevi ödüllerinin olacağı söylendi. Onlarla bu şekilde pazarlıklar yapıldı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın, tabanında yer alan üçüncü bir grup da bazı Kürdler ve bazı Kürd aşiretleriydi, bazı şeyhlerdi.
1919-1922 yılları arasındaki Türk Milli Mücadelesi’nde, Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, Kürdleri, Kürd aşiretlerini, Kürd şeyhlerini Milli Mücadele’ye katabilmek için, çok yoğun bir çaba içinde oldular. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nde ve Sivas Kongresi’nde, bazı Kürd aşiret reislerine, bazı Kürd şeyhlerine, mücadelenin başarıya ulaşmasından sonra, Kürdlere milli haklarının verileceğine dair mektuplar yazdı, sözler verdi. Amasya Protokolu diye anılan belgelerin biri bu konu ile ilgiliydi. Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir, Kürdleri mücadeleye katabilmek için bir sloganı ısrarla kullanıyorlardı. “Milli Mücadele’ye katılmazsanız, mücadele zaferle sonuçlanmazsa, dünyanın önde gelen emperyal güçleri, ‘düvel-i muazzama’ Kürdistan’ı Ermenistan yapacak…” diyorlardı. Mustafa Kemal, o zaman, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı idi. Kazım Karabekir, Doğu Ordusu Komutanı idi.
Milli Mücadele başarıya ulaştı. Yeni devlet kuruldu. Yeni devlet Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı Devleti’nin bir devamıydı. Ama Türk Devleti olarak, Türk’e dayalı bir devlet olarak kuruldu. Kuvayı Milliye artık güçlenmişti. Rum Sorunu, Rum-Pontus sorunu, Ermeni Sorunu, Süryani sorunu halledilmişti. Artık Kürdlerin yardımına ihtiyaç duyulmuyordu. 23 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması, yeni devlete uluslararası bir garanti veriyordu. Güçlenen devlet, Kürdler için ve Aleviler için, İttihatçılar tarafından formüle edilen asimilasyon politikasını dört başı mamur bir şekilde gündeme getirdi. Kürdler, Türklüğe, Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecekti. Laz, Çerkes gibi etnik gruplar da Türklüğe asimile edilecekti.
Yeni devlet Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Sadece Kürdlerin değil, Rumların, Rum-Pontusların, Ermenilerin, Süryanilerin, Alevilerin, Ezidi Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur. Rumlarla, Rum-Pontuslarla, Ermenilerle ilgili sorunlar, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Türk Milli Mücadelesi döneminde halledilmişti. Kürdlerle, Alevilerle … ilgili sorunlar da asimilasyon yoluyla halledilecekti. Yeni devlet Türk devletiydi, Türklerin devletiydi. Bu, Hürriyet Gazetesi’nin logosunda, “Türkiye Türklerindir” şeklinde ifade ediliyor. Herkes Türk olacaktı veya Türkleşmiş olacaktı. Türk olmayanlar, ancak, Türkleştikleri oranda, devlet tarafından kabul görecekler, kamu hizmetlerinden yararlanabileceklerdi. Türkleşmeyenler, örneğin ille de Türk kalmak isteyenler fiziki imha da dahil her türlü yöntemle yok edileceklerdi.
1919-1920’lerde, Kürdlere verilen sözlerin tutulmaması, Kürdlerin, Kürdçe’nin inkar edilmeye başlanması, Kürdler arasında huzursuzluk yarattı.
1922 sonlarından itibaren Kürd sözcüğünün kullanılmamasına özen gösterildi. Türk’e vurgu yapılıyordu. Cumhuriyet’in ilanından sonra, bu tutuma daha da ağırlık verildi. Herkesin Türk olduğu, Türk’ten başkasına izin verilmeyeceği ifade ediliyordu. Müslüman olup da Türk’ten başka bir kimliğe sahip olanlara Türkleşmekten başka bir yol bırakılmıyordu.
1925 direnişinden sonra, bu politikaya daha da ağırlık verildi. Bir taraftan Kürdlerin aslının Türk olduğu, Kürdçe denen dilin, Türkçenin ilkel bir ağzı olduğu söyleniyor, diğer taraftan, Kürdler, Kürdçe aşağılanıyor, horlanıyordu.
Kürdlerin, Kürdçenin inkarı, imhası, 1930’larda gündeme gelen Türk-Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi anlayışları çerçevesinde sistematik bir hale getiriliyordu.
1925 ve daha sonra hazırlanan gizli raporlarda, Kürdlerin nasıl asimile edileceği ayrıntılarla dile getirilmiştir. Bunları genel olarak Şark Islahat Planı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Mehmet Bayrak’ın bu konuyla ilgili çalışması önemlidir: Kürdlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı, Öz-Ge, Ankara 2009.
Çankırı Mebusu Mustafa Abdülhalik (Renda)’nın 14 Eylül 1925 tarihli ve Ardahan Mebusu Tahsin’in 13-23 Şubat 1926 tarihli gizli raporları bu bakımdan çok dikkate değer. Bu gizli raporlar, Necmettin Sahir Silan’ın, Tarih Vakfı tarafından yayımlanan arşivinde yer almaktadır (Necmettin Sahir Silan Arşivi 3, Kürt Sorunu ve Devlet, Tedip ve Tenkil Politikaları, (1925-1947); Derleyen Tuğba Yıldırım, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Mayıs 2011, s.1-15, 17-37).
Necmettin Sahir Silan arşivinin öbür kitaplarına da işaret etmekte yarar vardır: Necmettin Sahir Silan Arşivi 1 Doğu Sorunu 1939-1953 Derleyenler Muazzez Pervan,Tuba Akekmekçi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Mayıs 2012.
Necmettin Sahir Silan Arşivi 2 Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik, Dersim, Sason, (1934-1946) Hazırlayan Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2010.
Necmettin Sahir Silan Arşivi 4 Dersim Harekatı ve Cumhuriyet Bürokrasisi, 1936-1950, Hazırlayan Tuba Akekmekçi, Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Ekim 2011.
Necmettin Sahir Silan Arşivi 5 Doğu Anadolu ve Cumhuriyet Bürokrasisi (1939-1951), Derleyenler Tuba Akekmekçi, Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Kasım 2011.
Necmettin Sahir Silan Arşivi 6 Dersimlilerden Mektuplar (1941-1953) Derleyenler Tuba Akekmekçi, Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Nisan 2012.
***
1925 direnişinden sonra, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, Kürdçe’nin inkarı ve imhası çerçevesinde, Kürdistan’ı genel müfettişliklerle yönetmek anlayışı gelişti. 25 Haziran 1927 tarihinde, 1164 sayılı kanun ile Genel Müfettişlikler Kuruluşuna Dair Kanun kabul edildi.
Bu kanun çerçevesinde, 27 Aralık 1927 tarih ve 5977 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Birinci Genel Müfettişlik kuruldu. Birinci Genel Müfettişlik, Diyarbakır merkez olmak üzere, Bitlis, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Urfa, Van illerini kapsıyordu.
Birinci Genel Müfettişlik kurulmasının ardından, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale illerini kapsayan İkinci Genel Müfettişlik kuruldu. İkinci Genel Müfettişlik, 19 Şubat 1934’de kuruldu.
Kürd direnişleri sırasında, Kürdistan’dan sürgün edilen mecburi iskana tabii tutulan Kürdlerin önemli bir kısmı, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale illerine gönderiliyordu. İkince Genel Müfettişlik, sürgün edilen bu Kürdlerin durumlarıyla, intibaklarıyla ilgilenecekti.
Üçüncü Genel Müfettişlik, 6 Eylül 1935 tarihinde kuruldu. Üçüncü Genel Müfettişlik, Erzurum merkez olmak üzere, Ağrı, Çoruh, Erzincan, Giresun, Kars ve Trabzon illerini kapsıyordu.
Dördüncü Genel Müfettişlik, 6 Ocak 1936 tarihinde kuruldu. Dördüncü Genel Müfettişlik, Elazığ merkez olmak üzere, Tunceli, Bingöl, Erzincan illerini içine alıyordu.
7 Haziran 1947 tarihinde, Adana merkez olmak üzere, Mersin, Hatay, Gaziantep ve Maraş illerini kapsayan Beşinci Genel Müfettişlik kuruldu.
1948 yılında, bütçe yasa tasarısı ile Genel Müfettişlikler kadroları lağvedildi. Böylece genel müfettişlikler uygulamasına son verildi. Ama, Genel Müfettişlikler Teşkilat Kanunu, kararname ve yönetmelikler, 1952 yılına kadar yürürlükte kaldı (İsmail Beşikci, Tunceli Kanunu 1935 ve DersimJenosidi, Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama 4, İBV Yayınları, İstanbul 2014; İsmail Beşikci, Kürtlerin Mecburi İskanı, Bilim Yöntemi, Türkiye’deki Uygulama 1, İBV Yayınları, İstanbul 2014; Ercan Çağlayan, Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950), İletişim Yayınları, İstanbul 2014 s. 84 vd.)
Tunceli Kanunu (1935)
Dördüncü Genel Müfettişlik, 6 Ocak 1936 tarihinde kurulmuştu. Bundan önce, TBMM’de, 25 Aralık 1935’de, Tunceli Kanunu kabul edildi. Dördüncü Genel Müfettişlik alanında bu kanun uygulanacaktı.
Dördüncü Genel Müfettişlik Bölgesi’nde, en yüksek rütbeli komutan, aynı zamanda validir. Cumhuriyet savcılarının, yargıçların kararları komutanın onayıyla yürürlüğe girmektedir ( Md. 2, 5,6).
Mahkemelerin, yargıçların verdiği kararlar kesindir, itiraz edilemez (md. 14, 15, 19).
Mahkemelerin verdiği kararlar konusunda temyiz yoluna gidilemez (Md. 30).
Mahkemenin verdiği idam hükümleri, komutanın onayıyla infaz edilir. TBMM’de olan bu yetki Tunceli Kanunu’yla komutana verilmiştir (Md. 33).
Tunceli Kanunu sanıklara iddianame verilmeyeceğini de hükme bağlamıştır (Md. 18).
Vali ve komutan, kişileri, aileleri, vilayet içinde bir yerden başka bir yere nakletmeye, vilayette oturmalarını yasaklamaya yetkilidir (Md. 31).
Tunceli Kanunu, kanun hükümlerinin geçmişe şamil bir şekilde uygulanacağını da vurgulamaktadır (md. 35).
Tunceli Kanunu’nun anti-demokratik hükümler taşıdığı çok açık. Uygulama sürecindeyse, çok daha anti-demokratik durumların yaşandığı besbellidir. Dava sürecinde avukatların yer alamaması, duruşmalarda tercüman bulundurulmaması bunlardandır. İdamların infazı için sanıkların yaşlarının değiştirilmesi, bunun da sanıktan daha küçük olan birinin tanıklığıyla sağlanması vs.
Soykırım
1937-1938’de Dersim’de soykırım yaşanmıştır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ordunun zulmünden kurtulmak için dağlara çekilmişler, mağaralara sığınmışlardır. Sivil halkın sığındığı bu mağaralara zehirli gazlar püskürtülerek kitlesel ölümler gerçekleştirilmiştir. 15 Kasım 1937’de, Seyid Rıza’ya verilen idam hükmünün infazı için, Dersim’e gönderilen İhsan Sabri Çağlayangil’in, “mağaralara sığınan insanlar, zehirli gazlarla fareler gibi zehirlendi” sözleri, kitlesel katliamları açıklamaktadır. İhsan Sabri Çağlayangil o zaman Malatya Emniyet Müdürü’ydü.
Toplama alanlarında toplanan insanların, savaş uçaklarıyla bombalanması, soykırımın farklı bir boyutudur. Köylerin yakılması, yıkılması, insanların dere, ırmak kenarlarında kurşuna dizilerek yok edilmesi, 1937-1938’de sık sık rastlanan uygulamalardır.
Bütün bunlar, 4 Mayıs 1937’de kabul edilen bakanlar kurulu kararlarıyla yakından ilgilidir. Bu Dersim Tenkil Kararnamesidir. Dersim Tertelesi bu kararnameyle anılmaktadır.
Bu süreçlerin Kürdlüğü yok etmek üzere kurgulanmış, gerçekleştirilmiş olduğu çok açıktır. 1925-1926 yıllarından itibaren, hazırlanan gizli raporlarda, Dersim çıbanbaşı olarak değerlendirilmiş, çıbanın kesilip atılması vurgulanmıştır.
Soykırımın bir boyutunu da sürgünlerde yaşananlarda görmek mümkündür. Mecburi iskana tabi tutulurken ailelerin parçalanmasına özen gösterilmiştir. Kadınlar, erkekler farklı farklı illere sürgün edilmişlerdir. Kardeşlerin bir arada bulunmasına hiçbir zaman izin verilmemiştir. Kardeşlerin birbirleriyle ilişki kuramamaları için, haberleşmelerini engellemek için çok yoğun bir çaba sarfedilmiştir. Bazı ailelerde karı-koca birbirlerinden uzak illere sürgün edilmişlerdir. Çocuklar ailelerinden zorla koparılmışlardır. Yukarıda dile getirilen Necmettin Sahir Silan Arşivi’nde bu konularla ilgili çeşitli belgeler vardır. Altı kitapta da bazı belgeler bulunmaktadır.
Çocuklar için yürütülen politika, soykırımın en önemli göstergesidir. 3-5 yaşlarındaki, 7-8 yaşlarındaki, 8-10 yaşlarındaki çocuklar ailelerinden zorla alınmışlar, birbirlerinden çok uzak illere sürgün edilmişlerdir. Çocukların Kürd olan isimleri değiştirilmiş, Türkçe isimler verilmiştir. Bu çocuklar, Türk ve Müslüman ailelerin yanına verilmiş, Türk gibi, Müslüman gibi yetiştirilmeleri sağlanmıştır. Bu aileler genellikle subay ve memur aileleridir. Çocukların birbirlerinden haberdar olmamaları için her türlü önlem alınmıştır. Aileler çocukları nüfuslarına kaydetmemişlerdir. Çocukları sofralarına oturtmamışlardır. Çocuklar, evde ayrı bir yerde yatmakta, ayrı bir yerde yemek yemektedir. Ayrı bir yerde, kilerde, çatı arasında vs. yatmaktadır. Çocukların sokağa çıkmalarına izin verilmemektedir. Misafirleri karşılamalarına, misafirlerin huzuruna çıkmalarına izin verilmemektedir. Bunlara özen gösterilmektedir. Aileler bu çocukların eğitimi için çaba göstermemektedir. Çocukların Müslümanlaşmalarını sağlamak için mahallelerdeki din hocalarına gönderilmişlerdir. Bu çocuklar hizmetçi gibi çalıştırılmışlardır. Bunlara ‘besleme’ denildiği bilinmektedir.
Nezahat Gündoğan’ın ve Kazım Gündoğan’ın birlikte hazırladıkları Dersim’in Kayıp Kızları,’Tertele Çineku’ (İletişim Yayınları, 6. Bs. 2015 İstanbul) bu konuda önemli bir kaynaktır.
Kazım Gündoğan’ın hazırladığı, Keşiş’in Torunları, Dersimli Ermeniler (Ayrıntı yayınları, 2016 İstanbul) yine önemli bir kaynaktır.
Alevilerin Müslümanlığa Asimilasyonu
Alevilerin (Kızılbaşların) Müslümanlığa asimilasyonu Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu gibi önemli bir konuydu. Aleviler Müslümanlaştırılacaklardı. Bu çerçevede her köye cami yapmak, camilere imam göndermek vazgeçilmez bir politika oldu. Aleviler elbette Sünni Müslümanlığa asimile edileceklerdi ama Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonunda Şii Müslümanlık daha etkili oldu. Şii Müslümanlığa egemen olan Ali, Hasan, Hüseyin, Kerbela, On İki İmam gibi figürler Aleviler üzerinde daha etkili oldu. Genel olarak Alevilerde bu etkileri görmek mümkündür. Dersim Alevilerinde Zazaki konuşan Kürdlerde bu etkilerin daha yoğun olduğunu söylemek mümkündür.
Bir defa şunu ifade etmekte yarar vardır. Alevilik Müslümanlık değildir. Alevilik İslam dışı bir inanç, bir dindir. Bu çok açık. Örneğin bugün IŞİD, El-Kaide, El-Nusra, Taliban, Müslüman Kardeşler gibi örgütler İslami örgütlerdir. Bu örgütlerin amacı bütün dünyayı Müslüman yapmaktır. İslam’ın genel olarak böyle bir anlayışı vardır. İslami fetihlerin genel olarak amacı bütün dünyayı Müslüman yapmaktır. İslami akımlar herkesi Müslümanlığa, İslam’a davet etmektedir. Bu yönde çok yoğun bir şekilde yaşanan terörü ve devlet terörünü kullandıkları da bilinmektedir.
Alevi inancının, Alevi düşüncesinin böyle bir tutumu yoktur. Aleviler kimseyi Aleviliğe davet etmemektedir. Alevilerin bütün çabası Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler arasında kendi inançlarını özgürce yaşayabilmektir. Bu tek başına, Aleviliğin İslam olmadığını gösteren çok önemli bir kanıttır.
İslam’da çok kadınla evlilik söz konusudur. Bu, Peygamber Muhammed’den beri İslam’da çok bilinen bir durumdur. Dört halifelerde ve onlardan sonraki halifelerde de bu çok bilinen, yaşanan bir durumdur. Bugün gerek Türkiye’de gerek Arap ve Fars ülkelerinde gerek Kürdistan’da çok kadınla evlenmek Müslümanlarda çok rastlanan bir durumdur. Sünni Müslümanlarda örneğin Arabistan’da da, Şii Müslümanlarda örneğin İran’da da çok kadınla evlilik çok rastlanan bir durumdur. Bu da tek başına Müslümanlığın Alevilik olmadığını gösteren önemli bir kanıttır.
Semah, cem gibi kurumlar İslam’da yoktur. İslam’da kadın kapalıdır ve kamu alanı dışına itilmişlerdir. Kadınlar ev dışına ancak eşleriyle, babalarıyla, ağabeyleriyle çıkabilmektedir. Örneğin kadınlar Suudi Arabistan’da araba kullanma hakkına bile sahip değildir. Bu da tek başına Aleviliğin İslam olmadığını gösteren önemli bir kanıttır.
İçki, şarap, rakı Alevilikte günlük hayatta çok kullanılmaktadır. İslam’da ise içki yasaktır. Genel olarak Aleviler cemlerde et, ekmek vs. yanında lokma olarak içki de getirmektedirler. Dede tarafından okunan ve dualanan içki dem olarak değerlendirilmektedir. Dersimli Aleviler cemlerde içki getirmediklerini vurgulamaktadır ama günlük hayatta içki kullanılmaktadır.
Sorunun ikinci boyutu şudur: İmam Ali, İmam Hüseyin, Kerbela, On İki İmam kavramları Şii İslam’ın kavramlarıdır. Kerbela Araplardaki bir iktidar kavgasıdır. Peygamber Muhammed’in 632’de ölümünden hemen sonra Ali’nin Peygamber’in istemine rağmen halife yapılmaması Ebubekir, Ömer, Osman taraftarlarının bunu engellemesi, Ebubekir’ (573-634)in halife olması, Araplardaki bir iktidar kavgasıdır. Bu kavganın Kürdlerle bir ilişkisi yoktur.
634’de, Halife Ebubekir’in ölümünden sonra Ali’nin halifeliğinin Ömer (579-644) ve Osman (577-656) tarafından engellenmesi, Ömer’in İkinci Halife olması yine Araplardaki bir iktidar kavgasıdır.
644 yılında İkinci Halife Ömer’in ölümünden sonra Ali’nin halifeliği tekrar gündeme geliyor ama Osman taraftarları bunu engelliyor. Üçüncü Halife Osman oluyor.
Ali’nin halifeliği Üçüncü Halife Osman’ın ölümünden sonra tekrar gündeme geliyor. Dördüncü halife 656 yılında Ali oluyor ama Muaviye (602-680) ve Muaviye’nin oğlu Yezid (647-683)taraftarları Ali’nin halifeliğine karşıdır. Dördüncü Halife Ali 661 yılında, camide ibadet ederken Yezid taraftarlarınca katledilir. İslam tarihinde dört halife dönemi bu şekilde sonlanır. Yezid’in halifeliği ile birlikte Emevi hanedanı kurulur.
Hüseyin’in Kufeliler tarafından “seni halife yapacağız” diyerek Kufe’ye davet edilmesi fakat orada, Kerbela’da yalnız bırakılması Araplardaki iktidar kavgasının devam ettiğini göstermektedir. Bu kavganın Kürtlerle bir ilişkisi yoktur.
Kerbala 680’de yaşanmıştır. Hüseyin taraftarı 72 kişi susuzluktan ölmüşlerdir. Yezid orduları 72 kişinin barındığı çadırların etrafını sarmış, kimsenin çadırdan çıkmasına izin vermemişlerdir. Fırat Nehri 50 metre ötede aktığı halde kimse çadırdan çıkıp Fırat nehrinden su alamamıştır. Hüseyin taraftarları, kadınlar, çocuklar susuzluktan ölmüşlerdir.
680’de Kerbela’da ordular savaşmamıştır, teke tek dövüş söz konusudur. Teke tek dövüşte Hüseyin, Yezid taraftarı üç kişiyi yenmiştir. Yezid taraftarı bu kişilerle hep Hüseyin dövüşmüştür. 72 kişi arasında elbette erkekler de vardır ama bunlar savaşçı değildir. Halife olmak üzere Kufe’ye giden Hüseyin’e eşlik etmektedirler.
Yezid taraftarı dördüncü kişi dönüşte Hüseyin’i yenmiş ve kafasını kesmiştir. Hüseyin’in kafası bir tepsi içinde Şam’da Yezid’e gönderilmiştir.
Araplardaki bu iktidar kavgası çok kanlıdır. Şiilik İslam’daki iki ana akımdan, iki ana partiden biridir. Hanefilik, Şafiilik, Malikilik, Hambelilik Sünni İslam’daki mezheplerdir.
İmamlık, 12 İmam, Şii İslam’la ilgili bir kavramdır. Birinci İmam, Dördüncü Halife olan Ali’dir (599-661). İkinci İmam Ali’nin büyük oğlu Hasan’dır (625-669). Hasan’ı, Yezid taraftarları tarafından kandırılan karısı zehirlemiştir. Üçüncü İmam, Ali’nin küçük oğlu Hüseyin’ (626-680) dir.
Dördüncü İmam Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’ (659-713) dir. Zeynel Abidin, 72 kişiden tek kurtulandır, 20 yaşlarındadır. Siyasetle hiç ilgilenmediği halde, siyasal faaliyete hiç katılmadığı halde Mekke’de zehirlenerek öldürülmüştür.
Beşinci İmam Zeynel Abidin’in oğlu Muhammed Bakır’ (677-733) dır. Altıncı İmam Muhammed Bakır’ın oğlu Cafer-i Sadık’ 699-765) tır. Yedinci İmam Cafer-i Sadık’ın oğlu Musa Kazım’ (745- 799) dır.
Musa Kazım, Cafer-i Sadık’ın küçük oğludur. Büyük oğul İsmail dururken küçük oğulun imam tayin edilmesi Şiilerin tepkisini çekmiştir. Bu tepki İslam’daki İsmaililik akımını doğurmuştur. Hassan Sabah (1050’ler, 11. Yüzyılın ortaları- 1124) Alamut Kalesi, İsmaililikle ilgili kavramlardır.
Sekizinci İmam Musa Kazım’ın oğlu Ali Rıza’ (770-818) dır. Dokuzuncu İmam, Ali Rıza’nın oğlu El-Taki’ dir. (811-855) Onuncu İmam El-Taki’nin oğlu El-Naki’ (829-874) dir. On birinci İmam, El Naki’nin oğlu Askeri’ (846-874)dir. On ikinci İmam Askeri’nin oğlu Mehdi’dir (d. 869). Mehdi dört-beş yaşındayken kaybolmuş, bir daha kimse onu görmemiştir. Şii düşüncesi Mehdi’nin bir gün dünyaya döneceğini, dünyaya adalet, barış, huzur getireceğini söylemektedir.
On İki İmam’dan sekizi Emevi ve Abbasi halifeleri tarafından zehirlenerek katledilmişlerdir.
Burada, tarihsel ve toplumsal bakımdan şu, önemli bir soru olmalıdır: Şiilik Araplardaki bir iktidar kavgasından doğmuştur. O zaman Şiiliğin neden Arabistan’da Mekke’de değil de İran’da Kum kentinde kurumlaştığı önemli bir sorudur.
Devlet Alevileri Müslümanlığa asimile etmek istiyordu. Müslümanlık Türk olmanın önemli bir koşuluydu. Müslümanlık elbette Sünni Müslümanlıktı, Hanefilikti.
Küçük Asya’da, Anadolu’da bazı Alevilerin Sünni Müslümanlığa asimile oldukları söylenebilir. Ama Alevilerin genel olarak Şii Müslümanlığın etkisi altında kaldıkları, daha güçlü bir şekilde söylenebilir. Örneğin Dersim’de Alevilerin Şii Müslümanlığa asimile oldukları ifade edilebilir.
Devlet Alevilerin Sünni Müslümanlığa asimile olmalarını istiyordu ama Aleviler, Şii Müslümanlığa, Ali, Hüseyin, Kerbela, On İki İmam gibi kurumlara daha çok ilgi duydular, eğilim gösterdiler.
Tarihsel ve toplumsal bakımdan ikinci önemli soru bununla ilgili olmalıdır. Şii İslam’ın Ali, Hüseyin, Kerbela, On İki İmam gibi kurumları, Küçük Asya’daki örneğin Teke Yarımadası’ndaki, Tokat’taki, Çorum’daki, Dersim’deki Alevileri nasıl etkilemiştir, ne zaman etkilemiştir? Örneğin Dersim’de Alevilerin çok önemli bir kısmı hala Hüseyin’in yasını tutmaktadırlar, Kerbela’nın acısını yaşamaktadırlar.
Kerbela’da ölenler 72 kişidir. 1937-38’de Dersim’de katledilenler ise belki 72 bin kişidir. Devlet 13 bin kişiden söz etmektedir. Sayının çok çok yüksek olduğu yakından bilinmektedir. Ama Dersim’de 1937-38’in anılması, son yıllarda gündeme gelebilmiş bir konudur. Ama İmam Ali için İmam Hüseyin için yanıp tutuşanlar, gerçek ataları için hep sessiz kalmışlardır. Dersim’de 1300, 1350 yıl önce Kerbela’da yaşanan bu acı gündemde tutulmakta ama 70-75 yıl önce Dersim’de yaşanan acılar hatırlamak istenmemektedir.
Kerbela’nın, İmam Hüseyin’in katledilmesinin, bu acıların yaşanmasının Alevilikle ilişkisi şu olabilir: Alevilik, insanı en büyük değer kabul eden bir dindir, bir inançtır. İnsanı yaşamın merkezine koyan bir dindir, bir inançtır. Mazlumlardan yanadır, zulüm görenlerden yanadır. Zulüm görenlerin, mazlumların acısını paylaşır. Peygamberin torunları, İmam Ali ve İmam Ali’nin torunları zulüm görmektedir. Alevilerin bu acıları paylaşması çok insani bir tutumdur. Ama zulüm gören bu insanları “atalarımız” diye kabul etmek, onlarla özdeşleşmek, gerçek atalarını unutmak yanlıştır.
Sait Kırmızıtoprak-Şıvan (1935-1971) ve Hasan Yıkmış-Brusk (1943-1971), Dersimlidirler. Hikmet Buluttekin-Çeko (1947- 1971) Kulp-Diyarbakırlıdır. Sait Kırmızıtoprak ve Sait Elçi (1925-1971) Kürdistan tarihinde İki Saitler diye bilinen olayın aktörleridir. Sait Kırmızıtoprak ve iki arkadaşı, Güney Kürdistan’da, 27 Kasım 1971’de kurşuna dizilmişlerdir. Dr. Sait Kırmızıtoprak, Büyük Bertal Efendi’nin torunudur. Ait Kırmızıtoprak’ın anası Büyük Bertal Efendi’nin kızıdır. Büyük Bertal Efendi’nin ailesinden 54 kişi, Ağustos 1938’de, Civrak-Nazımiye yolu üzerinde, kurşuna dizilmiş ve bundan sonra da yakılarak yok edilmişlerdir. (İsmail Beşikci, Dersim Seyahati, Uluslar arası Anti-Kürd Nizam ve Yüksek Kürd Bilinci (İBV, İstanbul, Ekim 2014) içinde. s. 115-155
Her sene, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir gibi devrimcileri anan Dersimliler, bugüne kadar, Sait Kırmızıtoprak’ı, (Şıvan) Hasan Yıkmış’ı, (Burusk) Hikmet Buluttekin’i (Çeko) anmayı hiç düşünmemişlerdir. Hüseyin Cevahir’in de Dersimli olduğu bilinmektedir.
30 Mart 1972, Mahir Çayan ve 10 arkadaşının, Kızıldere’de katledildiği bir tarihtir. Türk devrimcileri gibi, Kürdlerinde önemli bir kısmı, 30 Martlarda, Kızıldere katliamının, Mahir Çayan ve arkadaşlarını anmaktadır. 30 Mart, aynı zamanda, İran’da, Mahabad’da, Çar Çıra meydanında, Kürdistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kadı Muhammed’nin ve üç Kürd bakanın idam edildiği tarihtir. (1947) Kürdistan Cumhuriyeti’nin Başkentinin Mahabad olduğu bilinmektedir. Her yılı 30 Martlarda, Kızıldere’yi, Mahir Çayan ve arkadaşlarını anan Kürdlerin. Kadı Muhammed’i, Çar Çıra’yı, üç Kürd bakanı, akınla bile getirmemesi dikkate değer bir durumdur. Bu, kendine yabancılaşmanın dikkate değer bir örneğidir..
Şii Müslümanlığın Alevi düşüncesini etkilemesinde Yedi Ulu Ozan’ın önemli olduğu söylenebilir.Yedi Ulu Ozan’ın İmam Ali, İmam Hüseyin, Kerbela ile ilgili, İran şahları ile ilgili düşünceleri, Küçük Asya’daki Alevileri etkilemiştir. Yedi ulu ozan kimlerdir? Seyid Nesimi (1369-1417), Şah Hatayi (1487-1524), Fuzuli (1504-1556), Yemini (15.yüzyıl sonu, 16.yüzyıl başı), Virani (16. Yüzyıl) , Pir Sultan Abdal (16. yüzyıl), Kul Himmet (16. Yüzyılın ikinci yarısı) .
“Evlad-ı Kerbelayık”
Seyid Rıza (1863-1937) çok değerli bir kişidir. 1937-38’de gittikçe tırmanan devlet terörü karşısında dik durmuş bir kişidir. İnsan olarak çok dürüst bir kişidir. Dürüstlük elbette çok önemli ahlaki bir değerdir. Seyid Rıza Türk yöneticilere barışçıl politikalar önerdiği için ayrıca değerlidir. Ama tırnak içinde “Evlad-ı Kerbelayık” sözü yanlıştır. Evlad-ı Kerbela olanlar, yukarıda da belirtildiği gibi İmam Hüseyin’den gelenlerdir. Bu sürecin de Kürtlerle bir ilişkisi yoktur. Bu çerçevede Seyid veSey kavramlarının irdelenmesi de önemlidir.
Nakibüleşraf
Osmanlıda Nakibüleşraf diye adlandırılan bir kurum vardı.Bu, peygamber soyundan gelenlerle ilgilenen bir kurumdu. Bu kişilerin rahat yaşaması için çaba sarf eden bir kurumdu. Nakibüleşraf bazı ailelere, kişilere unvan da vermektedir. İmam Hüseyin’den gelenlere Seyid, İmam Hasan’dan gelenlere Şerif unvanı verilmektedir. Bazı ailelere, ocaklara kendilerini Halid bin Velid’ (542-642)e, Musa Kazım’a hatta Peygambere (570-632) bağlayan şecereler düzenlemektedir. Bu şecerelerin hepsi sahtedir. Çoğu zaman da para karşılığında bu tür şecereler düzenlenmektedir.
İmam Ali, İmam Hüseyin
Dördüncü halife olan Ali ne yaptı? Kendinden önceki ilk üç halife ne yaptıysa Ali de onu yapmıştır.
Hüseyin halife olsaydı ne yapacaktı? Kendinden önceki halifeler ne yaptıysa Hüseyin de onu yapacaktı.
Bu çerçevede Alevilerin önemli bir kısmı “Alevilerin Alisi dördüncü halife Ali değildir” diyorlar, “bizim Ali başka Ali’dir” diyorlar.
Türk devlet ve hükümet yöneticileri de “Alevilik Ali’yi sevmekse en Alevi benim” diyorlar.
Dersim’de Toplu Mezarlar
Dersim üç ana vadiden oluşmaktadır. Munzur Vadisi, Peri Vadisi ve Avareş Vadisi. Bu üç vadide de toplu mezarlar var. 4 Mayıs 2016’da Seke Sor mevkiinde bir toplu mezar ziyaret edildi. 24 Ağustos 1938’de Ağuçan Ocağı’ndan 22 kişi bu mevkide yakılarak katledilmiş. Ağuçan Ocağı’nın bugünkü nesilleri orada bir toplu mezar yapmaya çalışıyor. Mazgirt’te de bir toplu mezar var. Orada da 1938’de elli kişinin yakılarak katledildiği vurgulanıyor. Orada, Dara Kırmızıtoprak bir anıt mezar yapıyordu anıt mezarın yapımı kaymakamlık tarafından durduruldu.
Nazımiye- Civrak yolu üzerinde de bir toplu mezar var. Orada da aynı tarihlerde Büyük Bertal Efendi’nin ailesinden 54 kişinin yakılarak katledildiği belirtiliyor. Büyük Bertal Efendi’nin ailesinden 54 kişi, kadınlar, erkekler, çocuklar, “sizin ailenizi batıya nakledeceğiz” denerek toplanmış, yol üzerinde uygun bir alanda bir katliam gerçekleştirilmiş.
4-5 Mayıs 2016 tarihlerinde, Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti ve Dersim Belediyesi tarafından, ‘Dersim 1937-1938 Soykırım Konferansı’ düzenlendi. 4 Mayıs sabahında, Seke Sor yöresinde, Ağuçan Pirleri için anma gerçekleşti. 4 Mayıs öğleden sonra, ve 5 Mayıs’ta, konferans sırasında, Dersim 1937-1938 konusunda ve Cizre 2016 konusunda bazı tanıklar dinlendi. Bu konuşmalarda tanıklar, devletin zulmünden, katliamcılığından söz ettiler… 1937-1938 de Kürdlere neler yapıldıysa, günümüzde de Kürdlere aynı şeylerin yapıldığını, katliamların sürdüğünü söylediler. ‘Zalim devlet’ sözleri sık sık kullanıldı. Drsim’de, Cizre’de yaşanan katliamlara ilişkin pek çok örnek verildi.
Seke Sor’daki anma programına katılanların bir kısmı Kürdçe, bir kısmı da Türkçe konuştu. Dersim için iki tanık vardı. Kadın Kürdçe konuştu, erkek Türkçe konuştu. Cizre’den gelen 4 kadın, operasyonlar sırasında oğullarını kaybeden kadınlardı. İki kadın Kürdçe, iki kadın Türkçe konuştu. Türkçe konuşan tanıklar, konuşmalarına, bir-iki satır Kürdçe söyledikten sonra başladılar. Bu tutum, bu konuşmalar, bende şöyle bir izlenim yarattı.
Devlete karşı en etkili muhalefet, en kalıcı muhalefet, Kürdçe konuşmaktır. Devletin temel politikasının asimilasyon olduğunu, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu olduğunu unutmamak gerekir. Asimilasyonu konu olacak en önemli değer ise, Kürd dilidir.
Türkçe konuşmalar, karşısında, devletin duygusu ve düşüncesi kanımca şudur: “… İşte Türkçe konuşuyorsun. Benim istediğim de buydu. Bütün konuşmalarınızı Türkçe yapmanız, yazılarınızda Türkçe kullanmanız önemlidir. Konuşmanın başında, birkaç Kürdçe söz söyledin. Ama, şu açık ki, senin çocukların, o birkaç sözü de söyleyemeyecek torunlarının ise, Kürdlükle ilgili hiçbir şeyden haberi olmayacak…’
Bu bakımda, devlete karşı en önemli muhalefet, en kalıcı muhalefet, Kürdçe konuşmaktır. Yaşanan bunca acının bile devletin diliyle anlatılması kanımca uygun değildir. Devlete, Türklere, bu acıları duyurmak, bu bakımdan Türkçe konuşmak gerekebilir. O zaman tercüman kullanmakta yarar vardır.
Bir kadın, konuşmasına, ‘Türkçe bilemediği için özür diliyorum’ diye başlamıştır. Kanımca bu, hiç uygun olmayan bir tutumdur. Bunca acıdan, bunca bedelden sonra bu tutum yanlıştır.
Şu önemli bir gözlem olmalıdır. Bugün, Dersim’de, Diyarbakır’da, Muş’da, Bitlis’de, Van’da, Şiirt’de… Kürd şehirlerinde, sokak aralarında, dolaşalım, Çocukların sokak ararlındaki kapılarının önündeki oyunlarında, birbirleriyle nizahlarında, okula giderken, okuldan gelirken… hangi dili kullandıklarını izleyelim. Eğer bu dil Kürdçe değilse, Kürdistan çok büyük tehlikelerle karşı karşıyadır. Bu sürecin bilincine varmak, Kürd dilinin bilincine varmak, Kürd diline sahip çıkmak, Kürd dilini yaşamak çok önemlidir.
Devlet Kürdler için okul açmayabilir, Kürdçe eğitime engel olabilir. Ama her evin okul yapılması mümkündür. Bu bakımdan, Madame Curie’nin anlatımlarının bilincine varmak da önemlidir. (İsmail Beşikci, Özyönetim Üzerine, 29.9.2015, çeşitli siteler…)
(*) 4-5 Mayıs 2016 da, Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti ve dersim Belediyesi tarafından düzenlenen, ‘1937-1938 Dersim Soykırımı Konferansı’na ve 7 Mayıs 2016’da, İstanbul’da, Dersim Araştırmalar Merkezi tarafından düzenlenen, ‘Dersim’de Soykırım Konferansı’na sunulan bildiri