Türkiye-AB ilişkileri zor bir Ekim ayını geride bıraktı. 19 Ekim’de Avrupa Komisyonu, aday ve potansiyel aday ülkeler hakkındaki raporlarını açıkladı. Türkiye raporunda müzakerelerin durma noktasına geldiği kaydedildi. Türkiye’de demokrasinin ciddi zararlar aldığı ve işlevsiz hale geldiğine dikkat çekilen raporda, işadamı Osman Kavala ve HDP eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş'ın AİHM kararlarına rağmen hapiste tutulmaya devam ettiği de yer aldı. Bu raporun üzerinden bir hafta geçmeden ‘’10 büyükelçi krizi’’ yaşandı. Aralarında ABD ve 6 Avrupa Birliği ülkesinin bulunduğu 10 devletin büyükelçisinin, işadamı Osman Kavala'nın serbest bırakılması çağrısı yapması tansiyonu yükseltti.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın bu elçilerin istenmeyen kişi ilan edilmesi çağrısı sonrası, büyükelçilerin "Viyana Sözleşmesi'nin 41. Maddesi’ne riayet ediyoruz" açıklaması ve Türkiye'nin bu açıklamayı "olumlu" karşılaması ile bu kriz şimdilik savuşturuldu. Ancak Ankara-AB hattındaki anlaşmazlık konuları, bazı işbirliği alanlarına rağmen hala çıkmazda.
Peki, bundan sonra Türkiye-AB ilişkileri nasıl bir seyir izler? Almanya’daki Merkel iktidarı sonrası yeni yönetim ve Ocak ayında AB dönem başkanlığını Fransa’nın devralması Türkiye’yi nasıl etkiler? Avrupa Birliği’nin eski Ankara Büyükelçisi Marc Pierini ile konuştu.
Merkezi Washington’da bulunan düşünce kuruluşu Carnegie Vakfı’nda Türkiye üzerine araştırmalar yapan Marc Pierini, 10 büyükelçi meselesinin yapay bir kriz olduğunu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim amaçlı popülist milliyetçi bir siyaset izlediğini savundu.
Avrupa Birliği için meselenin sadece Osman Kavala’nın serbest bırakılması olmadığını da dile getiren Büyükelçi Pierini, Türkiye’de medyanın kontrol, yargının etki altında olduğunu, sivil toplumun taciz edildiğini söyledi ve AB’ye katılma sürecinin esasen “suya düştüğünü” kaydetti.
“Türkiye ve Batılı 10 ülke arasındaki büyükelçi krizinde, büyükelçilerin 6'sı Avrupa Birliği üyesiydi. Bu kriz şimdilik önlendi. Ancak sizce bu yaşananlar, Türkiye ile AB arasındaki daha geniş bir sorunun parçası mıydı?”
Marc Pierini: “Evet öyleydi. Aslında (Türkiye’de) hukukun üstünlüğünün ortadan kaldırılması uzun yıllardır bir mesele. 2013-2014'e kadar uzanıyor belki. Batılı ülkeler, 2014'te cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'dan defalarca hukukun üstünlüğünü yeniden tesis etmesini, siyasi mahkumların serbest bırakılmasını istedi. Avrupalılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Osman Kavala'nın kötü muameleye tabi tutulduğu gerekçesiyle Türkiye'yi kınayan Aralık 2019 tarihli kararının üzerinde özellikle duruyor. Zira Kavala aleyhine tek bir delil bulunmaması ve kaçma riski olmaması nedeniyle, dört yıldır tutuklu yargılanması suiistimal olarak kabul ediliyor. Bu nedenle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne olan taahhütleri uyarınca Türkiye, Osman Kavala'yı yargılanmak üzere serbest bırakmak zorunda.”
‘’Kriz tamamen yapaydı’’
“ABD medyası, büyükelçi krizini 'Türkiye Cumhurbaşkanı 10 Batılı diplomatın sınırdışı edilmesinden geri adım atıyor' şeklinde aktardı. Ancak Türk medyası, ABD ve diğer ülkelerin geri adım attığını yazdı. Mesele Avrupa perspektifinden nasıl görüldü?”
Marc Pierini: “Batılı ve Avrupa bakış açısına göre 10 büyükelçi, Viyana Diplomatik İlişkiler Sözleşmesi'nin 41. Maddesi kapsamındaki imtiyazlarını ve yükümlülüklerini kesinlikle aşmadı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, Batılı ülkelerin, sınırlarını gördüklerinden, geri adım attıklarını iddia ediyor. Bu üslup tamamen öngörülebilir çünkü kriz tamamen yapaydı ve derin bir ekonomik krizi, faiz oranı politikasındaki felaketi, bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili çok korkunç beklentileri ve daha başka şeyleri gizlemek için tasarlanmıştı. Cumhurbaşkanı ve iktidar ittifakının kamuoyu yoklamaları kötüye gidiyor. Yani yüzyıllarca yıllık bir formülü uyguladılar. İçeride işler kötü gittiğinde yabancıları hedef alırsınız. Türkiye'de komplo teorileri de nüfusun büyük bir kısmında oldukça işe yarıyor. Yani Cumhurbaşkanı (Erdoğan) ne yaptığını biliyordu ve Türkiye’de Avrupa Birliği büyükelçisi olarak beş yıl yaşadıktan sonra bana göre bu, seçim amaçlı tipik popülist milliyetçi bir siyasettir.”
“Avrupa Birliği, son yıllık raporunda, Türkiye'nin birliğe katılım sürecinin ciddi demokrasi eksiklikleri nedeniyle durakladığını ve Türk hükümetinin demokrasi ve hukukun üstünlüğünde devam eden sorunlara çözüm bulmadığı değerlendirmesine yer verdi. Komisyonun raporu ilk kez Ankara'nın AB destekli reformları uygulama konusunda ciddi olup olmadığını sorguladı. Siz bu raporu nasıl karşıladınız?”
Marc Pierini: “AKP iktidarının ve Erdoğan’ın başbakanlık ve cumhurbaşkanlığının aşağı yukarı ilk 10 yılında katılım müzakerelerinde ilerleme oldu ve pek çok reform yapıldı. Ancak sanırım bir noktada Cumhurbaşkanı, AB kriterleri sayesinde orduyu kışlaya geri göndermeyi ve orduyu siyasi bir rolden mahrum etmeyi başardığını fark etti. Gerisi onun iktidar kavramı için çok fazla kısıtlama demekti. Erdoğan’ın iktidar kavramı esasen kendi gücü ve kendi seçimi etrafında dönüyor. Bu da elbette ülkeyi Batı demokrasilerinde gördüğümüz kontrol ve dengelerden mahrum bırakıyor. Medya kontrol altında. Yargı etki altında. Sivil toplum taciz ediliyor. AB Komisyonu raporu tüm bunları söylüyor, hatta birkaç yıldır söylüyor. Yani şu anda ortada 'Türkiye'nin neden hala AB'ye katılımın hükümetin nihai hedefi olduğunu iddia ettiği' gibi bir durum var. Ancak Cumhurbaşkanı 2017’deki anayasa reformu ile, 2018 seçimi ile ve daha birçok kararla, AB'ye girmek için gerekenlerin tam tersini ortaya koydu. Bu yüzden belki de bir duraklamadan daha fazlası yaşanıyor. (AB’ye katılma sürecinde) duraklama nazik bir söz. Esasen süreç suya düşmüştür.”
“Türk Dışişleri Bakanlığı, raporun AB'nin ‘çifte standart yaklaşımını’ gösterdiğini kaydetti ve ‘haksız eleştirileri ve asılsız iddiaları’ reddettiğini söyledi. Bakanlık, AB'nin ortak çıkarları da göz önünde bulundurarak Türkiye'yi her gün karşılıklı ilişki kurulacak bir ortak olarak değil, müzakere eden bir aday ülke olarak görmesinin herkesin çıkarına olduğunu kaydetti. Anlaşmazlık alanlarının Avrupa Birliği'nin genel çıkarlarını aştığını düşünüyor musunuz?”
Marc Pierini: “AB ile katılım müzakerelerinin başladığı 2005 yılına kıyasla şimdi gördüğünüz Türkiye farklı bir Türkiye. Şu anda ekonomi iyi gitmese de Türkiye ekonomik olarak 15 yıl öncesinden, 16 yıl öncesinden daha büyük. Daha büyük bir ordusu var. Kendi sınırlarının dışında Suriye'de Libya'da, Güney Kafkasya’da, denizlerde müdahale etme kabiliyeti var ve bu askeri kapasite her hafta az ya da çok artıyor. Tüm bunlar katılım müzakerelerinin daha zor görünmesini sağlıyor. Çünkü her şeyden önce katılım müzakereleri, aday ülkenin yasalarını ve düzenlemelerini AB'ninkilerle uyumlu hale getireceğine dair basit bir varsayıma dayanıyor. Yani katılım bir müzakereden daha fazlasına uyumu gerektiriyor. Bu noktada Türkiye'de, en azından yönetici seçkinler arasında, dünyanın sadece bir tarafıyla, savunma açısından NATO, ticaret ve değerler açısından AB ile uyumun yeterli olmadığına dair bir his var. ‘Türkiye, ilişkilerini yeniden dengelemeli’ diyorlar. Rusya ve Çin ile daha fazla görüşmeyi, daha fazla iş yapmayı savunuyorlar. Bu, elbette iki nokta dışında prensipte geçerli bir görüş. Birincisi, NATO'nun Rusya'ya karşı bir savunma düzenlemesi olmasıdır. Yani Türkiye'nin şu anki durumu aynı anda hem NATO içinde hem de dışında olmak. AB ise Türkiye'nin açık ara en büyük yatırım, ticaret ve teknoloji transferi ortağı ve başka bir alternatifi yok. Çünkü Rusya'dan roket ve gaz satın alabilirsiniz, Ortadoğu'dan petrol veya gaz satın alabilirsiniz, ancak Rusya'dan veya Ortadoğu'dan belki spekülatif gayrimenkul yatırımı dışında çok fazla yatırım alamazsınız. Dolayısıyla Türk sanayisine katma değer, Türkiye ile AB arasındaki güçlü bir ilişkiden, 1995 Gümrük Birliği'nden gelir. Gümrük Birliği'nin ekonominin yeni gerçeklerine uyum sağlamak için yeniden müzakere edilmesinden gelir. Ancak tüm bunlar hukukun üstünlüğünün erozyonu ile bağdaşmaz. Avrupalılar sürekli masaya getirecek olsa da mesele sadece Osman Kavala meselesi değil. Eğer bir Alman yatırımcı veya İtalyan bir yatırımcıysanız ya da sadece bir tüccarsanız, Türkiye’de herhangi bir ihtilafta, davanızın tarafsız bir yargı sistemi, adil bir adalet sistemi ile ele alınacağından emin olmak istersiniz. Osman Kavala'ya ne olduğunu görünce, bir işadamının aklında büyük şüpheler oluşur.”
“AB-Türkiye ilişkileri, Ankara'nın Doğu Akdeniz'deki faaliyetleri ile 2019'da daha da gerginleşti ve hem Yunanistan hem de Kıbrıs ile gerilimi arttırdı. Bazı uzmanlar AB Komisyonu raporunu, ‘Doğu Akdeniz'deki kıta sahanlığı anlaşmazlıkları konusunda Yunanistan ve Güney Kıbrıs hükümetlerinin argümanlarını tekrarlamakla’ eleştirdi. Sizce AB Türkiye'nin argümanlarını duyuyor mu, birlik, ilişkileri ilerletmek için siyasi olarak gönüllü mü?”
Marc Pierini: “Türkiye ile ilişkileri canlı tutmaya yönelik ilgi kesinlikle var, ancak zorluk Türk Cumhurbaşkanı'nın üslubundan kaynaklanıyor. Cumhurbaşkanının kullandığı dil Avrupa Konseyi'nde, AB üye ülkeleri arasında normalde duyduğunuzun tam tersi. Yani burada farklı bir siyaset felsefesi, farklı bir siyasi kültür var. Duyduğumuz şeyse, Fransa Cumhurbaşkanının ruh sağlığı hakkında eleştiriler. Almanya Şansölyesinin bir Nazi kalıntısı olduğunu dair söylemler. (…) Yani siyasi alanda güven ve itimat kaybınız var. Ancak bu, savunma alanında büyük bir güven kaybıyla aynı zamana rastlıyor, çünkü Türkiye, Rus füzeleri satın alarak Rusya'nın NATO'nun savunma politikasında, savunma mimarisinde ayrışma yaratmasına izin verdi. Bu nedenle birçok siyasetçinin aklında Türkiye’nin kimin tarafında olduğuyla ilgili soru işareti var. Elbette Türkiye, üye ülkeler arasındaki bölünmelerden, deniz sınırlarının nasıl paylaşılacağına dair farklı görüşlere pek çok konuda şikayet edebilir. Ancak burada mesele uyuşmazlıklara sahip olmak değil, bu uyuşmazlıklarla nasıl başa çıkacağınızdır. AB yolunda devam etmek istiyorsanız, bu ayrılıkları fırkateyn göndererek değil, adil bir şekilde ve sessiz bir diyalogla halletmeniz gerekiyor.”
‘’Türkiye’nin Edirne sınırında paramiliter saldırısı kabul edilemez’’
“Bir diğer anlaşmazlık alanı da göç ve güvenlik. AB, 2015 göç krizi kadar büyük olmayan başka bir mülteci kriziyle karşı karşıya olabilir. Özellikle bu rapordan sonra AB ile Türkiye arasında olası bir ortaklık görüyor musunuz?”
Marc Pierini: “Bu, Türkiye'nin görmek istediği şekilde yüzde 100 bir ortaklık olmayacak, ancak Türkiye'nin üzerindeki yükü hafifletmek için Suriyeli mültecilere ve ev sahibi topluluklara kanalize edilen Avrupa parası mevcut. Bu, bu noktada kesin olan bir fon. Bir türlü geçmeyen korku ise, geçen yıl Şubat 2020'de Türkiye ile Yunanistan arasındaki kara sınırında yaşananların tekrarlanıp tekrarlanmayacağı. Türkiye o dönemde, İstanbul'daki Suriyeli olmayan mültecileri toplamış, otobüse bindirerek Edirne yakınlarındaki sınıra getirmiş ve geri yürümemeleri için arkalarında çevik kuvvet, silah doğrultarak, Yunan sınırındaki çitlere iterek tam anlamıyla paramiliter saldırı başlatmıştı. Bu kabul edilemezdi. Bu tür şeyler Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki güveni zedeliyor. Çünkü bu neredeyse hayal bile “Türkiye'nin AB üyelik hedefinin resmen iptal edilip edilmeyeceğine AB Komisyonu değil, AB'nin 27 üye ülkesi karar verebilir. Üye ülkelerin birçoğu, Türkiye'yi daha derin ticari bağlara dayalı farklı, daha gevşek bir ilişkiye sokmaları gerektiğine inanıyor. Türkiye'nin AB ile uyumuna ilişkin öngörünüz nedir?”
Marc Pierini: “Bu noktada, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ortaya koyduğu anayasa reformu ve siyasi mimariyi düşünürsek, beklentim sıfıra yakın, çünkü Türkiye'deki mevcut siyasi sistemin dayandığı ilkeler, AB'nin istediğinin tam tersi. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir katılım görmüyorum. Şimdi taraflar arasındaki bu sürekli ihtilafın da bir limiti var ve bu limit esasen ekonomik çıkarlar. Türkiye'nin Avrupa'ya ihracat yapması, Avrupa’dan da makine, teknoloji ve sermaye ithal etmesi gerekiyor. Bu nedenle, bir tür uzlaşma bulunması gerekecek. Bu aşamada göçle birlikte örneğin Gümrük Birliği'nin umut verici işbirliği alanlarından biri olduğunu düşünüyorum. Ancak Türkiye'deki yönetici seçkinlerin düşündüğünün aksine bu alanlar, hukukun üstünlüğünden kopuk değil. Ankara'nın şu anki açıklamaları, ‘hukukun üstünlüğünden bahsediyorsunuz ama aslında sivil toplum, muhalefet, politikacılar arasındaki tüm bu kişiler terörle ilgili. Bu işi bize bırakın.’ Hayır öyle değil ve bunun kanıtı, bu kişilere karşı ellerinde hiçbir delil olmaması. Bunun kanıtı, bu kişilerin Türkiye'de kamuoyunun geniş bir kesimi tarafından desteklenmesi. Bu yüzden bir şeyler yapılması gerekecek. Şimdiki Cumhurbaşkanı bunu bir sonraki seçimden önce anlayacak mı, halk kitlesel olarak muhalefet partilerine kayacak mı? Belki de sonunda seçim gerçekleşmeyecek mi, kim bilir? Önünüzde birkaç olası senaryo var ve ne olacağını göreceğiz. Seçime kadar önümüzde bir buçuk yıldan fazla bir süre var. İleri bir tarihe kaydırılabilir ya da ertelenebilir. Kim bilir? Bu yüzden henüz her şey belirsiz. Türkiye’nin yapması gerekense farklılıkları yönetmek, mültecilerle ilgilenmek ve muhtemelen ticari meseleleri ele almak.”
“Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye'ye yaptığı veda ziyaretinde, mevcut göçmen anlaşmasının önümüzdeki dönemde Türkiye-AB ilişkilerinin odak noktası olmaya devam edeceğinin altını çizdi. Şimdi asıl soru, Merkel'in yıllar içinde oluşturduğu bu politikanın, görevden ayrıldıktan sonra nasıl uygulanacağı. Merkel'in gidişi Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkileyebilir?”
Marc Pierini: “Bence Merkel'in siyasetten emekli olması mültecilerle ilgili anlaşmayı etkilemeyecek ama geri kalan her şeyi etkileyecek. Yeşiller, Sosyalistler ve Liberaller’in oluşturduğu koalisyon, bence hukukun üstünlüğü konusunda daha güçlü olacak ve Türkiye'deki meslektaşlarından ilerleme kaydetmelerini isteyecekler. Oysa Merkel mülteci anlaşmasını güvenceye almak uğruna Türkiye’deki siyasi sorunlara karşı çok hoşgörülüydü, çok yardımseverdi. Anlaşma Almanya için tabii ki önemliydi, çünkü mültecilerin çoğu Almanya'ya gitmek istiyordu. (Merkel) Elbette Almanya’daki Türkler’in sorunlarını gündeme getirdi, her ihtimale karşı Osman Kavala davasını gündeme getirdi ama Ankara’dan daha önce bahsettiğim ‘terör bağlantısı’ yanıtını aldı. Şimdi Türkiye’nin bu üslubu, bu gerekçeyi yeni Alman koalisyonuna kabul ettirmesi daha zor olabilir.”
“Almanya'da hükümetin kurulmasının beklendiği yıl sonundan itibaren AB dönem başkanlığını Fransa devralacak ve Fransızlar Nisan ayında yeni cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına gidecek. Önümüzdeki dönemde Türkiye-AB ilişkilerinde kayda değer bir ilerleme bekliyor musunuz?”
Marc Pierini: “Fransa seçimlerindeki adayların ve AB'nin Fransa başkanlığının, seçime yönelik siyasi tartışmaları veya Avrupa Konseyi'ndeki tartışmaları, Türkiye sorunuyla kirletmeme konusunda son derece dikkatli olmalarını beklerim. Türkiye'nin Avrupa siyasetindeki hemen hemen her şeye çok sesli bir şekilde karışması, şu noktada son derece zararlı olur. Eylül sonundaki Almanya seçimleri için yapılan kampanya sırasında, yaz aylarında bunu gördünüz. Elbette 3 milyon 500 bin Türkiye kökenli Alman olduğu için, Almanya'da Türk meselelerinin geçerliliği çok. Ancak bu meseleler kasıtlı olarak arka planda tutuldu. Almanya'da olduğu kadar önemli olmasa da Fransa'da da aynısı olacak. Ancak Avrupalı liderlerin görmek istediği son şey, 17 Nisan 2017'de Türkiye’deki anayasa değişikliği referandumu ve 18 Haziran'daki cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle bu iki yılda yaşananlara benzer şeylerin olması. (Türkiye’deki) İktidar partisinin politikacıları Avrupa ülkeleriyle olan ihtilafları kendi iç amaçları için kullandılar. Bu nedenle, Fransa’nın (AB dönem) başkanlığının veya Fransız seçim kampanyasının Türkiye tarafından seçim amaçlı kullanılmasından korkulabilir, haliyle Avrupalı siyasetçiler bundan kaçınmaya çalışacaklardır.”
”ABD yönetimi, Doğu Akdeniz gibi bölgesel sorunların çözümüne ağırlığını koymalı mı? Washington ne yapabilir?”
Marc Pierini: “Washington zaten bir şeyler yapıyor. Yönetim değişikliği, Türkiye Cumhurbaşkanı için büyük bir fark yarattı ve bunu temelde 3 Kasım'dan (2020 ABD Başkanlık seçimi) iki ila üç hafta sonra gördünüz. Yani daha önce Başkan Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında olduğu gibi bir hoşgörü veya yakınlık kalmadı. Artık hukukun üstünlüğüne önem veren ilkeli bir yönetim var. Diğer bir şey de Doğu Akdeniz ve Karadeniz'e ve Türkiye'nin buralardaki rolüne sadece Türkiye ile Batılı ülkeler ve diğer NATO müttefikleri arasındaki davalar olarak bakmamanız gerektiği. Olaya Moskova açısından da bakmalısınız. Nedir bu? Soğuk Savaş sırasında Türkiye, Sovyetler Birliği'ne karşı Güneydoğu Avrupa tamponuydu. NATO savunma sisteminin çok önemli bir parçasıydı. Kremlin'in algısı hala NATO'nun bir tehdit olduğu yönünde. 19 Aralık’ta (2018) ABD’nin Ankara’ya Patriot füzeleri satma kararı Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını daha da pekiştiriyordu. Kremlin açısından bu, Türk ordusunun Patriotlar ile, hayalet avcı uçaklarıyla, F-35’ler ve donanma havacılığında kullanılan F-35B’lerle donatılması anlamına geliyordu. Bütün bunlar savunma tedariki açısından en üst sıralarda yer alıyor. Dolayısıyla Türkiye'nin NATO içindeki rolü bir tehditti ve dolayısıyla Türkiye Cumhurbaşkanını Rus füzeleri almaya ikna ederek ve ABD'den F-35 uçaklarıyla ilgili gelecek yaptırımları doğru bir şekilde öngörerek Rusya birkaç stratejik puan kazandı. Moskova, Güney kanadında büyük tehdit olarak gördüğü şeyleri ortadan kaldırmış oldu. Yani Türkiye isteyerek ya da istemeyerek, buna tarihçiler karar verecek, NATO'ya Rusya’nın oyununa geldi. Bu önemli bir sorun. Bu sorun Avrupa başkentlerince uzun süre Washington'un ellerine bırakılmıştı. Ancak Trump başkanlığı döneminde Türkiye'ye bu kadar müsamaha göstermesini büyük bir mesele olarak gördükleri için Biden yönetimi ile daha yakınlar.”