Baran Zeydanlıoğlu-Bitlisname
İsimlerini çeşitli nedenlerden dolayı tarihe yazdırmış ünlü hükümdarlar vardır. Kimi cesareti, kurnazlığı, ele geçirdiği topraklar ve savaşçılığı ile, kimi de deccallığı, barbarlığı ve gaddarlığı ile tarihte anılır. Ancak öyle hükümdarlar da vardır ki, halkının refahı, selameti ve onların kültürel, sanatsal ve ilmi olarak gelişmeleri hususunda yaptıkları ile tarihe isimlerini yazdırmışlardır. Bu konuda isimleri zikr edilmesi gereken o mümtaz isimlerden ikisi de Endülüs’ün Emevi Sultanı II. Abdurrahman (ö. 852) ile Bitlis Beyliği’nin Kürd Hanı Abdal Han’dır (ö.1668). II. Abdurrahman hakkında onlarca değişik kaynak ve arşivlere sahip olunurken, Abdal Han üzerine ne yazık ki sadece tek bir detaylı kaynak bulunmaktadır.
Endülüs (Andalucia) üzerine yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılmıştır. İber Yarımadası’nın 710’lar ile 1490’lar arası Müslümanlar tarafından hakimiyetleri altındaki bölgelere verilen isimdir Endülüs. Emevilerin 7. yüzyılda Şam’dan batıya doğru ilerlemeleri, onların liderliğinde Müslümanların, günümüz İspanya ve Portekiz sınırları içerisindeki İber Yarımadası’nda yüzyıllarca egemen olmalarını mümkün kılmıştır. Başkenti Cordoba (Kurtuba) olan Endülüs, yaklaşık 800 yıl boyunca hem Avrupa’nın hem de İslam coğrafyasının çok önemli bir kültür ve sanat merkezi konumunda yer almıştır. Sahip olduğu o konumunun altınçağını ise Emevi sultanı II. Abdurrahman’ın hükümdarlığı döneminde 9. yüzyılda yaşamıştır.
Emevilere ve II. Abdurrahman’a dair oldukça zengin tarihi kaynak ve arşivlere sahibiz. Zira hem Arap hem de Avrupalı tarihçilerin kaleme aldıkları onlarca önemli eser bulunmaktadır. Aynı zamanda Ortaçağ Hristiyanları ve kiliselerinin yazıkları eserleri de unutmamak gerekir. Tüm bu kaynaklarda II. Abdurrahman’ın hem savaş sahnesindeki başarıları hem de onun girişimleri sonucunda, özelde Cordoba’nın genelde ise tüm Endülüs’ün nasıl bir ilim, irfan, sanat ve kültür merkezi haline gelerek, uzak diyarlardaki sanatçılar için bile bir cazibe merkezi haline geldiği aşama aşama aktarılır.
Mesela İslam Ansiklopedisi dahi II. Abdurrahman’a ve onun dönemine şu satırlar ile değinir:
’Meşhur mûsikişinas ve şarkıcı Ziryâb’ın Bağdat’tan Kurtuba’ya gelmesi, sanat hayatına büyük bir canlılık getirmiştir. Abbas b. Firnâs, Yahyâ el-Gazzâl ve İbrâhim b. Süleyman eş-Şâmî gibi âlim ve edipler onun sarayından himaye ve destek görmüşlerdir. Tarihçiler II. Abdurrahman’ın devrini malî bakımdan Endülüs’ün en parlak devri olarak kabul ederler ve bu devreye “eyyâmü’l-arûs” (düğün günleri) adını verirler.’
Her nekadar dünyaca ünlü Ziryab için ’Bağdat’tan Kurtuba’ya gelmiştir’ denilse de Ziryab aslında Musullu bir Kürd olup, Bağdat’da ünlü olmuştur. Dünya litaratüründe Flamenko’nun babası olarak da bilinen Kürd Ziryab’dır. II. Abdurrahman’ın elçilerinden Yahudi Al-Mansur’un dikkatini Tunus’ta çekmiştir Ziryab. Zira II. Abdurrahman, dünyanın herbir köşesine haber salarak kültür sanat ilim ve bilim alanında tecrübesi, çalışması ve hevesi olan herkesi Endülüs’e çağırmış ve gelen yeteneklere de destek çıkarak ülkesinin dönemin en parlak zaman dilimini yaşamasını sağlamıştır. Ziryab öncülüğünde konservatuarlar, kütüphaneler ve sosyal alanda önemli birçok mekan açılmıştır. Ziryab, Cordoba’ya günümüzden yaklaşık 1200 sene önce Milattan Sonra 822 yılında gelmiştir.
İber Yarımadası’nda kültür, sanat, mimari, gastronomi, moda, ilim ve bilim alanında birçok önemli kararlara imza atan Ziryab ve II. Abdurahman’a dair bolca yazılı kaynak bulunurken, yazımızın ikinci ve aslında ana figürü olan Bitlis hanı Kürd Abdal Han’a dair aynı şeyleri ne yazık ki söyleyemiyoruz.
Abdal Han ve onun hükümdarlığı hakkındaki yegâne kapsamlı kaynağımız, Osmanlı’nın ünlü seyyahı Evliya Çelebi’nin Bitlis’e 1650’lerde yaptığı ziyaret notlarıdır. Yani seyahatnamenin Bitlis bölümüdür. Yoksa Çelebi ile aynı dönemlerde Bitlis’ten geçen Fransız seyyah J.P. Tavernier de isim vermeden Abdal Han’dan kısaca şu şekilde bahsetmiştir.
‘Bu Bey ülkenin en güçlüsü. Diğer beyler ya Osmanlı Padişahı’na yada İran Şahı’na bağlı olup biat ederken, Bitlis Beyi kimseye biat etmemekte. Her iki devlet de bu Bitlis Beyi ile iyi geçinmek zorundalar ki, bu durum her ikisinin de menfaatine olur. Çünkü bu Bey, Halep’ten Tebriz’e, Tebriz’den Halep’e olan geçiş yolunu istediği zaman durdurabiliyor. Dağların biribirlerine çok yakın olmasından, bu geçitlerde on adam rahatlıkla bin adama karşı koyup buraları savunabiliyor.Bu güçlü Bey, ülkesinin saldırıya uğraması halinde 25 bin atlıyı meydana toplayabileceği gibi, emir vermesi halinde her an hazırda bekleyen ve ülkesinin çobanlarından (köylüler) oluşan hatırı sayılır sayıda piyadeye de sahip. Kürdlerin ülkesinden geçerek sehayat etmek çok zevkli’.
Abdal Han’ın misafiri olan Evliya Çelebi, bu yüce Kürd hanından övgüyle bahseder. Çelebi’nin naklettiğine göre Abdal Han, zamanının en iyi yetişmiş insanı olmakla birlikte, mensubu olduğu aşireti Bitlisli Rojkilerin de o dönem diğer Kürdlere göre bir basamak daha ilerde olduklarıdır.
Abdal Han, Şerefname’nin yazarı olan Şerefxanê Bedlîsî’nin torunudur ve Abdul Maani Şemseddin’in de oğludur. Abdal Han 1580’lerde Bitlis’te doğmuş ve 1668 yılında da İstanbul’da vefat etmiştir. Bitlis’teki medreselerde eğitimini görmüş olan Abdal Han için seyyah Çelebi şu cümle ile onu tanımlamıştır:
’Çok yönlü ve fevkalede yetişmiş mükemmel bir insandır. Birkaç dili çok iyi bilir. Kimya ve simya ilminde yüzlerce garip ve acayip bilgilere sahiptir. Beden ilmi ve din ilmi konusunda maharetli üstaddır. Calinus, Bukrat, Sokrat ve Filikos adlı eski hekimler bu hanın yanında ebced okuyan çocuk değillerdir. Cerrahlıkta benzersizdir. Çok iyi at binici silahşördür. İyi avcıdır. Av kuşları ilminde Menuçehr’dir. Göz hekimliğinde ustadır. Mimarlıkta öyle ustadır ki büyük sarayının bütün çizimlerini kendisi yapmıştır. Hattatlıkta ve şairlikte zamanının seçkini olup, kaside söylemekte ve rubaiyatta sanki Azmizade Haleti, Cami, Hafız-ı Şirazi ve Sayib’tir. Demirci ustasıdır, kuyumcu ustasıdır, usta saatçidir. Öyleki merhum Eğri Fatihi III. Mehmed Han’ın yüzüğüne saat takmıştır. Bu yüzüğün biri de Han’ın damadı Mahmudi Hanı Evliya Bey’in parmağında idi. Çok iyi mühür kazıcı, hakkak, musik okuyucusu ve sazendendir. Vaaz, nasihat ve tesfir ilminde sanki Abdullah İbn Abbas’dır………..’
Aslında Çelebi sayfalarca Abdal Han’ı anlatmıştır. Her nekadar çok abartılı benzetmeler ile Abdal Han’ı ve onun yapısını tasvir etmiş olsa da Çelebi’nin satırları arasından Abdal Han’ın ne denli birikimli, eğitimli, tecrübeli, cesur ve vizyon sahibi biri olduğunu anlayabiliyoruz. Abdal Han da kendisinden yaklaşık 800 yıl önce Endülüs’de yaşamış olan II. Abdurahman gibi, ülkesi olarak andandırdığı Bitlis’te muazzam adımlar atmıştır.
Çelebi’nin de aktardığı gibi, Abdal Han halkına hizmet etmek için bilim adamlarını, zanaatkarları ve sanatçıları Bitlis’e davet etmiş, onlara değer ve destek vererek gelişmelerini sağlamıştır. Abdal Han çağının en örnek hükümdarlarından biri olarak, sanat, kültür, ticaret, mimari ve bilimle uğraşanlara büyük imkan sağlamış, onlara hediyeler vererek bu zeki ve yaratıcı insanların Bitlis’te kalmalarını sağlamıştır. Medreseler inşa ettirmiş ve kütüphaneler kurdurmuştur. El sanatları, terzilik, dericilik, boyacılık ve özellikle de demircilikte çok nam salan ustaların yetişmesine olanak sağlamıştır. Öyle ki vilayetin ürettiği ürünler başka yerde yapılamıyordu. Kah saf yünden hazırladıkları çuhalar olsun, kah kılıç ve hançerleri, birçok il ve civar ülkelere ihraç ediliyordu.
Halep, Şam, Tebriz ve hatta Bağdat’tan tüccarlar Bitlis’e ticaret yapmaya gelirken, Bitlis medreselerinde çocuklarının yetişmesini isteyen Kürd Beyleri de bir sene öncesinden medrese sırasına çocuklarını yazdırıyorlardı. Şehirde 5 000 ev o evlerin kendilerine ait 600 hamamı ile çarşısında da 2 100 dükkan bulunmaktaydı. Halk arasında büyük bir dayanışma olduğunundan ve zenginlerin de kapılarını ardına kadar açtıklarından, hayır kurumlarına dahi gereksinim kaybolmuştu Abdal Han’ın döneminde.
Şehirde 70 okul ve 4 büyük medrese vardı. Her cami ve kilisede de öğretim görevlileri ile ilim irfan adamları hazır bulunmaktaydı. İnsanlar santranç, cirit ve polo oynuyorlardı. İnsanların soğuk kış günlerinde camilerde kulanacakları abdest suyununun sıcak olması dahi düşünülecek bir seviyede bilinç mevcuttu. Halkının ve kendi saray ahalisinin de dinlenebileceği, içinde balıkların bulunduğu yapay bir göl dahi inşa ettirmişti Abdal Han. Onun cariyelerinin Tıkılban mevkiide bulunan bu gölde yaptıkları sandal sefasını dahi yazar Çelebi.
Hanlar, köprüler, çeşmeler, dini yapılar, yollar ve imaretler yaptırarak halkının refahı için büyük çaba göstermiştir Abdal Han. Yaptırdığı bağlar, bahçeler, hamamlar, saraylar, onların sahip oldukları teknik ve mimari özellikleri Bitlis’ten geçen yerli ve yabancı ziyaretçileri şaşkına çevirmiştir.
Osmanlı sultanlarından IV. Murad’ın Bitlis’i ziyareti (1630’lar) sırasında yıkandığı hamama, konakladığı saraylara ve gezdiği bağlara hayran olması, Abdal Han’ın ulaştığı seviyeyi anlamamıza bir nebze de olsa yardımcı olacaktır ki, aynı hayranlığı Melek Ahmed Paşa ile birlikte yaptıkları Bitlis ziyaretine (1650’ler) istinaden Evliya Çelebi de yazar sayfalarca:
’17 dere içinde 12 bin bağ ve bu bağlarda ibretlik köşkler mevcuttur ki her bir bağ gönül açan dinlenme ve mesire yerleridir. Bu bağlarda çalışmak için Tebriz, İsfahan ve Hançıvan’dan 10 000 bin ırgat her sene gelir. Han’ın bir bağ sarayı vardır ki, onun haremi tarafında bir tirkeş oku menzilin uzunluğu ve genişliğinde bir Rıdvan cenneti bahçesi yer almaktadır. Eğer deryalar mürekkep, bütün ağaçlar kalem ve bütün yazıcılar toplanıp bu bağın özelliklerini yazsalar, denizde damla ve güneşte zerre kadar yazamazlar. Buradaki türlü türlü meyve ağaçları kış mevsiminde keçeler ile sarılıp korunurlar. Bu hıyabanda türlü türlü ibret verici seyirlik yüksek köşkler var ki her biri birer hazineye yapılamaz meliklere mahsus Havernak kasırlarıdırlar. Burada olan havuzlar, fıskiyeler ve selsebirler Rum’da yoktur. Her havuzun dört tarafında değerli küçük taşlardan öyle renk renk mermerler döşenmiştir ki, sanki Hind sedefkarişi ve pususkarisidir. Havuzların çevresinde çeşit çeşit dev suratlı ve arslan başlarından ve ejder kellelerinden adam boynu kalınlığında sular akıp aşağıda şebekeli bostanlara gider.
Bu nice küçük köşklerin kubbeleri içinde asılı cam ve kristal kaseler vardır ki, şadırvanlar o cam taslara isabet edince hüzünlü bir ses duyulur. Kısacası her diyarın üstadları birer çeşit ibret verici sanatlar icra etmişler ki diller ile anlatılmaz. Bağ Hamamı vardır ki Han sarayının hazine odasının camekanına dahil olur. Ferah bir hamamdır. Üç tarafı İrem Bağı’dır. Tüm pencereleri Fahri oyması gibi tunç ve demir şebekeli pencerelerdir. Arabi oyma pencereleri vardır ki Tebriz’den Acem hanları hediye olarak Abdal Han’a göndermişlerdir. Pencerelerin bütün kapaklarının oymaları içine siyah ham amber doldurulmuştur ki dışarıdan saba rüzgarı vurdukça, camekanda olan adamların dimağları kokulanır. Bu camekanların dört tarafı türlü türlü Çin çinileri ile kaplıdır. Yüksek kubbesinin çevresinde ve bütün pencerelerinin alt kısımlarında Çin çinisi içinde muhammed Rıza-i Tebrizi’nin hattıyla Fuzuli’nin Hamam Kasidesi büyüleyici güzellikte yazılmıştır.
Bu hamamdan Paşa efendimiz olan Melek Ahmed Paşa çıkınca Abdal Han’ın bizler için hazırlattığı özel sofralar meydan yerine geldi. Tam 200 gümüş lengeri ile misk kokulu nefis nimetlerin ıtriyatın kokusundan insan dimağı kokulanır. Bu 200 saf gümüş sahanlardan başka Han’ın köleleri altın ve gümüşlere batıp, bellerinde kenarları sırmalı peştamaller ve her birinin ellerinde birer mücevher fağfuri ibretlikler ile miskli ve amberli yemekler ile tam 200 taze ay parçası köle, kanunları üzere paşanın huzuruna hıtayi ve fağfurileri, nakışlı cam kaseleri ve mertebani gavrileri yerli yerlerine dizip her biri servi gibi divan durdular.
Bu Muhammedi sofrada olan peşkir ve mücevher saplı kaşıkların, şerbet kaselerinin ve sofra kap kacaklarının övülmesinde dil kısa kalır’.
O tarihlerde Bitlis her nekadar bağımsız bir beylik olsa da askeri işbirliği ve vergiler konusunda Osmanlı ile hareket eden ve Osmanlı’nın Van Beylerbeyliği’ne tabi bir statüye sahipti. Ancak seyyah Çelebi’nin de yazdığı gibi, Bitlis Kalesi’nin anahtarı daima Han’ın boynunda bulunurdu ve bu Kürd Beyliği bağımsız yönetilirdi. ‘Bunun sebebi de halkının özgür yaşama tutkusu ve cesaretinden kaynaklanıyordu’ diye belirtir Çelebi.
Van Beylerbeyi konumunda bulunan ve Evliya Çelebi’nin de dayısı olan Melek Ahmed Paşa ise Bitlis’in, haliyle de Kürd Abdal Han’ın, bu bağımsız ve güçlü durumunu bir türlü hazmedemiyordu. Melek Ahmed Paşa aynı zamanda da IV. Murad’ın kızı Kaya Sultan ile evliydi. Abdal Han’ı devirmek ve Bitlis’i de kendi himayesine alıp Osmanlı’ya tam teşekküllü katmak istiyordu.
Kısa zaman içerisinde Sultan Murad’ın da olurunu alan Melek Ahmed Paşa, 1655 temmuzu büyük bir ordu ile Abdal Han’ın Bitlis’ine saldırır. Melek Ahmed Paşa’nın fermanı ile tüm ordu ve ona destek veren bazı Kürd Beyleri, Tatvan- Bitlis arasındaki Rahva Ovası’nda toplanarak, Bitlis hükümdarı Abdal Han’a karşı taarruza geçerler. Mehter marşları, davullar ve ziller eşliğinde, atlı, yaya, okçular ve toplar ile, on binlerce kişiden oluşan silahlı bir güç Bitlis’in üzerine yürür.
Bitlisli Kürdler günlerce direnir ancak kaleyi ve şehri kaybetmekten kurtulamazlar. Abdal Han ve ona en yakın olan yüzlerce askeri bir şekilde Mutki Dağları’na çekilirler. Yalnız eşlerinden biri ve çocukları Bitlis’te kalmışlardır. Bir kaç gün boyunca Rojkilerin ve Bitlis’in önde gelenleri ile görüşen Melek Ahmed Paşa, bunların da onayıyla Abdal Han’ın oğullarından Ziyaeddin Bey’i 31 Temmuz 1655 tarihinde Bitlis’in yeni hanı olarak atar.
Melek Ahmed Paşa ve ordusunun Bitlis’e saldırısı sonucu hem Bitlis Kalesi hem de Bitlis şehri çok derinden zarar görür. Şehrin tüm zenginlikleri yağmalanır. Talan edilerek yok edilen hazinelerden biri de Abdal Han’ın dillere destan kütüphanesidir.
Abdal Han’ın hazine ve kütüphanesinin yüzlerce at ve katır sırtında, sandık ve torbalar içinde Rahva Ovası’na yığıldığını ve bu yağma, talan ve tarumar edilmelerinin dört gün aldığını yazar Çelebi. Büyük alim, düşünür, siyaset ve devlet adamı olan Abdal Han, ilime, bilime, edebiyat ve kitaba çok büyük önem veren, ehemmiyet ve saygı gösteren bir hükümdardı. Kendi yazdığı yetmiş altı adet Farsça, Arapça ve Kürdçe el yazmalarının, şiirlerinin ve notlarının olduğunu anlatan, seyyah ve tarihçilerin yanında, Han’ın şahsi çaba ve girişimleri ile topladığı binlerce kitap ve el yazmasının da kütüphanesinde yer aldığını yine Çelebi aktarmıştır. Kitaplara olan düşkünlüğü ve onlara olan saygısını, her bir siyasi iletişim, yazışma ve görüşme sırasında gönderdiği hediye sandığına, bir adet de kitap koyması ile de bilinen saygın bir hükümdardı Abdal Han. Mesela Melek Ahmed Paşa’nın önceki Bitlis ziyaretinde, Abdal Han ona çok ünlü eserlerden oluşan yirmi ciltlik kitap dahi hediye etmişti.
Abdal Han, kendisini ve Bitlis’i ziyaret eden Evliya Çelebi’ye de önceki ziyaretinde hediyeler vermişti ki bunlar arasında Şehname ve Kitabı-ı Gülistan da bulunmaktaydı. O ziyarete istinaden şöyle yazar seyyah:
‘Şanı yüce han, kadrimizi kıymetimizi yüksek tuttu. Hakire evvela bir samur kafası yeşil çukaya kaplı kürk, dondan gömleğe kadar baştan ayağa bir kat değerli giysi, bir kese kuruş, bir saba süratli at, bir kadife üzerine mebrum sırmalı eyer, raht (eyer takımı), eyer altlığı ile bir küheylan at ve bir de yelkendez sade çullu at başlığı. Ayrıca bir Gürcü kölesini bütün giysileriyle pür-silah atıyla hibe etti. Bunların yanında Abdal Han’ın 14 adet ciğer-köşe (oğulları) şehzadeleri, şehrin önde gelenleri, eşrafları ve aşiret beyleri de kılıç, gaddare, tüfek, zırh, kalkan, carik, kuşak, hançer, başlık, parça ipek, Buhti ve Cıskavi 70 adet Kürd hançeri, Keşmiri şal ve şapik, kaseler, öd, amber ve fincanlar verdiler. 3 günde 3 sepet giysi ve 7 küheylan at peyda ettim. Harem-i muhteremden Han’nın ehli Zal Paşa kızı eşi olan sultan hazretleri de bir zerduz bohça içinde bir kat pak kıyafet ve 300 kuruş gönderdi’.
Osmanlı’nın Van Beylerneyi Melek ahmed Paşa’nın gerçekleştirdiği saldırıya şahitlik yapan seyyh Evliya Çelebi, çağının en aydın ve ileri görüşlü hükümdarlarından olan Abdal Han’ın o zenginliklerinin nasıl yok edildiğini sayfalarca yazar.
‘önce 70 adet söz sahibi ağa, şehir kadısı ve hakir Bitlis Kalesi’ne gidip bütün eşyaları hakirin mührüyle bulup 70 adet katıra o çuvalları yükleyip otağda dağlar gibi yığdılar. Sonra Bitlis’in müftüsü, mollası ve diğer ağalar ile han bağına varılıp, hanın bütün hazinesi ve cephanesini oğlu Ziyaeddin Han yardımıyla 150 katıra yüklediler. Bir çivi bile bir hardal tanesi bile kalmayıp hepsi otağa tepe tepe dağlar gibi yığıldı. Bütün İslam ordusuna ve tüm beylere haber olunup Rahova Sahrası (Bitlis – Tatvan arasındaki Rahva Ovası) insan deryası olup mezat oldu’.
Aradan uzun bir zaman geçmesi ardından, Abdal Han Bitlis’e geri döner ve kendisine ihanet edenleri bir bir cezalandırarak şehri ve hanlığını tekrardan onarmaya koyulur. Ancak hem askeri, hem ekonomik hem de ilişkiler anlamında hiçbir şey eskisi gibi olmadığından büyük sıkıntılar çeker. Civar beylerbeyleri ve Kürd aşiretleri ile olan münasebetleri de eskisi gibi olmaz ve Osmanlı sarayı ile tekrardan müzakerelerde bulunmaya başlar. İstanbul’u son ziyareti sonrası orada uzunca kalır ve bu zaman onun hayatının son günleri olur. Abdal Han İstanbul’da öldürülür.
Alman tarihçi Wilhelm Köhler, 1928 yılında Münih Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezi çalışmasında, Abdal Han’ın İstanbul’da hayata gözlerini yumması detaylarını, Defterdar Sarı Hacı Muhammed Paşa’nın Zübde-i Vekayiat adlı eserini kaynak göstererek şu cümleler ile aktarır:
’1667–68 yılında Sultan V. Mehmed’in emri ile sadece boşalan kasasını doldurmak için Abdal Han boğdurularak öldürülür. Bu tür öldürmeler o zamanlar sıkça oluyordu’.