Haber Merkezi
Temel hak ve özgürlüklerin evrensel standartta ve bir pazarlığa konu olmadan tanınması, garanti altına alınması ve yerinden yönetime dair sahici bir modelin getirilmesi meselenin esaslı kısmını çözecektir.
Başlıktaki soru, gazeteci Elif Çakır’a ait. Muhatabı ise 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Elif Çakır, arkadaşları Ahmet Taşgetiren ve Yıldıray Oğur’la birlikte, yaptıkları röportajda Abdullah Bey’e 2009’da söylediği “iyi şeyler olacak” sözünü hatırlatarak, mevcut durumu değerlendirmesini istiyor ve sorusunu “Tekrar çözüm sürecine dönülür mü?” cümlesi ile bağlıyor.
Süreci hayırla yad etme, hayıflanarak anma, yenisi için bir umut ışığı arama hâli sadece çözüm sürecine inanmış ve bunun için mücadele etmiş Çakır’da değil, dönemin en muarızlarında dahi göze çarpıyor. “Demokrasi olmadan çözüm olmaz”cılardan tutun da, “Devlet bizi oyalıyor” veya “Devlet PKK ile anlaştı, bölgeyi PKK’ya terk edecek” diyenlere kadar birçok farklı kişide bu ruh hâlini görmek mümkün.
Destekleyenler ve inananlar anlaşılır ama sürece bir sebeple muhalif olanlar dahi niye süreci olumlu referansla anıyorlar diye düşününce, akla ilk gelen cevap; uzunca bir süre, çatışmaların durup kan akmamış olması, süreç ikliminde düşünceyi ifade serbestisi ortamına özlem oluyor. Süreç bozulduktan sonra yaşanan hendek girişimleri, artan şiddet ve terör, siyasi demokratik zeminin el birliği ile işlevsizleştirilmesi, döneminde beğenilmeyen basit sıradan özgürlük alanlarının dahi özlenir olması da bu “hayırla yad etmenin” sebepleri arasında sayılabilir.
Tam da burası, literatürde tartışılan, dünya örnekleri arasında rastlanılan “sonuç değil süreç odaklı” yaklaşımın da aslında o kadar kötü olmadığını, “tüm sorunlarına rağmen” sürdürülebilen süreçlerin, çatışma ve güvenlik konseptine dönmekten daha iyi olduğu tezini yaşayarak bize doğrulatıyor. Mutlak doğru yoktur, keza mutlaka ulaşılması gereken hedefler de tartışmalıdır, o hâlde doğru olan yolda olmaktır. Sürdürülebilir bir yolculuğun öğreticiliğine inanmak, yolun iyileştirici gücünden faydalanmak gerekir.
“Yeni bir çözüm süreci mümkün mü?” sorusu nostaljik hatta mitolojik bir “iyi hâle/belleğe” gönderme yapıyor olsa da, şu anda tartışılması gereken, belki de “Hangi çözüm süreci, nasıl bir çözüm süreci, kimlerle çözüm süreci?” sorularına cevap aramaktır. Tüm bu arayışta her daim hatırda tutulması gereken de, barışa inanmış bir insanın “her hâl ve şart altında” ne yapabileceğidir.
“Hangi çözüm süreci, nasıl bir çözüm süreci?” sorularını tartışmaya başlayınca, aslında önce “Hangi sorun?” sorusuna cevap vermek gerektiği ve bunda mutabakat sağlanamasa bile, sorunun tanımı ve tespiti tartışmalarını yeniden hatırlamak icap ediyor. Buna vereceğiniz cevap ise çıkacağınız yol tercihini de belirliyor.
Çatışma çözümü yaklaşımları birçok açıdan tasnif edilebilirler. Güç ve iktidar ilişkilerini merkeze alan realistik yaklaşımı esas alacak iseniz farklı bir yola, “politik/askeri gücün zoruna” dayanmayan, meseleleri anlamaya ve çözmeye çalışan, buyurgan politik bir güç yerine, çatışmaların uzun süren bazen de çözülemez görünen, sosyal, psikolojik, etnik, kökenlerine inmeyi, kimliklere dair insani talepler ve güvenlik isteğini anlamayı ve çözmeyi hedef alarak, uzun süreli bir barış iklimini oluşturmayı hedefleyen contructivist (yapısalcı) yaklaşımı esas alacak iseniz başka bir yola koyulacaksınız demektir.
Hangi yola çıkacağınızı dış şartlar kadar, hatta daha çok, meseleye bakış açınız belirler. Avrupa Birliği sürecinin çözümü dayatarak İRA- Bileşik Krallık üzerinde yarattığı dış siyasi etki veya tsunami felâketinin Endenozya-Açe meselesinde yarattığı duygusal etki ile çözümü kolaylaştırması nadir görülen pozitif örneklerdir. Dış şartlar iradeniz dışındadır ve bu etkileri yönetmeniz nerdeyse imkânsızdır. Sorunun doğması/büyümesi veya çözüm arayışları üzerinde çoğunlukla negatif etki yaratırlar.
O hâlde esas belirleyici, iradi ve yönetilebilir olan sizin meseleye yaklaşımınızdır. Bu yazıda “Hangi sorun?”, devam edecek muhtemelen iki yazıda da “Hangi çözüm?” ve “Biz ne yapabiliriz?” sorularına cevap aramaya çalışacağız.
Bir meseleyi ele almak öncelikle onu isimlendirmekle başlar. Kürt Meselesi için bugüne kadar; “Kürt Sorunu, Doğu-Güneydoğu Sorunu, Kürtlerin Sorunları, Terör Sorunu” gibi isimler kullanılagelmiştir. Her bir isimlendirme, ilgilisinin meseleye yaklaşımını ortaya koyar. Her isim aynı zamanda bir tercihtir ve her bir isimlendirme, kendi içinde gerçeklikten bir parça taşır.
Kürt Sorunu denebilir. Uzun yıllar Kürtçenin sokakta dahi konuşulmasının yasaklanması, zorunlu iskân politikaları, birçok demokratikleşme teklifinin bu sebeple hayata geçirilememesi, komşu ülkelerdeki Kürtlere dair gelişmelerin dahi bir iç güvenlik sorunu olarak görülmesi, Kürtlerin bir sorun olarak kodlanmasının sonucu olarak da kabul edilebilir.
Kürtlerin sorunları denebilir. Herhangi bir siyasi talepte bulunmasalar dahi, sıradan Kürtlerin kimliği ile var olabilme, anadilini yaşatabilme, öğrenim dahil her alanda kullanabilme, en alt seviyeden dahi olsa kamuda görev alırken ayrımcılığa uğramama, kamuda işe girebilmiş ise mesleğinde ilerleme, kariyer yapabilme ve yükselme gibi sorunları olagelmiştir.
Doğu-Güneydoğu sorunudur denebilir. Bölgenin uzunca bir süre ihmal edilmesi, terörün ekonomi ve gelişme üzerinde gösterdiği negatif etki, terörün ve terörle mücadelenin yarattığı yıkım gibi birçok olgu, bölgeler arası kalkınmışlık açısından ciddi bir fark yaratmıştır. Eğitimden karayollarına birçok alanda iyileşme olsa da, ekonomik geri kalmışlık, fert başına düşen milli gelir ve işsizlik gibi göstergeler hâlâ yakıcı oranlardadır.
Bu ekonomik tablo, yarattığı iç göç ile meseleyi bir kez daha Türkiyelileştirmiştir. 1990’larda devletin güvenlikçi politikaları nedeni ile Türkiye’nin batısına göç edilirken, bugün özellikle gençler, iş umudu ve gelecek arayışı ile batıya göç etmektedir. Türkiye’nin en büyük Kürt nüfusuna sahip ili hangisidir diye sorulduğunda, artık doğrudan İstanbul denilebilmektedir. Ülkedeki Kürt nüfusu dağılımında bölgenin sahip olduğu oran her gün azalmaktadır.
Terör sorunudur denebilir. Cumhuriyet’in kuruluş dönemi isyanlarından sonra 1960’lara kadar sessizliğe bürünen talepler; 49’lar Davası, Doğu Mitingleri diye bilinen olaylarla, bu kez dini değil, sol siyaset ve literatürün etkisinde varlık göstermeye başlamıştır. 12 Eylül darbe dönemi var olan közü harlamış, 1990’ların köy yakma ve boşaltma gibi uygulamaları ise geri dönülmez bir şekilde, PKK etrafında odaklanan bir yangını doğurmuş ve büyütmüştür. Devlet, güvenlik politikaları ile sorunu sosyal ve siyasal açıdan büyütmüş, PKK’nın varlığını ise sona erdirme veya küçültmede başarılı olamamıştır. Devletin bu alanda tek başarısı; PKK’yı zaman zaman askeri olarak geriletmiş olmak ve bir alan/toprak hâkimiyeti kurmasını engellemiş olmasıdır.
Bir çalışmaya göre, Devletin değişik zamanlarda 10’dan fazla kere görüşmeler/ikna yolu ile PKK’yı silahsızlandırmaya çalıştığı ama netice alamadığını da kaydetmek gerekir. Birçoğu, çatışma çözümü formu içerisinde değerlendirilemese de, silahsızlandırma girişimleri devlet katında örgütün savaşarak yok edilemeyeceğine dair kuvvetli bir farkındalık olduğunu da gösterir.
Sorunun insan ve kaynak maliyetine ilişkin yapılmış sağlıklı çalışmalar maalesef bulunmamaktadır. Farklı çalışmalar incelendiğinde, bu süreçte 7.000’den fazla güvenlik görevlisi, 5.000’inin üzerinde sivil ve 40.000’in üzerinde örgüt mensubunun hayatını kaybettiği söylenebilir.
Ekonomik maliyete ilişkin de devletin bir raporlaması bulunmamaktadır. Ancak 2008 yılında Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek “300 milyar dolardan fazla harcamadan” bahsetmiş, 2013 yılında AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş artan ülke riski nedeni ile sadece borçlanma faizlerinde terörün ek maliyetinin 1.2 trilyon dolar olduğunu ifade etmiş, 2015 yılında IMF'nin Finans ve Kalkınma isimli dergisinde yayımlanan “Terörün Bedeli” başlıklı bir çalışmada ise Türkiye’nin terör nedeni ile mahrum kaldığı doğrudan yatırım miktarının 378 milyar dolar olduğu yazılmıştır.
Meseleyi isimlendirmede hangi tanımın tercih edileceğinden önce, meselenin ortaya çıkış sürecine dair iki temel veriyi de ifade etmek gerekir.
Türkiye’nin dönüşümünü, ekonomisini ve dış politikasını kilitleyen bu meselenin, biri Osmanlı dönemi, diğeri Cumhuriyet dönemi uygulamalarına dayanan iki temel sebebi vardır.
Osmanlı’nın bölge ağa ve mirleri ile aralarında var olan ve 1534 anlaşması ile hukuki zemine kavuşan feodal/bölgesel yönetim modelini ortadan kaldırma girişimi; Bedirhanlar ve benzeri isyanlarla karşılaşmıştır.
Lozan’a giden yolda bir Kürdistan talebini/girişimini vilayet bazlı yönetim sistemi vaadi ile savuşturan, bunu da 1921 Anayasasına yazan Ankara Hükümetinin, il bazlı yönetim sistemini 1924 değişiklikleri ile kaldırması, hilafetin ilgası, iskân politikaları, Kürtçeyi yasaklaması gibi uygulamalar genç Cumhuriyet ile bölge arasında büyük bir çatışma/boşluk oluşmuştur.
“Yönetim paylaşımından doğan çatışma” elitlerin sorunu iken, kimlik/kültür/dil politikaları ile vakıa her Kürt’ün yakıcı bir şekilde hissettiği, gündelik hayatının birer parçası olan meseleye dönüşmüştür.
İsimlendirmede tercih edilen kelimeler; siyasi tutumu, politika tercihlerini de içinde barındırıyor. Kürtlerin siyasi hafızası, sadece isimlendirmenin bile birçok şeyi ifade etmeye yettiğini hatırlatır. Bu nedenle Kürt Sorunu, meseleyi gündelik ve bireysel taleplere indirgeyen Kürtlerin Sorunları, salt bölgesel kalkınma ve ekonomik perspektifle olaya bakan Doğu-Güneydoğu Sorunu ve PKK’nın yok edilmesi hâlinde ortada bir sorun da kalmayacağına işaret eden Terör Sorunu ifadelerinden hiçbiri konuyu ifade etmekte yeterli olmadığı gibi, ilgilileri de tatmin etmez.
Kürt Meselesi/Sorunu ifadesinin nötrlüğü yanında sosyal, siyasal, hukuki ve ekonomik yönlere de işaret ettiği kabul edilir.
Cumhuriyet tarihi boyunca hem devlet/hükümet politikalarında hem de siyasi parti söylemlerinde bu isimlendirmelerden biri/birkaçı tercih edilegelmiştir. Kürtlerin siyasete/devlete bakış açısını belirlemekte tercih edilen siyasal dil kadar, pratik politikalar da belirleyicidir şüphesiz.
İçinde bulunduğumuz hâl nedir diye sorulursa, fasit bir dairede başa dönüldü denilebilir.
AK Parti dönemi Kürt politikaları ve söylemi müstakil bir yazı/değerlendirme konusudur elbette.
Dönemsel kimi sıkıntılara rağmen, demokratikleşme politikaları, insan hakları alanında yaşanan iyileşmelere paralel bir şekilde Kürt’e ve Kürtçeye dair konularda 2002-2015 döneminde belirgin bir ilerleme sağlanmıştır. Red-İnkar-Asimilasyon politikalarına son verilerek, devrim sayılabilecek adımlar atılmıştır. Devlet bürokrasisinde ve hükümet siyasetinde temsiliyet krizi doğurmayacak görevlendirmeler yapılmıştır. Anadilde eğitimden, yerel yönetimlere, PKK’nın silahsızlandırılmasından anayasal vatandaşlığa kadar atılması beklenen adımlar için beklentileri onaylayan, bildiğini hissettiren, imkânlar dahilinde çözüme yönelik adım atılacağı yönünde açık ve örtülü güçlü bir mesaj verilmiştir.
İkinci dönem olarak ele alınabilecek 2015-2020 dönemi ise devlet içi odaklar ve siyasi ittifaklar ile verilen fotoğraflar, Irak-Kürdistan bölgesinde yapılan referanduma verilen ölçüsüz ve hakaretamiz tepki, Kürtçe öğretmenlerinin atama taleplerinin neredeyse hiç karşılanmayışı, en az yüzde 15 nüfusa rağmen üst düzey bürokraside temsiliyetin yüzde 2-3’lere gerilemesi, bakanlar kurulu ve bakan yardımcılıklarında bölgesel temsiliyetin belki de ilk kez gözetilmeyişi, memuriyete kabulde güvenlik soruşturmaları ile sudan bahanelerle elenmeler, bölgede güvenlik bürokrasisi ve mülki idarenin parti propaganda zincirine dahil olması, HDP’yi terörize eden katı tecrit ve kayyım politikaları, Suriye’de ele geçirilen yerlerde Kürtçe tabelalara karşı alınan tutum ve daha birçok sebeple Kürt seçmenin ruh hâli 2002 öncesine evrilmiş, bunun sonucunda da AK Parti, Kürt seçmenden aldığı oylarda 18 yılın en düşük seviyesine gerilemiş, kimi yerlerde ise 2002 oy oranlarının dahi gerisine düşmüştür. Son 5 yıl, önceki 13 yılın neredeyse tüm pozitif algısını ortadan kaldıran, kolektif bilinci Kürt Sorunu temelinde uyandıran, ayrımcı/ötekileştirici negatif hafızayı canlandıran bir ruh/düşün hâli üretmiştir. Bu hâlin siyasi-sosyolojik sonuçlarının analizi ise başka bir yazının konusudur.
Demokratikleşmiş, sağlıklı işleyen sistemi, güçler dengesinin vatandaş ve sistem lehine dengesini bulduğu, ekonomisi gelişmiş ve müreffeh yaşam kalitesini yakalamış bir Türkiye’nin tabii olarak etnisite, din, mezhep temelli çatışma ve gerilimleri minimum olacaktır. Bununla birlikte, sıradan Kürt’ü ikna etmek için kimlik/dil/kültür taleplerini karşılamak yeterli iken, elitlerin ise ancak bir güç paylaşımı, yerinden yönetim modelleri ile tatmin olacağı ileri sürülebilir.
Temel hak ve özgürlüklerin evrensel standartta ve bir pazarlığa konu olmadan tanınması, garanti altına alınması ve yerinden yönetime dair sahici bir modelin getirilmesi meselenin esaslı kısmını çözecektir.
Olayı salt terörün bitmesi, PKK’nın silahsızlandırılması parantezinde görmeyen, yapısalcı bir anlayışla, meselenin arka planı, ürettiği maliyet ve bunların rehabilitasyonunu merkeze alan, sürekli, sürdürülebilir bir onarım ve iyileştirme anlayışı ile insan ve toplum merkezli barış iklimini hedefleyen bir çözüm süreci nasıl olabilir? “Hangi Çözüm?”, “Nasıl Bir Çözüm?” sorularına cevapları da bir sonraki yazıda aramaya devam edelim.
Bu yazı, batmansonsöz.net'ten alınmıştır.