Neco'nun anısına
23 Aralık 2016… Cumartesi, akşama doğru… Michigan eyaleti zemheri gibi… Kars, Sarıkamış, Erzurum soğukları Michigan soğuğunun yanında halt etmiş. Eksi 20’ lerde. Zemheri gibi. Eşimle birlikte oğlumu ziyarete gideceğiz Florida’ya.İklim şartlarına göre giyiniyoruz.Yünlü iç çamaşırlar, kazaklar, botlar, kulaklarımıza kadar inen yünlü kepler, ağzımızı burnumuzu muhkemce kapatan yün atkılar… Taksi çağırıyoruz. Yollar cam gibi, ama açık. Buzlanmaya karşı tuz serpmiş belediye… Gerald Ford Havaalanı’na geliyoruz. Salona girer germez sıcacık bir hava yüzümüzü yalıyor. Check-in masasına yöneliyoruz. Eşim hicaplı. Bavulu verirken güvenlik görevlisi latifeli bir eda ile takılıyor bize:
“Bavulda patlama olmaz değil mi? “diyor.
“Korkma biz Kürdüz, Kürtleri bilirsin Kobanê’de, Efrîn’de, yani Rojava’da…” diye gülerek karşılık veriyorum. Ciddi bir duruş sergiliyor güvenlikçi:
“Ne mutlu size,”ve “I wish I was a Kurdish, too” diyor. , keşke ben de bir Kürd olsaydım- ’’ Ve ekliyor: “Kızlı erkekli Rojava savaşçıları ile gurur ve onur duyuyoruz.”
Biniyoruz uçağa… Sıcacık… Yaklaşık üç saat uçuyoruz ve işte Florida’dayız. Gece saat 11.00. Oğlum karşılıyor bizi ve evine götürüyor bizi. Aşinayız Florida’ya… Ertesi sabah Pazar…
Kahvaltıdan sonra sahile iniyoruz. Uçsuz bucaksız okyanus önümüzde uzanıp gidiyor. Bulunduğumuz noktadan itibaren Okyanus sanki dünyanın geri kalan kara parçasını yutmuş da bitirmiş… Sergi seriyorum kumsala… Eksi 20’lerden artı 30 derecelere geliyor sıcaklık. Antalya Konyaaltı Plajı gibi ılık bir esinti var… Uzanıyorum serginin üstünde. Martılar viyak viyak ötüyor, yaylar çizerek süzülüyorlar okyanusun üzerinde… Su gökyüzü ile buluşmuş, güneş ipil ipil suda dans ediyor… Bu hava var ya bu hava… Ah ne güzelsin… Gözlerimi kapatıyorum… Buğulu, buharlı bir hava… Ve… Birden dalıyorum. Suya değil canim, hayallerime dalıyorum… En engin en derin en tatlı, en acı an kalleş… ne dersen… Hayallere dalıyorum… Billûrdan yapılma bir köşk, içi anı dolu… Sıra sıra, katman katman… Birer gizemli kitap gibi… Açıyorum kapısını bu gizemli billurdan köşkümün… Yüreğim şerha şerha, paramparça… Yüzümde belirsiz bir tebessüm, yaralı yüreğimde tatlı bir sızı . Dalmışım… Dış dünya umurumda değil, duymuyorum ki dışımda kalan dünyayı… Dalıyorum… Yüzüyor muyum, uçuyor muyum? Bilmiyorum. Ama birden yaklaşık kırk yıl önceye gidiyorum…
İstanbul Atikali’deki evimizdeyiz… Çok değerli bir konuğum var: Necmeddin Büyükkaya. Diğer arkadaşların her biri bir yerlere gidiyor… Benle Neco Florya’ya… Denize… Filinta gibi Neco… Uzun kollu, kırmızı bir hırka var üstünde. Durmuş, Avrupa’da geçirdiği günleri anlatıyor bana… Yakın geçmişte kaldığı Kürdistan dağlarını anlatıyor… Sohbetine doyum olmuyor. Adeta bir eğitmen gibi… Hele o iri gözlerinin içinden başlayıp yüzüne yayılan gülümsemesi yok mu? Aman Allah’ım! Ne güzel yaratmışın Neco’yu! Neco: “Biz ne yapalım?” diye soruyor. Cevabım:
“Sen bilirsin” oluyor. O da: “Denize!” diyor.
Evden çıkıyoruz. Belediye otobüsüne, Sirkeci’ye, oradan da trene biniyoruz, Florya’ya. Anlayacağınız Florida’dan Florya’ya aniden uzanıveriyorum. Farkında mıyım peki? Tövbeee… İşte sahildeyiz. Unutmadık meşhur küçük satrancımızı da yanımıza almışız. Mûsa Anter'den öğrendiğimiz satranç... Güneşlenirken satranç oynamak güzel… “Neyine?” diye gülümseyerek soruyor. “Öğlen yemeğine” diye gülümseyerek yanıtlıyorum. "Hadi bakalım" diyorum. “Şah, mat!”. Bazen ben ona mat çekiyorum bazen o bana.
Rıhtımda, kıyıda iskeleye yakınız. Birden bakıyorum suyun üstünde bir şey yüzüyor. Ok gibi fırlıyorum ve suda ilerliyorum. Neco bir anlam veremiyor. Eğiliyorum, yüzen cismi yakalıyorum. Çıkıyorum, yakaladığım şey avucumda. Yüzüme bakıyor. Elimdekini gösteriyorum. Suda yüzen bir 20 liralık. “Oooo! “ diyor, “öğlen yemeğimiz tamam ".
Yüzüyoruz… Sohbet, sohbet… Doktor Şıvan’dan Mustafa Barzani’den… Ali Askerî, Doktor Halit Ali, Doktor Fuad Aziz Akrawi’den, Ömer Dabbabe’den, İsa Suwar’dan, Eshed Xoşewî’den,Talebani’den… Biter mi sohbet, vakit geçmiş. Saatler ilerlemiş… İkindiyi geçmiş vakit. Güneş günü sonlamak üzere hızla tepetaklak aşağı doğru inişe geçmiş… Bindik trene. Tren ara istasyonlardan birinde duruyor. Ara istasyon yolcularını aldıktan sonra hareket ediyor. Tam o sırada altı yaşlarında bir kız çocuğu biniyor trene, arkasından koşarak gelen annesi trene binmeye fırsat bulamadan kapılar otomatikman kapanıyor. Kızcağız feryat figanı basıyor. Anası dışarıda kalmış, trenin yanı sıra koşuyor, kapıyı yumrukluyor kızcağız panik içinde viyak viyak bağırıyor. Nafile. Makinist nerden duyacak! Neco asıldığı istinat bileziğini tek elle tutarak diğer eliyle “acil durumlarda” kullanılan imdat kolunu çekiyor.
Hızlanmamış olan tren kısa sürede duruyor. Kadın içeri giriyor, kızına kavuşup sarılıyor. Görevliler geliyor Kimin imdat kolunu ve neden çektiğini soruyorlar. Neco: “Ben çektim” diyor. Nedenini anlatıyor. İnerken Sirkeci’de daireye gelmemizi istiyorlar. Denileni yapıyoruz. İmdat frenini çekmeyi makul karşılıyorlar, bize ceza kesmiyorlar. Laleli’deki Hacıbozanoğluları Lokantası’na geliyoruz. Sohbetler eşliğinde güzelce kebaplarımızı yiyoruz… Közlenmiş acı sivri isotun kokusu bir yana, acılığı iştah açıyor… Bir yudum ayran alıyoruz…
Ve ben ikinci bir seansa, üniversite yıllarımıza, boykotlara, işgallere, seminerlere, yürüyüşlere bir göz atıyorum… İstanbul DDKO lokalindeyiz. Zeki Tekeş ‘sadece şeyhlerin ocağı olmaz ya, bizim de ocağımız burası’ diyor. Necmeddin gülümsüyor… Neco İstanbul DDKO Başkanı’dır… Hummalı çalışıyor… Üyelere bilinç, gelen misafirlere fikirlerini, daha doğrusu IDDKO’nun görüşlerini sunuyor. Bir gün gene öyle bir araya geliyoruz lokalde… Necmeddin projektör gibi aydınlatıyor… “DDKO’nun verdiği görevleri harfiyen ve eksiksiz yerine getirmeliyiz… Kime ne görev verilirse mutlaka elinden geldiğince yerine getirmelidir…” Ve bu arada bana dönüyor: “Sait arkadaşımız bir sonraki semineri kendisi verecek… Konusu Diyalektik Materyalizm” diyor… Hâlâ olduğu gibi benim dine saygılı olduğumu biliyor… ‘’Materyalizm… İdealizm! Diyalektik! Ne demek bunlar?
Bilimsel olarak anlatılacak. O kadar iyi hazırlanacağız ki, üyelerimizin ve varsa o gün misafirlerimizin soracağı sorulara doyurucu cevaplar vereceğiz,” diyor. Dersime iyi çalışmam gerektiğini ima ediyor. Ev ödevi işte! Ne yaparsın, emir Başkan’dan gelmiş… Gülümsüyor yüzüme bakıyor. “Öğrenmek fena mı? İnanç başka, bilinç başka… Bir inançlı materyalizmi bilmeli, bir ateist idealizmi bilmeli… İsteyen metafiziğe inanır, isteyen fiziğe inanır’’ diye söylüyorum. ‘’Elbette’’ deyip başı ile onaylıyor.
“ Ne demişti Maksim Gorki?’”diyorum. Necmeddin iri gözlerini bana dikmiş dinliyor. Gülerken önce gözlerinin içi gülüyor. “Maksim Gorki, Ana adlı romanında ‘teori, kitleler tarafından kavrandığında maddi bir güç haline gelir’ demiş diyorum’’. Gülümsüyor Necmeddin.
Bir süre sonra seminerimi başarı ile veriyorum. DDKO lokali tıklım tıklım. Kimler yok ki: Musa Anter, Av Medet Serhat, Örfi Akkoyunlu, Mehmet Emin Bozarslan, Ferit Öngören… ve kalabalık bir DDKO üyesi gurup ve birkaç Dev-Genç’ten tanıdıklar…
O sırada “İstanbul Üniversitesi Merkez Bina’da işgal var!” diye haber geliyor. Necmeddin hemen çantasını koltuğunun altına alıyor, ‘eski tüfek’lerden izin istiyor ve kapıya yöneliyor. Çoğunluğumuz arkasından ilerliyoruz.
Bozkurt Nuhoğlu, Celal Doğan, Kemal Bingöllü, Cihan Alptekin, Deniz Gezmiş… herkes orda. Binlerce öğrenci katları, odaları tıklım tıklım doldurmuş… Akşama doğruydu. Ortam uğultu ile dolup taşıyor. Bir grup Tarık Zafer Tunaya’nın odasına doluşmuş, masalara, kitaplara zarar vermeye niyetleniyorlar, Necmeddin ileri atılıyor: “Arkadaşlar! Dostla düşmanı, den ile samanı karıştırmayalım. Tarık Zafer Tunaya bizleri anlayan bir aydındır. Lütfen onu da aleyhimize çevirecek davranışlardan sakınalım!” diyor. Sıkı ise dinlemesinler. DDKO Başkanı ve çevresinde yüzlerce ateş parçası DDKO’lu devrimciler var. Oda boşaltılıyor. O sırada iştahı kamçılayan yemek kokuları duyuluyor ve herkeste bir hareketlenme… Turan Emeksiz Lokantası’nın öğrenciler için yarına hazırladığı kazanlar dolusu haşlanmış et, pilav, tatlı kamulaştırılmış, üst kata çıkarılmış… Kıyamet kadar yemek… sebil… Herkes karnını doyuruyor. Necmeddin Siverek ağzıyla ‘zaryê mena!’’ diye sesleniyor ve DDKO’luları toplayıp gece geç saatlerde Site Öğrenci Yurdu’na, Diyarbakır Öğrenci Yurdu’na yönlendiriyor…
Günler sonra DDKO’nun yıllık olağan kongresi yapılıyor. Langa’da bir kahvehanede. Hazırlıklar tamam… Necmeddin kürsüde yıllı faaliyet raporunu okuyor… Bir yıl içinde yapılan çalışmaları ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. ‘’Materyalizmin M’sini ağzına almak istemeyen bir arkadaşımıza materyalizm konusunda seminer verdirdik’’ diyor ve gülümseyerek bana bakıyor…
Başa dönüyoruz. Atikali’deki evimize… Akşam yemek hazırlamışız. Allah ne verdi ise yiyoruz. Çaylar ve doyum olamaz sohbetler… Necmeddin Güney Kürdistan’a nasıl geçtiğini anlatıyor… Talebani ile tanışmasını… Pêşmerge kıyafetini giymesini… anlatıyor. “Dağlarımız her mevsim, hiç bir lojistik yardım almadan on binlerce pêşmergeye yetecek kadar doğal meyvelerle doludur… Ceviz, üzüm, incir, ahlat, badem, tihok, ilkbahar ve yazda, sonbaharda çeşitli yararlı otlar, pancarlar…” anlatıyor da anlatıyor. Kürdistan dağları ve Necmeddin… Sanki hala oralarda yaşıyor...
Vakit geç olmuş, stêrka qûl ipil ipil ışıldıyor… Derin sohbetlere balıklama dalmışız. Mest, mayhoş, düşüncelerden sarhoş, herkes odasına çekiliyor, derin uykunun bir yerinde… Tam da evet tam da o sırada… Tam o sırada... Şanssızlık... Yüzmekten dönen oğlum, daldığım hayal deryamdan uyandırıyor beni… Gerisini getirme fırsatını kaçırıyorum. Gözlerimde biriken yaşlar yüzümden akmakta olan tere karışıyor. Oğlum ve yanındakiler durgun olduğumu görünce “Ne oldu?” diye soruyorlar. “Hic!” diyorum, “Floridadan Florya’ya, kırk sene önceye uzanmıştım” diyorum ve Suadiye’ye, Musa Anter’in evine giderken defalarca Necmeddin’e okuduğum Cıgerhun’un şiirini Miamy Beach’te tekrar okuyorum, herkes duygulanıyor:
Hilkişîme çûme jorê her du rex min bendê rez,
Min dî pîrek tê ji Torê ker di ber de tê bi lez.
Hate nêzîk rojbixêrek da û wek min dil bi xem,
Pîre bî bû por-sipî bû taqî-reş bû rû gewez
.
Min ji pîrê xweş dipirsî ey metê tu ji kû ve tê;
Go ji Sêrtê diçme Bêrtê, xûniya romê me ez
.
Xan û eywan kirne wêran, mêr û jin serjê kirin,
Min go pîrê qey tu kurdî? çûye tilyên xwe bi gez.
Belkî benda rez bi guh bit dengê xwe pir hilmeke;
Pir ditirsim ez ji derbê singûyê roma teres.
Min digot, axa û beg; wê go kurê min guh medê,
Ew şivan in sermiyan in dane gur wan col û pez.
Min kurek tenha heye ew şandî bajêr medresê,
Wî du sê pirs bo me gotin pê helandin cerg û bez.
Gotî dayê em dixwînin wek Cegerxûn gotiye;
Zû bixwînin hev bibînin biçne Kurdistan bi lez.
Vakit geçmiş. Saatler ilerlemiş… İkindiyi geçmiş vakit. Güneş günü sonlamak üzere hızla aşağı doğru inişe geçmiş… Martılar okyanusun üstünde yaylar çizerek süzülmeye devan ediyorlar. Tatlı duygular içinde evin yolunu tutuyoruz. Kocaman binaların, iri iri çeşitli ağaçların gölgesi okyanus sularının üstünü kaplamış, okyanusa daha bir karanlık kimlik kazandırmış.
Neco! Yerine göre Dicle Nehri’miz gibi durgun, yerine göre Murat Nehri’miz gibi lemelem edip çağlayan, kişiliğinden, idealinden, hedefinden, stratejisinden asla taviz vermeyen Neco! Nur içinde yat! Saygı ile, sevgi ile özlem ve minnetle yad ediyoruz seni. İstanbul DDKO seninle tarihi bir fonksiyon gerçekleştirdi. Mehmet Cantekin’in, Battal Mehetoğlu’nun, Orhan Kemal’in cenaze törenlerinde seninle karşılıklı sol yumruklarımızı güçlü bir şekilde, havayı yırtarcasına yukarıya kaldırdığımız anları daha dün gibi, yıllar geçse de daha dün gibi hatırlıyorum. Bizden tecrübeliydin, deneyimliydin. Bizlere çok şey öğrettin. Kurdewerlik alanında söylediklerinin hiçbir tanesi yanlış hatta eğik bile değildi. İyi ki arkadaşınım ben NECO!
Nur içinde yat Cemile kardeşimin hayat arkadaşı… Kurdewer…