Kuzey Suriye’deki Afrin şehrinin, Türkiye ve ÖSO tarafından, Suriye iç savaşı açısından tehlikeli bir dönüm noktası olan işgalinin daha üçüncü haftasındayız ama operasyon gazetelerin manşetlerinden ve televizyon haberlerinin gündeminden düştü bile.
Her gün katlanarak artan sivil ölümleri, yaralı kadın ve çocukların, yerle bir edilmiş binaların fotoğrafları insanları harekete geçirmeye yetmiyor. Fakat merhamet yorgunluğu anlaşılmaz bir insani durum değil, yıkım görüntülerine doğru düzgün bir içerikten yoksun şekilde maruz bırakılmanın sonucu.
Neredeyse tüm büyük dünya ve bölge güçleri için bir savaş alanına dönüşen Suriye, yedi yıldır devam eden uzun iç savaşı ve başındaki yenilmez görünen diktatörü Beşar Esad ile, bizde “elden ne gelir ki” hissi yaratmış durumda. IŞİD’in kendi kendine ilan ettiği hilafeti de varla yok arası bir hale geldiğinden, Suriye bizim açımızdan heyecan vericiliğini yitirdi.
Fakat şu an Afrin’de saldırı altında olan IŞİD’e karşı başarılı bir savaş yürütmüş olan Kürt halkının ta kendisi. Bu savaşa hava desteği sağlamış olan ABD ise pek de sadık bir müttefik çıkmadı.
Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Türkiye’nin işgalini kınamayı reddederek, ABD’nin kendi müttefiklerinin bombalanmasına yeşil ışık yakmış oldu. Çünkü neymiş? Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ölçülü davranıp sivilleri hedef almaktan kaçındığı sürece, Türkiye’nin sınırları ile ilgili kaygıları “meşru” imiş. Dünya Sağlık Örgütü’nün bölgeden gelen bir raporu, Türkiye’nin rastgele bombardımanının asıl kurbanlarının siviller olduğunu gösteriyor oysa. Güçlü NATO müttefikinin tavsiyesine Türkiye’nin verdiği önem buymuş!
Aynı rapor Suriye hükümeti askerlerinin Afrin’den biri hariç tüm çıkışları kapattığını da belirtiyor. Afrin’in kuzeyden Türkiye tarafından işgal edilmesi mülteciler yaratırken, Suriye hükümeti onların güneye sığınmasını engelliyor.
Suriye’nin Türk işgali ile tehdit altında olduğunu düşünmek yerine, Esad kendi kirli işini Türkiye’nin yapmasından memnun gibi görünüyor. Ortak düşmanları olan Kürtleri boğmak için çift taraflı sıkıştırma hamlesi yaparak, Türkiye ile el altından işbirliği yapıyor. Bu, Esad’ın Suriyeli asilere karşı kullanageldiği bir strateji: onları bir bölgeye sıkıştırıyor, ardından bombalayıp açlığa mahkûm ederek boyun eğmeye zorluyor.
Suriye savaşındaki bu en son gelişmeyi neden umursamalıyız? Çünkü Afrin, Fırat ve Cezire kantonları ile birlikte, Batı’daki tüm sistemlerden daha ilerici olduğu savunulabilecek aşağıdan örgütlenen bir doğrudan demokrasi biçimini deneyimliyor. 2016 Mart’ında Rojava’yı (ya da bu kantonlara verilen ortak ad ile Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nu – KSDF) ziyaret ettiğimde, emsalsiz bir devrime tanıklık ettim: Patriarkanın ortadan kaldırılması nihai hedefi ile kadın eşitliği yön veriyordu bu devrime.
Tüyleriniz hala diken diken olmadı mı? Her kurum – yerel meclisler, okullar, hastaneler – bir erkek ile bir kadının, savunma güçlerinin komuta kademesi de dahil tüm yetkileri paylaştığı eş başkanlık sistemi ile yönetiliyor.
YPJ’li kadınların IŞİD’e karşı savaşın ön cephesinde askeri kıyafetler ve rengarenk eşarplar içindeki fotoğrafları dış dünyanın bu topluma dair gördüğü tek şey oldu. Ancak erkekler ile kadınlar için eşit kotaların olduğu bir yönetime paralel olarak, bir de sadece kadınlardan oluşan ve kadınlara ilişkin tüm politikalar konusunda veto gücü olan yapılar da mevcut.
Rakka’nın IŞİD’den kurtarılması ertesinde, çok etnikli, Kürtler öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri’nin yönetimindeki mülteci kamplarında kalan, IŞİD’den kaçmış Arap erkeklerin, SDF’nin cinsiyet eşitliği ısrarından şikâyet ettiğine dair komik haberler çıkmıştı. Bir tanesi şöyle diyordu: “Kadınlara bir sürü hak vermişler! Bir kadına sesimi yükseltirsem beni hapse atabilirler!”
KSDF, ırksal kapsayıcılık fikrini tamamen benimsemiş durumda. KSDF’nin ana siyasi partisi Demokratik Birlik Partisi’nin Birleşik Krallık’taki temsilcisi Dr. Alan Semo, kota sisteminin nasıl işlediğini anlatıyor: Kürtler meclisteki çoğunluk statülerini gönüllü olarak bırakıp Araplar ve Süryaniler (Hıristiyanlar) ile eşit şekilde yüzde 10’luk payı benimsemişler, hem de kendileri uzunca bir tarih boyunca Araplar tarafından ayrımcılığa maruz bırakılmalarına rağmen.
Mezhep kavgası ile tarumar olmuş bir ülkede bu seküler topluluk ümit veren bir örnek oluşturuyor ve Suriye’nin diğer bölgeleri ile Irak’tan gelen 2 milyon mülteciye de ev sahipliği yapıyor. Ancak bu modeli sadece tüm Suriye’ye değil Ortadoğu’ya ve hatta bence tüm dünyaya yaymak yerine, onun ateşini söndürmek isteyen güçler var.
1999’dan beri Türkiye tarafından hapsedilmiş olan, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’ın fikirlerinden ilham alan Suriye Kürtleri, artık kendileri için bir ulus devlet istemiyorlar çünkü ulus devletlerin antidemokratik, militarist ve patriarkal niteliğini eleştirerek aşmışlar.
Suriye sınırları dahilinde önyönetimli özerk bir konfederasyon olarak kalmaya niyetliler. Ama mülkiyet, sınırlar ve toprak saplantısına o denli alışmışız ki, Kürtlerin girişimini “toprak ele geçirmek”ten başka bir şekilde anlayamıyoruz. Bağımsızlık isteyeceklerinden korkan Suriye ve Türkiye tarafından da aynen böyle değerlendiriliyorlar. Bu iki ülkeden Türkiye, kendi Kürt nüfusuna karşı pek az bilinen bir savaş yürütmekte.
Yanı başlarındaki Irak Kürdistan’ında Eylül 2017’de yapılıp kazanılan ama ardından merkezi hükümet tarafından olmamışa çevrilen bağımsızlık referandumu KSDF’nin iddialarına pek de yardımcı olmadı. Suriye ve Türkiye Kürtlerinin siyasi ideolojisi Irak Kürtlerininkinden epey uzak ve bu gerçeğin üstü, kendilerini dünyaya statüsüz bir halk olarak birleşmiş bir cephe şeklinde sunmak isteyen Kürtlerin kendisi tarafından bazen kapatılıyor.
Türkiye için Öcalan, devletin zorla asimilasyonuna ve kültürel imhasına karşı Kürt halkının çıkarlarını temsil ettiği için bir terörist. Birinin terörist dediğinin öteki için özgürlük savaşçısı olması durumunda bir doğruluk payı olsa da, Erdoğan kimileri tarafından yüz binlerce insanı etkilediği iddia edilen bir tasfiye operasyonunda yurtiçinde sert bir baskı ortamı tesis edip muhalifleri hapsetmişken Batı’nın Erdoğan’ın “terörist” konseptini desteklemeye hazır olduğu pek inandırıcı gelmiyor.
Rojava (KSDF) devrimi başka bir dünyanın doğumuna ebelik etmektedir. Erdoğan, “Misyonumuz onu daha doğmadan boğmak” diye ilan etmiş durumda.
Ama doğdu bile. Daha insancıl, akılcı, etik ve eşit bir dünyanın tohumunu atabilir bu devrim. Bu devrimi diri tutmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Türkiye’ye silah satışını durdurarak ve NATO’dan atılmalarını talep ederek başlayabiliriz.
Çeviri: Serap Şen