Haldi'nin Ülkesi (Welatê Xalda)

Nezîr Cibo

Şahsımê, şirin bir Yezidi köyüdür. Batman-Hasankeyf yolunun sol tarafında, petrol kuyularıyla ünlü kadim Raman Dağı’nın eteklerine kurulmuş birçok Yezidi köyünden biri…

Yıllar önce, üzerlerindeki çok yönlü baskılara dayanamayıp Avrupalara yerleşen birçok Yezidi gibi atalarının topraklarını terk edip Almanya’da yaşayan dostumuz Şekir’i ziyaret etmek için üç arkadaşla köye gittik. Saat beş gibi Diyarbakır’dan çıktık. Batman-Hasnkeyf yolunun 5. km’ sinden sola sapan ,dar, asfalt yola girdik. Yolumuz üzerinde bulunan Barısıl ve Keverzo köylerini geride bıraktıktan sonra Şımzê isimli Yezidi köyüne vardık. Geride bıraktığımız ilk iki köydeki kalabalık ve canlılık yerini bu köyde sessizliğe ve terk edilmişliğe bırakmıştı. Büyükçe bir köydü. 30-40 hane vardı; ancak evler tamamen boştu. Sonradan öğrendik ki sadece 9 ev kalmış. Girişinde jandarma arama noktası vardı; ama asker yoktu. Askerler tepedeki karakolda vardı. Yol köyün ortasından geçiyordu. Sağlı sollu boş evler ve sokaktaki sessizlik bende kasvetli bir hüzün yarattı. Alacakaranlık basıveriyordu ki asıl konağımıza, Şahsımê ye, vardık.

 

Şahsımê 3-4 hanelik bir köydü ve tek bir aile oturuyordu. Onlara misafir olduk. Zaten dostumuz Feqi Şekir( Feqi Ezidilikte bir mertebedir) de onların misafiriydi. Şekir’in köyü Batmanın Beşiri ilçesine bağlı Kınkans isimli bir köyüdür. Ancak, yöredeki güçlü Müslüman bir iki aile her türlü zor, tehdit ve sahtekarlığa baş vurarak köyü ellerinden almışlar. Topraklarını geri almak için başlattıkları hukuki mücadele devam ediyor. Dostumuz her yaz vatan hasretini gidermek için gelir, ancak doğduğu topraklarına, köyüne gidemiyor. Bu nedenle dostlarında misafir olarak kalıyor.

 

Bir yorgunluk çayından sonra birkaç kilometre ötedeki bir başka yezidi köyü olan Faqira’ya taziye için gittik. İlk kez bir Yezidi taziyesine gidiyordum. Burada ne yapılır, ne söylenilir, hiçbir bilgim yoktu. Hatta ilk oturduğumuzda gayrı ihtiyarı Fatiha okumak için ellerim yukarıya doğru açılır gibi oldu; ancak hemen durumu toparladım. Neden önceden sorup, adetlerini öğrenmeyi akıl etmedim diye kendime kızdım. Ancak beraber geldiğimiz arkadaşları göz ucuyla izleyince Fatiha’nın dışında hemen hemen bütün ritüellerin Müslüman Kürt taziyelerindekilerle aynı olduğunu gördüm. Böylece “Serê we saxbe”, “rehma xwedê lê be” vb. söylemlerle başsağlığı diledik. Başsağlığı faslından sonra koyu bir sohbet başladı. Sohbet dönüp dolaşıp bölgede yıllar yılı Yezidilere uygulanan baskı, eziyetlere geliyordu. Gerek orda gerekse daha sonra ev sahibimiz Ali Kartal’la yaptığımız sohbetlerde önceleri bilmediğim ya da yarım yamalak duyduğum birçok şeyin aslını öğrenme fırsatı buldum.

Kürtlerin, “WELATÊ XALDA” (Kürtçe’de Xaldi’nın ülkesi anlamına gelen bu isim, Türkçe ifadeyle “Haldi’nin Ülkesi” anlamına geliyor. Haldi, bilindiği gibi Urartuların savaş tanrısıdır. Doğrusu tarihi gerçekler açısından araştırılması gereken önemli bir konudur.) dedikleri bölge, Kuzeyde Beşiri, Kurtalan; güneyde Hasankeyf ve Dicle Nehri arasında kalan bölgedir. Diğer bir ifadeyle kuzeyde Garzan Dağları, güneyde Raman Sıra Dağları’nın kapladığı bölge Welatê Xalda dır. Bu bölgede eskiden toplam 366 Yezidi köyü varmış. Ancak bölgeye hakim olan devletler, Müslüman Kürtler ve diğer Müslüman halkların yıllar boyu süren baskıları sonucu Yezidiler topraklarını terk etmek zorunda kalmış ve bölgedeki Müslümanlar bu topraklara el koymuşlar. Böylece günümüzde 366

köyden geriye kalan Yezidi köylerinin sayısı 20 bile değil. Hali hazırda Yezidilere ait kabul edilen Welatê Xalda köyleri şunlar:

1-Handuna

2-Duşa

3-Baziwan

4-Şımzê

5-Cınêrya

6-Qorıx

7-Kelhok

8-Feqira

9-Enap

10-Hacrê

11-Geduk

12-Texrê

13-Şahsımê

Bu köylerden, her biri 20 ile 50 haneli, hatta bir kısmı 50 hanenin üzerindedir. Ancak hemen hepsi birer viraneye dönüşmüş, evlerin büyük kısmı yıkılmış ve boşalmış. Bunlardan Şahsımê’de 1, Şımzêde 9 ve Feqira’da 4 aile kalmış. Diğerleri ata topraklarını terk etmek zorunda kalmış. Büyük bir kısmı Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleşmiş. Bölgedeki diğer köylerin durumu bunlardan pek farklı değilmiş. Kalanlar genellikle yaşlı kişilermiş. Bir zamanların yaşayan, canlı, her şeye rağmen yaşam dolu köylerin sokaklarında birkaç yaşlının dışında in cin top oynuyor. Geriye kalanlarla sohbet ettiğinizde, yüzyıllarca yapılan haksızlık zülüm ve baskıların izlerini yüz ifadelerinde, davranışlarında bulmak mümkün. Tedirgin, kuşkulu, güvensiz ve dargındılar. Bir zamanlar yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için şehir merkezlerine giremediklerini hüzünle anlatıyorlardı. Birçok kez linçle karşı karşıya kaldıklarını, tartaklandıklarını, küfür ve hakarete uğradıklarını anlattılar. Bugün bile besledikleri hayvanları, ürettikleri ürünleri serbestçe pazara götürme imkanları yok. Müslümanlar “haramdır” diye almıyorlar,(Öte yandan aynı Müslümanlar pek çok araç gereç ve gıda maddesinin ithal olanına ilgi gösteriyor.) besledikleri hayvanların etini yemiyorlar. Pazar yerlerine, şehir merkezlerine bile sokulmuyorlar. Hala var mı, bu tür uygulamalar, diye sorduğumuzda: “Eskisi kadar olmasa da devam ettiğini” söylüyorlardı.

 

Bunları dinlerken Batmanlı kadim dostum Heybet’ten duyduğum şu hikayeyi hatırladım:

 

“ Yıl 1978. Yer Batman’ın Cumhuriyet Meydanı. Şehrin en merkezi noktası. Welatê Xaldalı iki Yezidi İhtiyaç duydukları bir iki öteberiyi almak için ürkek adımlarla bir seyyar satış tezgahına yanaşırlar. Tezgahın başında uzun sakallı, külahlı biri var. Batman’ın tanınan bir siması, halk arasında “Sofi Berebat” diye bilinir. Sakallı onların Yezidi olduğunu anlar ve onlara “satacak malının olmadığını söyler” Bununla kalsa ne ala; Sataşmaya başlar. Yüksek sesle şeytana lanet getirir. Her ne kadar iki Yezidi: “Sofi yapma, milleti başımıza toplama, malını vermiyorsan da verme; ama bırak sessiz sedasız gidelim!” deseler de sofi ha bire bağırır: “Kafir Yezidiler, şeytanı savunuyorlar!” diye cahil güruhu başlarına toplar. İhtiyaçları olan bir iki öteberiyi almak için şehre gizlice giren günahsız iki insan linç edilmek üzere iken polis olaya el koyar ve onları karakola sokar. Ancak gözü dönmüş kalabalık, karakolun kapısına dayanır ve “O kafirleri bize verin!” diye bağırırlar. Giderek kalabalıklaşan azgın güruhu dağıtmak için polis havaya ateş açmak zorunda kalır. Bu arada bir polis şefi bir yandan kalabalığı coplayıp tekmelerken, diğer yandan dini, imanı da katarak ağza alınmadık küfürler savurur. İki savunmasız zavallıya aslan(!) kesilen külahlı, sakallı softa takımı çil yavrusu gibi dağılır. O esnada olayı uzaktan üzüntüyle seyreden devrimci bir genç, kaçışan softa takımına seslenerek: “Bakın size, dininize hiçbir zararları dokunmayan, savunmasız, zavallı iki insana sırf inançları farklıdır diye din iman adına saldırıyordunuz. Oysa dininize, imanınıza küfreden polisin önünden kaçacak delik arıyorsunuz. Yiğitseniz polise de karşı koysanıza… Eğer bu cesareti gösterebilirseniz biz de sizi destekleriz!” der Ancak nafile, biraz önce savunmasız, iki insanı linç etmeye çalışan sözde dindarlar, bu sözleri işitmezlikten gelirler.”

Bu olayın yaşandığı günden bu yana 30 yıl geçmiş; ama zihniyet hiç değişmemiş. Ne acı…Kendilerine “Xelkê Rojê”(Güneşin Halkı) diyen bu onurlu ve mert insanları en çok üzen ve inciten şey: Hiç hak etmedikleri bütün bu zulmü onlara reva görenlerin Kürt kardeşlerinin olmasıdır. … Geceyi Şahsımê’de Ali Kartal’ın evinde geçirdik. Akşam yemeğinde kendilerinin beslediği ve kendi elleriyle kesip kızarttıkları tavuk etini Müslüman olarak afiyetle yedik. Akşam yemeğinden sonra yatmak için başka bir eve geçtik. Ev çok temiz ve düzenliydi. O yörenin şartlarında çok lüks sayılabilecek banyosu, alafranga tuvaleti ve sıcak suyu vardı. Geç saatlere kadar, kurulan zengin bir yer sofrasının etrafında viskilerimizi yudumlayarak sohbet ettik. Sofrada bağ bahçelerinde yetiştirdikleri iri taneli siyah ve beyaz üzüm, armut, ufak ama çok tatlı ve lezzetli incirlerden bol bol vardı. Ayrıca çok lezzetli bir çeşit fıstık vardı. Antep fıstığı sanmıştım; ama değilmiş. Dolgun ve çok lezzetli bu fıstık türü bizzat yörede yetiştiriliyormuş. Sabah kalktığımızda evin arkasında salkım salkım fıstık yüklü ağaçları gördük.

 

Sabah kahvaltı öncesi “Qubıl Dor” adını verdikleri mezarlığa gittik. Mezarlık yüksek bir tepenin üzerindeydi. Eskiden tepenin hemen yamacında bir köy varmış. Qubıl Dor bu köyün ismiymiş. Taş ev harabeleri artık toprağa gömülmeye yüz tutmuştu. Tepenin doruk noktasında koca ve asırlık olduğu her halinden belli olan bir meşe ağacı vardı. Ağacın hemen yanında kubbemsi bir tümsek ve üzerindeki güneş sembolü dikkat çekiciydi. Aynı sembol hemen bütün mezar taşlarının üzerinde de vardı. Biraz daha dikkat ettiğimizde bütün mezarların doğuya yani yine güneşe baktığını gördük. Tümseğin birkaç adım ötesinde küp şeklinde bir kulübe vardı. Kulübenin güneşe bakan tarafında ufak bir pencere konmuştu. Bir köşesinde Kürtçe’de “tıfık” denilen bir ocak bulunuyordu. İçindeki kül ve kömürleşmiş odun parçalarından orada sürekli ateş yakıldığı anlaşılıyordu. Bütün bunları ve ibadet ederken yüzlerini güneşe çevirmelerini hatırlayınca kendilerine “xelkê Rojê” demekte ne kadar haklı olduklarını anlamamak mümkün değildi.

 

Qubul Dor Mezarlığı’ndan inerken dostumuz Feqi Şekir, uzaktan çok eski olduğu belli olan bir mezar gösterdi: “Biz bu mezara qabristana “Keçka Xezali” diyoruz.”dedi ve şu hikayeyi anlattı:

“ Uzun yıllar önce, Muş taraflarında evin kızı bir rüya görür. Rüyasında yezidi olduğunu ve kısa bir süre sonra öleceğini gördüğünü söyler. Aile efradı kızın aklını kaçırdığına inanır. Ama kız rüyayı gördüğü günden kısa bir süre sonra hastalanır ve yatağa düşer. Kısa süren bir hastalık evresinden sonra da vefat eder. Ölmeden önce babasına vasiyet eder: “Baba ne olur beni Qubul Dor’a gömün:”der. Baba Qubul Dor’un nerede olduğunu ve nasıl gidileceğini bilmez. Kız da hayatı boyunca Muş’tan dışarıya çıkmamıştır; ancak rüyasında oraya gittiğini ve babasına da nasıl gidileceğini tarif eder. Bu aile efradını ve ahaliyi daha da şaşırtır. Bunun üzerine babası kızının vasiyetini yerine getirir ve kızın naşını buraya defneder. Her ne kadar daha sonra Müslümanların mezarı boşalttığı ve kızın naşını başka bir yere götürdükleri söylense de “Keçka Xezalı” nin mezarı bizim için bir türbedir. Önünden geçerken mezar taşını öpmeden geçmeyiz.”

Feqi Şekir, hikayeyi bitirdiğinde mezardan hayli uzaklaşmıştık. Gidilmesi zor dik bir yamaçta olması nedeniyle de çok hayıflandığım halde Keçka Xezali’nin mezarını ziyaret edemedik. Fatiha mı okuyayım, yoksa güneşe dönüp rahmet mi dileyim diye bir süre ikirciklenmekle birlikte sonunda içimden: “Hoşça kal Keçka Xezali!” diyerek ayrıldık.

 

Köye vardığımızda kahvaltımız hazırlanmıştı. Evin ön avlusuna kurulan masanın etrafına yeterli sayıda sandalye konulmuştu. Her nedense sofrada, epey zaman vardı ki tadına hasret kaldığım doğal köy yumurtası yoktu; ama o sınırsız Kürt cömertliğine toz kondurulmamıştı. Çok zengin bir sofra hazırlanmıştı. Sofrada nefis tereyağı, yoğurt, yağlı peynir, reçel, bal ve daha birkaç dakika önce biraz ötede bulunan bağ bahçeden getirilen, yöreye özgü tamamen doğal yöntemlerle yetiştirilen salatalık, domates, iri taneli siyah ve beyaz olmak üzere iki çeşit üzüm, armut ve incir vardı. Yıllar vardı ki böyle yapaylıktan uzak, doğal, zevk ve estetik yoksulu beton yığınlarının bulunmadığı bir ortamda bulunmamıştım. Gözün alabildiği kadar uzanan heybetli Garzan ve Raman Dağları’nı ve onlara teğet geçen sonsuz maviliği seyrederek, anlatamayacağım kadar keyifli bir kahvaltı ettik. Şimdi, şehrin o kirli, grimsi gökyüzü ve onun altında aynı kirli görüntüde sıralanan ucube beton yığınları bana daha çirkin ve tiksindirici görünüyor.

 

Ve ayrılma zamanı… Dünya tatlısı dostlarımıza, bize gösterdikleri içten, misafirperverliğe teşekkür ederek vedalaştık. Onları yalnızlıklarıyla kederleriyle mutluluk ve mutsuzluklarıyla baş başa bırakarak oradan ayrıldık.

Batmana kadar, geldiğimiz güzergahı takip ettik. Batman’da rotayı değiştirdik. Daha önce Bismil üzeri gelmiştik. Cahfer’in: “Silvan üzeri gidelim, bizim köyde(Kürthalil Köyü) bir mola verir, yağsız bir ayran içeriz.” deyişine gülüştük; çünkü bu aynı zamanda bana atılan bir taştı. Dikkatli okuyucu hatırlar, bundan önceki yazımızda(Dicle Vadisi, Kürthalil Köyü ve Kene Korkusu) Caferlerin köyü olan Kürthalil’e yaptığımız küçük geziyi anlatmıştık. Bu arada Cahferin babasına da misafir olmuştuk. O anı anlatırken şöyle bir cümle sarf etmiştik: “…temiz bir tepside ayran ve yanında buz geldi. Ayranın yağı alınmıştı, yine de kana kana içtik.” İşte Cahfer “Ayranın yağı alınmıştı” sözüne alındığını(!) ima ederek dokunduruyordu.

 

Cahfer’in önerisini kabul edip Silvan yoluna girdik. Batman çayının suladığı ovayı görmeyeli ova epey değişmişti. Eskiye göre çok daha yeşildi. Bir tarafta pamuk, mısır, tarlaları diğer tarafta kavun karpuz, biber, domates, salatalık bostanları alabildiğine uzanıyordu. Malabadê Köprüsü’ne kadar o yeşil örtüyü yara yara yol aldık. Ancak Halit arkadaşımızın, yetiştirdikleri sebze ve meyveyi yol kenarında sergileyen köylülerden alışveriş yapmak istemesi nedeniyle sık sık mola verdik. Ana cadde üzerinde 200-300 m. aralıklarla, üzerleri çalı çırpıyla kapatılan çardakların altında, kavun, karpuz, domates, salatalık vb. ürünler sergileniyordu. Halit, arabanın bagajını Azizo adı verilen kavunla doldurdu. Çok tatlı bir kavun türüymüş. Aslında yörenin bildik bir kavun türü, ancak ben isminin Azizo olduğunu yeni öğrendim.

Nihayet, Kürthalil’e vardık. Öğle arasıydı. Dışarıda yakıcı bir sıcak vardı. Tavanı ahşap kaplı, toprak eve girdiğimizde ev sahibimizin sıcak ve içten karşılamasıyla birlikte hoş bir serinlik yüzümüze vurdu. Yün yastıklara dayanıp ayaklarımızı uzattık ve bu sefer soğuk, tam yağlı ayarını kafaya diktik.

 

Cahfer’in babasıyla Yezidilerle ilgili başlayan sohbetimiz bir çeşit tartışmaya dönüştü. Konuya çok farklı pencerelerden bakıyorduk. Tartışmada konu “tartışılmaz” “kutsal değerler” olunca sonuç almanın mümkün olmadığını bir kez daha gördük. Gönül kırıcı olmamak için de çok uzatmadan konuyu kapadık. Kalkmak için bir hamle yaptık. Hamlemiz başarılı olamadı ;ama tartışmayı yatıştırmaya yetti. Yemek hazırlanıyordu. Her ne kadar inandırıcı olmayan “tokuz” “yemeğe gere yok” gibi nazla karışık nezaket gösterileri yaptıysak da bizi oturttular. Kendi payıma sevinmedim diyemem. Çünkü o tertemiz yer sofrasına bu ikinci oturuşumdu ve yemeklerin tadına yabancı değildim.

 

Yemekten sonra azat edildik ve yola koyulduk. Güzelim tarihi surların beyhude bir çabayla gizlemeye çalıştığı ucube beton yığınlarına yaklaştıkça, Welatê Xalda’ya özlemim de artıyordu.