Israrla somut olana sert “zemine” geri dönmemiz gerekir derken, futbol bilincine “içkin”olmayan her şeyi katı bir tutumla dışlamak gerektiğini önermiyorum! Böylesi bir lüks için artık çok geç; çünkü eğer,bu oyunu en yüksek seviyede oynayan takımlar, muhtemel potansiyel rakipleriniz ise, korkarım artık, aradaki mükemmel farkı kapatabilmek için, salt futbol bilinci yetmeyebilir?
Ama bir şeyi yapabiliriz, zihinsel “obeziteden” kurtulup, irrasyonalist kaotik barbarlık ile kesinlikle kendisine yeten bir oyun bilinci arasında en azından “manevi” bir seçim yapabiliriz? İşe, bizim bu oyuna ilişkin bilgilerimizin genelde güvenilir olduğu yolundaki sağduyu inancı –geçici– olarak reddederek başlayabiliriz.
Bu tür bir tavır, oyunun olanaklı olduğunu sorgusuz sualsiz bir veri olarak kabul etti bugüne kadar; halbuki sorun da tam budur. Bay (Mustafa Denizli)'nin yorumladığı veya Sayın (Fatih Terim)'in oynattığı oyunun neyinden, açık seçik ve kesin olarak emin olabiliriz? Kulaklarımıza üflenen veya gözlerimizle deneyimlediğimiz şeyin, bir “yanılsama” olduğunun, artık neredeyse tartışma kaldırır yanı kalmadı.
Her haftasonu dünyanın değişik yerlerinde sahnelenen oyunlar, bu memlekette birilerinin bizimle fena halde kafa yaptığını, başka da hiçbir gerekçeye “ihtiyaç” duymaksızın, bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Eğer bütün dünya ile aynı anda edindiğimiz oyun bilinci, bu “şeyin” bilinciyse, o zaman Sayın (Fatih Terim)'in pişirdiği ve Bay (Rıdvan Dilmen)'in tattığı bu “cenaze” yemeği de neyin nesi? Düşünürken, düşüncemin belirli bir nesneye yöneldiğini bilirim. Eğer düşünce eylemim dünya futbolunun ulaştığı bugünkü boyutlarıysa, düşüncem, düşüncemin nesnesiyle içsel olarak ilişkili, karşılıklı olarak bağımlı olmak zorunda.
Bilincim dünyanın pasif biçimde kayıt edilmesinden ibaret değildir. Aktif olarak onu kurmak ya da ona “yönelmek” durumundadır.
Önermemin kabaca söylemeye çalıştığı şu; Bir oyuna ihtiyacımız var. Bu oyunu inşa edebilmek için de, “doğal” bir tavır içinde “kesinlik” avına çıkmak gerekiyor, yani somut olana dönerek sert zemine yeniden çıkmak gerekiyor. Öz'e.
Kabaca bu oyunun özü, bir gurup insanın, bir başka gurup insanın varlığına ve müdahalesine rağmen, yuvarlak topu, üç direk ve bir çizginden “hep birlikte” geçirmek keyfi değil miydi? Buradaki esas amaç o topu hep birlikte o çizgiden geçirmekti, ne pahasına olursa olsun o çizgiden geçirmek değildi. Birlikte eylemek öz, çizgiden geçirmek sonuç!
Sebepleri şimdi bir bir sıralamaya gerek yok, ama bu oyunun kendi özüne fena halde yabancılaştığı bir gerçek. Çizginden geçirmekten çok, hep birlikte “eylemeye” odaklanmak. Tuhaf bir paradoks; birlikte eylemenin olası problemlerine çözümler bulunduğunda, çizgiden geçirmek neredeyse garanti!
Ama bu memlekette Bay (Fatih Terim)'in kafası ile Sayın (Mustafa Denizli)'ın kafası çizgiden geçirme işine o kadar “yoğunlaşmış ki”, tek tek ağaçlara bakmaktan koca ormanı görür halleri kalmamış. Birlikte eylemenin o tüketilmesi imkânsız imkânlarına sırt dönmenin akıl alır yanı yok ama hâlâ egosu şişik muktedir, egemenlik alanı için, bu kaotik barbarlığı tek meşru şeymiş gibi ambalajlamaya devam ediyor.
Bir kaleden öteki kaleye gidebilmek için, rakibin varlığına ve müdahalesine rağmen, topu taşıyacak yerleşik, sabit ve kesin yapılara ihtiyaç var. Bunun sırrı rakip “analizi” basitliğinden elde edilmez. Sır, sahanın her santimetrekaresini yapılarınız için bir yol haritasına ve zamanın her saniyesini de, yapılarınız için özgül bir modele dönüştürme becerinizdedir.
Aradan yüz yıl geçti (1903- 1905- 1907) bu tecrübenin kanıtladığı ilk şey, hem kişisel“deneyimlerinizin” hem de bu deneyimden devşirdiğiniz futbol bilgisinin güvenilir olmadığıdır. Artık güvenilir ellerde olmadığımızı biliyoruz.