Haber Merkezi- Tarih ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre ABD-İran arasındaki düşmanlığın temelini dünyevi realiteden ziyade, her iki devletin eskatolojik, tarihsel misyon inançları oluşturuyor. Bozarslan’a göre her iki devlet de şiddeti temel aldığı halde stratejik akıldan yoksun. Bozarslan özetliyor: Trump yönetimi, 1830’lardan beri görülmüş en serseri mayın, İran, milis temelli Ortadoğu stratejisinde tıkanmış vaziyette. Ortadoğu’da anti-demokrasiler giderek körleşen sistemlere dönüştü. Irak, Suriye, Lübnan gibi ülkeler bölgesel hegemonik stratejilerin tutsağı olmaktan kurtulamıyor. Avrupa’da ise demokrasinin narsistik bir çerçevede algılanması, bizatihi demokrasiyi çürütüyor. Ama tüm bunlar üçüncü bir dünya savaşının alameti değil.
Neredeyse yarım asırdır devam eden ABD-İran düşmanlığı, 2020 yılının ilk günlerinde, 3 Ocak’ta Bağdat’ta Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesiyle yeni bir boyut kazandı. ABD’nin bu büyük hamlesine karşı İran’ın nasıl bir mukabelede bulunacağı, ABD’nin bu mukabeleye nasıl yanıt vereceği ve gerilimdeki tırmanışın sıcak bir savaşa evrilip evrilemeyeceği, hatta üçüncü bir dünya savaşını tetikleyip tetiklemeyeceği çoğu sığ, sayısız senaryonun konusu.
İki devlet arasındaki tarihsel düşmanlığın arka planını okumadan geleceğe dair kestirimlerde bulunmak ise son derece güç. İran başta olmak üzere bölge rejim ve toplumlarını yıllardır derinlikli akademik çalışmalarına, kitaplarına konu eden ve bu konuda sayısız makale yayınlayan, Ortadoğu’da şiddet ve siyasal hareketler konusunda en yetkin isimlerden, EHESS-École des Hautes Etudes en Sciences Sociales (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) öğretim üyesi Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a bağlanıyoruz…
Pentagon’un açıklamasına göre İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ABD Başkanı Trump’ın talimatıyla, 3 Ocak’ta Bağdat’ta öldürüldü. Sizce neden Kasım Süleymani ve neden şimdi?
Aslında garip bir süreç söz konusu. Her iki tarafta da şiddet temel bir boyut aldığı halde ortada stratejik bir akıl yok. Hatırlanacak olursa şiddete dayalı bu sürecin bir önceki halkası, İran’ın veya İran destekli güçlerin Suudi Arabistan’da Aramco tesislerine yönelik saldırısıydı. ABD, 14 Eylül 2019 tarihinde insansız hava araçlarıyla yapılan bu saldırıdan İran’ı sorumlu tutmuş, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo saldırıyı ilk kez ‘savaş nedeni’ sözleriyle tanımlamıştı. Aramco’ya yönelik saldırılar teknik anlamda “mükemmel” saldırılardı. Fakat bu saldırıların hangi stratejik aklın ürünü olduğunu saptayabilmek çok zordu. Aynı şekilde ABD’nin de Kasım Süleymani’yi teknik olarak “mükemmel” bir saldırıyla öldürmesinin arkasında nasıl bir stratejik aklın yattığını kestirmek zor. Fakat her iki ülke açısından “mükemmel” güç var ama bu güç kullanıldığında da, kullanılmadığında da kendi kendini kısırlaştırıyor.
‘ABD DE İRAN DA STRATEJİK BİR AKLA SAHİP DEĞİL’
Ne demek bu?
İran şu anda bölgede çok büyük bir güce sahip ama bu, güçsüzleştirilmiş bir güç. İran son birkaç yıla kadar çok başarılı bir milis stratejisi yürüterek Sünni radikalizmi, Sünni toplumları ortadan kaldırıyordu. Bunu yaparken de Şii radikalizmini ve Şii toplumları güçlendiriyordu. Ama son iki yıldır bu stratejinin sonuna geldi. Bir kere İran’da ekonomik ve siyasi durum çok kötü. Hamaney’den sonra kimin lider olacağı, sistemin devamlılığının nasıl sağlanacağı belli değil. İran’ın kendisi giderek bir milis devleti haline geliyor. Bu milis devleti güç kullanabiliyor ama artık stratejik bir akla sahip değil. ABD için de aynı şeyi söyleyebiliriz. ABD’nin askeri bütçesi 750 milyar Dolar’a erişti ve bu, Rusya’nın toplam milli gelirinin yarısına yakın. Fakat ABD’nin hamlelerine baktığımız zaman şunu görüyoruz: Ya çok geç, zamansız veya siyasi bir anlama sahip olmayan hamleler. Oysa Rusya çok daha küçük bir bütçeyle, stratejik olarak çok daha akıllıca hamleler yaparak Ortadoğu’ya yerleşebiliyor.
ABD ve İran’ın, kullansalar da kullanmasalar da güçlerinin kendi kendilerini kısırlaştırmasının arkasında ne tür dinamikler yatıyor?
Bu tıkanmanın arkasında, her şeyden önce Ortadoğu’da anti-demokrasilerin giderek körleşen sistemlere dönüşmüş olması yatıyor. İran’da da, Türkiye’de de bu çok açık bir biçimde ortaya çıkmış durumda. Ayrıca Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerin, bölgesel hegemonik stratejilerin tutsağı olmaktan kurtulamamaları, bir vatandaşlık ve sorumluluk bilincinin oluşmaması, 20. yüzyılın bıraktığı sefalet ve şiddet katmanlarının devam etmesi de etkenler arasında yer alıyor. Bir diğer olgu da demokrasilerin ve ABD’nin krizi.
‘TRUMP, 1830’LARDAN BERİ GÖRÜLEN EN SERSERİ MAYIN’
ABD’nin krizi nedir?
ABD şu an ikili bir kriz yaşıyor. Birincisi Trump yönetimiyle eşleştirilen bir kriz. Sanıyorum Trump 1830’lardaki Andrew Jackson yönetiminden bu yana görülen en serseri mayındır. Trump yönetimi kesinlikle bir stratejik akla sahip değil. ABD’deki ikili krizin bir diğer yönü ise gücünü gerektiği zaman, stratejik bir akılla kullanamaması. ABD’de demokratik kontrol mekanizmaları tümüyle ortadan kalkmamış olsa da Trump, yarınki sonuçlarının ne olacağını hesaplamadan kararlar alabiliyor. Dolayısıyla ABD ve Ortadoğu açısından bakıldığında, hem demokrasilerde hem de anti-demokrasilerde bir kriz olduğunu söyleyebiliriz. Gücün kullanımının veya kullanılmamasının kendi kendini kısırlaştırmasının arkasında biraz da bu yatıyor.
Bu tıkanmanın yeni bir dünya savaşının alameti olduğuna dair tespitler yapılıyor. Hatta Kasım Süleymani suikastını, Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen Avusturya – Macaristan İmparatorluğu veliahtı Ferdinand’ın öldürülmesine benzetenler oldu. Sizce mevcut ahval, yeni bir dünya savaşının alametleri mi?
En azından şimdilik böyle bir alamet görmüyorum. İran ve ABD savaşa hazır değil. Her iki devlet açısından temel yöntem, karşısındakini zarara uğratma kapasitesini kullanma. Elbette bu, savaşa yol açabilecek bir potansiyel taşıyor. Böylesi bir savaş çıksa da tamamen teknolojik bir savaş olacaktır. İran’ın böyle bir savaşa kazanması da, kaybetmesi de söz konusu değil. Ama dediğim gibi, şu anda böyle bir noktada değiliz. Kelimenin gerçek anlamıyla, karşısındakine zarar verebilme kapasitesini en had safhada kullanma durumu söz konusu. Bu sadece ABD ve İran için değil, örneğin Türkiye için de geçerli. Türkiye’nin de dış siyasetinde belirleyici olan şey, savaştan ziyade karşısındakine mümkün olduğu kadar zarar verebilmek veya zarar verebilme potansiyelini kullanabilmek. Tabii bu çok tehlikeli bir yöntem, çünkü karşınızdakinin de zarar verme kapasitesi var. Kaldı ki güçler arasında, birbirine zarar verme konusunda bir denge oluşmayabilir ve bu da savaşları tetikleyebilir. Öte yandan İran-ABD arasındaki gerilim bir savaşa yol açsa bile, bunun üçüncü bir dünya savaşla sonuçlanacağını düşünmüyorum. Birinci ve İkinci dünya savaşları Avrupa’nın, Batı’nın iç savaşlarıydı.
‘MİLLİYETÇİ NARSİSİZMLER YÜZÜNDEN AVRUPA’YI BİRLEŞTİRMEK ÇOK ZOR’
Pek çok analist, dünya ölçeğinde demokrasilerin yer yer çöktüğü ve Avrupa’da da zayıfladığı tespiti yaparak rejimler açısından anksiyete ve agresyonun artış gösterdiğini ifade ediyor. Bu bize ne anlatıyor?
Bu tespit en azından şimdilik bütün demokrasiler için geçerli değil. İngiltere dışında Avrupa demokrasilerinde böyle bir kriz yok. Bazı Avrupa demokrasileri radikal sağ partilerin de içinde yer aldığı koalisyonlar yaşıyor ama buna karşın en azından hukuk devletinde bir çöküş gerçekleşmedi. Avrupa’da son seçimlerde radikal, egemenci sağ istediği başarıyı kazanamadı ve bu açıdan da büyük felaketler engellenebildi. Fakat Avrupa demokrasilerinde söz konusu olan şey, güç üretememeleri ve Avrupa’nın bir güç haline gelememesi, demokrasiyi bir güçle ilişkilendirememesi.
Bunun nedeni ne?
Her şeyden önce milliyetçi narsisizmler yüzünden Avrupa’yı birleştirmek çok zor. Ayrıca Avrupa kamuoyunda güç, genellikle Avrupa tarihine gönderme yapıyor ve bu tarih de son derece talihsiz bir tarih. Birinci ve İkinci dünya savaşı tarihi ve artık Avrupa’nın hiçbir yerinde savunulamayan sömürgecilik tarihi; gücün kendisini bir felaket olarak algılamayı sağlıyor. Güç, milliyetçilik ve emperyalizmle özdeşleştiriliyor. Bu yüzden de Avrupa açısından güç, kendisini meşrulaştıramıyor. Yani söz konusu olan, Avrupa’nın gücü üretememesi, gücü düşünememesi, gücü devlet olmanın bir kriteri olarak görmemesi.
Güçten kastınız, askeri güç mü?
Sadece askeri değil, aynı zamanda ekonomik gücün de siyasi olarak düşünülmemesi. Mesela şu anda Filistin’deki altyapının çok önemli bir kısmını Avrupa finanse ediyor. Fakat bunun önemli bir kısmı İsrail tarafından 7-8 yıllık aralıklarla yıkılıyor ve Avrupa yeniden finanse etmeye başlıyor. Ortada bir ekonomik güç var ama bu güç kendisini bir baskı aracı veya siyasi güç olarak görmüyor. Yani Avrupa açısından ekonomik gücü siyasi güçle birleştirmek gibi bir olgu yok. Avrupa’nın Türkiye’nin siyasi şantajlarına verdiği cevaplarda, tavizlerde de bu görülüyor. Tekraren, güçten kastım sadece askeri değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi güç. Bu anlamda Avrupa demokrasisi kendisini aynı anda güçle birlikte algılamıyor.
‘AVRUPA’DA DEMOKRASİNİN NARSİSTİK BİR ÇEVREDE ALGILANMASI BÜYÜK FELAKET’
Tersinden bakınca, ABD’den farklı olarak Avrupa’nın kendisini “demokrasi ihracatçısı” olarak algılamaması ve çeşitli bölgelere bu yönde baskı yapmamasının yer yer pozitif sonuçlara da yol açtığını düşünebilir miyiz?
Bu hem iyi bir dayanak hem de kötü bir örnek. İyi bir dayanak, çünkü otuz-kırk yıl öncesinden farklı olarak artık neo-kolonyal bir perspektifte değiliz. Kötü bir örnek, çünkü dünya çapında demokrasi için mücadele edenler artık Avrupa’ya güvenemiyor. Türkiye’de demokrasi mücadelesi yürütenler açısından da bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Binlerce akademisyen KHK’larla işten atıldığında, aydınlar “terörle” suçlandığında, Kürt şehirleri yıkıldığında Avrupa’nın tepkisi son derece düşük oldu.
Bu açıdan Avrupa’nın demokrasi algısını nasıl özetleyebiliriz?
Avrupa demokrasiyi sadece kendisi için yaşamak istiyor ama bu algının temelinde bencillik olduğu için, ister istemez Avrupa sahasında da demokrasi zayıflıyor. Demokrasiyi sadece kendiniz için yaşatmanız mümkün değil. Demokrasinin askeri müdahaleyle ithal veya ihraç edilemediğini Ortadoğu’da gördük zaten. Fakat demokrasinin narsistik bir çevrede algılanması da çok büyük bir felaket. Çünkü böyle bir demokrasinin kendi narsisizmini taşıyabilmesi mümkün değil. Kaldı ki anti-demokrasiler büyük bir cazibe gücüne sahip. Şu anda Türkiye’deki anti-demokrasi, Erdoğan’ın imajı dolayısıyla Avrupa’da bir cazibe sahibi değil ama Putinizm, Avrupa’da gerçekten büyük bir cazibe kazanmış durumda. Avrupa’daki radikal sağ Putinizmi örnek alıyor. Dahası, Fransa gibi bir ülkede Jean-Luc Melenchon’un temsil ettiği radikal sol da Putinizmi örnek alabiliyor. Putinizm şu an Avrupa’da ideolojik olarak son derece güçlü.
Bunun nedeni ne?
Temel nedeni, Avrupa’nın kendi demokrasisini evrensel değil, son derece milli bir temelde algılaması ve bundan dolayı da zayıflaması, kendi vaatlerini gerçekleştirememesi, siyasal olarak özgürlüğü kabul ederken sosyal olarak eşitliği kabul etmemesi veya oluşturamaması. Kendisini dar bir çerçevede konumlandıran demokrasiler ister istemez zayıflar.
‘İRAN, MİLİS TEMELLİ ORTADOĞU STRATEJİSİNDE TIKANMA NOKTASINA GELDİ’
İran’la organik bağı olan çeşitli ülkelerdeki örgütlerin koordinasyonunu sağlayan ve aynı zamanda diplomatik faaliyetler de yürüten Kasım Süleymani’nin rolü, misyonu, İran’ın Ortadoğu stratejisine dair bize ne anlatıyor?
1982’de Hizbullah’ın kurulmasından bu yana İran’ın stratejisi milis temelli bir siyaset. Bu süreçte İran’ın Ortadoğu’da milisleşme dışında herhangi bir siyasi-diplomatik tesiri olamadı. Milis siyaseti veya diplomasisi Suriye, Irak, Lübnan ve kısmen Yemen’de önce büyük bir başarıyla sahneye kondu. Lübnan ve Irak’ta bu milis stratejisi kendisini devam ettirebiliyor, çünkü hem askeri olarak güçlü hem de ekonomik dayanaklara sahip. İran’ın her yıl en az 10 milyar Dolar’ı bu milis örgütlere yolladığı söyleniyor. Fakat İran’ın bu siyasetinin tam anlamıyla bir tıkanma noktasına geldiğini görüyoruz.
Neden?
Çünkü hem Lübnan hem de Irak’ta halklar ve gençlik arasında artık bu mezhebi savaşlardan çıkma, organik bir örgütün tutsak aldığı bir cemaat halinde olmama beklentileri var. Yolsuzluk karşıtlığı son derece yoğun. Nitekim Irak’ta yakın zamanda gerçekleşen büyük ölçekli isyan hareketinin sebebi de buydu. Irak’taki bu isyan hareketini kısmen İran besliyordu ama bu gösterilerin ana dinamiği halkın beklentilerinin dışavurumuydu.
Irak ve Lübnan dışında, 2018-2019 yıllarında bizatihi İran’da güçlü bir sınıfsal isyanlar patlak vermişti…
Irak, İran ve Lübnan’daki üç isyan da çok sınıflı başkaldırılardı. Birden fazla sınıfı harekete geçirebilen, birden fazla nesli barındıran ve hem kadın hem de erkeklerin yoğun katılım sağladığı isyanlardı bunlar. Dahası İran’daki sadece yoksulların, işçilerin değil, aynı zamanda orta sınıfların da isyanıydı. Hem 2018 hem de 2019 yılındaki başkaldırıda orta sınıflar çok önemli bir rol sahibiydi.
‘İRAN TOPLUMU PASTARANLAR VE VAKIFLARCA TÜMÜYLE TUTSAK ALINMIŞTIR’
Dolayısıyla İran’da sınıfsal kaygıların, iktidarın ideolojik veya mezhepsel hedeflerinin önüne geçtiği söylenebilir mi?
Bu son derece açık ve uzun zamandır da böyle. İran bir paramiliter devlet olarak kuruldu. Pastaranların, yani İran Devrim Muhafızları’nın kendisi bile bir paramiliter yapıya sahip. Şu an İran’da ekonomiyi çok büyük ölçüde kontrol eden vakıflar, ki onlar da paramiliter bir yapıya sahip ve ülkenin en büyük ekonomik imparatorluğu haline gelmiş olan Pastaranlar. Bu anlamda İran toplumu tümüyle tutsak alınmıştır. Ama bununla beraber bir direniş dinamiğinin de olduğu çok açık. İran ekonomisini yakından takip eden Mehrdad Vahabi, mealen “ekonomi bilinçli bir biçimde felç ediliyor ki, paramiliter yapıya sahip iktidar kendi müşteri gruplarını koruyabilsin ve bu müşteri grupları yoluyla aidiyet, sadakat üretebilsin, toplumu kontrol edebilsin” diyor. Fakat 2018 yılından beri yeniden yoğunlaşan başkaldırılar, bunun da belli bir sınırı olduğunu gösteriyor.
İran ekonomisindeki çöküntünün temel unsurlarından birinin, Trump’ın iki sene önce İran’la Nükleer anlaşmayı rafa kaldırıp tekrar ağır yaptırımlara yönelmesi değil mi?
Elbette bu da çok temel bir etken. Fakat petrol ambargosunun da yol açtığı ekonomik çöküntü, vakıflar ve Pastaranları artık kendi müşterilerini bile besleyemeyecek duruma getirdi.
‘İRAN’DA TOPLUM-İKTİDAR ORGANİK BÜTÜNLÜĞÜ SADECE HUMEYNİ DÖNEMİNDE OLDU’
İran toplumu iktidarıyla özdeşleşmiş bir halk olarak sunuluyor, zaman zaman patlak veren isyanlar iktidarda köklü bir değişiklik yaratmayacak düzeyde kalıp sönümleniyor. Hamid Dabashi’nin İran: Kenetlenmiş Halk kitabının ismine atıfla sorayım: Humeyni’den bu yana sunulan bu imaj yıkılıyor mu?
Yeni değil, son otuz yıldır bu olgu çözülüyor. Bu çözülmeyi 2018-2019’da gördüğümüz gibi, 1989’da Rafsancani’nin yeni bir ekonomik strateji belirlemeye zorlanması olayında, Hatemi’nin hatta Ruhani’nin seçilmesinde de gördük. İran’da toplum-iktidar organik bütünlüğü aslında sadece ve sadece Humeyni döneminde yaşandı. Bu bütünlük de sadece devrimden dolayı değil, İran-Irak savaşı nedeniyle de sürdürülebildi. Fakat Humeyni, İran-Irak savaşının bitişinden çok kısa süre sonra, 1989 yılında öldü. Humeyni’nin ölümünden itibaren de İran toplumunda işler değişti. 1990’lı yılların başında İran’da yapılan anketlerde özellikle genç kadınlar, “rejim bizi askeri tutsak olarak görüyor” diyor. Yani İran’da gençliğin ve kadınların isyanı da yeni değil. 1990’ların İran toplumu bu anlamda son derece dinamiktir. İktidarı ve tutsaklığı reddeden bir dinamizmdir bu.
Yeni bir devrim dışında İran toplumu açısından mevcuttan farklı bir iktidar yapısı olası görünüyor mu?
Ortadoğu’nun geleceği konusunda öngörüde bulunurken her zaman dikkatli davranmak gerekiyor. Fakat bazı iktidarların çürürken kendi alternatiflerini de ortadan kaldırdığını biliyoruz. Anti-demokrasi olarak İran sistemi, çürümüş olarak ayakta kalabilirken, alternatiflerini de yok ediyor.
Söyleşinin tamamı için tıklayın
Gazete Duvar