Çiğdem Koç / Ahvalnews
Gündemi takip edip her konuda yorum yapabilmek için “wonderwoman” ya da “superman” olmak gereken bir coğrafyada, profesyonel her türlü siyasete belli bir mesafede duran bir hukukçu iseniz bazı şeyler diğerlerinden daha önemli oluyor doğal olarak.
Çünkü siyaset dediğiniz artık her dönem değil, her gün değişen bir rüzgarla dolduruyor yelkenini. Pusulaların bile sapıttığı bir akıl ikliminde başımız dönüyor, midemiz bulanıyor ve çokça rastladığımız üzere “siyasi yorum” bir kusmaya dönüşüyor.
Pis kokuyor ortalık. Çürümüş bir ahlaki dışavuruma, demokrasi, insan hakları, hukuk, barış, eşitlik gibi “siyasi” konularda kusanların kokusu da eklenince dayanmak kolay olmuyor.
Masa sohbetlerinden söylenenlerle ekranlarda canhıraş bağırışılan şeyler arasındaki farkta yitip giden demokrasi, kendi ahlakını yaratmakta çaresiz kaldığından, neye benzediğini artık kimsenin hatırlayamadığı tuhaf bir nesneye dönüştü.
“Muhalif medya” diye bir şey var mesela, “muhalif kanalların cesur, bağımsız ve de çok tarafsız gazetecileri” var…
Yani öyle diyorlar, varmış.
Bazen tahammül edebildikçe neler konuştuklarına bakıyorum, demokrasiyi özleyen yanlarım ağrımaya başlayınca kapatıyorum. Öfkelenmenin de bir sınırı var çünkü, bir yudum fazlasını benim küp almıyor.
İktidarların ağzıyla kendine nefret edilesi düşmanlar yaratmayı muhaliflik zannedenlerin aslında iktidarla ortak iş yaptıklarını, alacaklılar karşısında kavga ediyormuş gibi yapıp, borç ödemekten kaçmaya çalışan müteahhitler gibi davrandıklarını görmemek bir zamanlar belki mümkündü, ama artık o kadar beceriksizce yapılıyor ki bu iş kabak gibi ortada duruyor.
İktidar baskısından bunalan halka, iktidarla bir olup bir düşman belletme telaşına düşmüş muhalifler arsızca yalan söyleyebiliyor mesela, dilediğince iftira atabiliyor dilediğine.
Ya da kutsalının göz renginden sahte bir gökyüzü yaratmak, kavramlarla bir oyun hamuruyla oynar gibi oynamak ve sonunda alkış alıp, üstüne bir de para kazanmak ve zaten iktidara muhalifmiş gibi yaptığından, konforundan da ödün vermeden hayatını devam ettirmek şimdilerde “muhalif” olmak kabul ediliyor.
“Yalan söylüyorsun.” diyorsun, hiç oralı değil.
“İftiracısın” diyorsun, hamurla oynamaya devam ediyor.
“Korkaksın!” diyorsun, slogan atıyor.
Az biraz cevval olanı da “FETÖ’cüsün sen, bölücüsün, ah bu yetmez ama evetçilerin allah belasını versin!” diye çirkefliğin ve sabrın sınırlarını zorluyor, siz dilediğinizi seçip almakta özgürsünüz ama, haklarını teslim edeyim, ille de bir yafta ile yetinmek zorunda bırakmıyorlar.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “helalleşmekten” bahsetti.
Toplumsal barış adına kurulmuş, birbirimizi boğazlamaya ramak kalmış bu zamanların nefretini hafifletme gayretiyle söylenmiş bir cümle olduğunu düşünüyorum, her ne kadar yine başka bir kutsala ait kavram olsa da.
Helalleşmeyi bilmem de, toplumsal barışın umudu bence yüzleşmedir daha çok.
Bu kadar acı, bu kadar haksızlık ve hukuksuzluk; sokak ortasında vurulan Tahir Elçi, adil yargılanma hakkı için ölen Ebru Timtik, KHK’lılar için mücadele eden Prof Dr. Haluk Savaş, bir plastik sandalye üstünde ölü bulunan Mustafa Kabakçıoğlu, Kürtçe Kuran okuduğu için hapsedilen ve hapiste ölen Ali Bolaç, Küçük Ahmet, hapiste her an ölümü bekleyen yaşlı ve hasta mahpuslar, işsizliğe, açlığa mahkum edilen KHK’lılar, emir-komuta zincirine mecburan uymak dışında hiçbir şey yapmamış ve çok ağır cezalarla hapislerde tutulan askerler, askeri öğrenciler ve onların aileleri, barış isteyen akademisyenler ya da ekmek mücadelesi veren insanlar, sevdiklerinden ayrı geçen zamanları kimsenin onlara geri veremeyeceği binlerce siyasi tutsak, Roboski’den Lice’ye yaşananlar, tek bir çentik bile atamadığımız taş gibi karşımıza duran Ermeni tarihi, 6-7 Eylül olayları, Alevi katliamları, işkenceler, kayıplar, faili meçhuller, saymakla bitmeyecek ve sadece hepimizin suçu olan bunca alçaklıkla helalleşemeyiz, ama yüzleşebiliriz.
Yazı tam ortasından kesilmiş gibi duruyorsa da, acele etmeyin. Mutlaka bağlanır bir yerden.
Sahte demokratlar - yalancı muhalifler ile gücü o an için ele geçirmiş iktidarların içinden çıktığı sistem nasıl da muhteşem bir akılla, aslında kendini yaya yaya yerleşmiş bu coğrafyanın tam da kalbine.. Ve nasıl eğleniyor insan acılarının üstüne tepinirken.
Ağzımız açık dinlediğimiz Sedat Peker itirafları, eski MİT’çilerin televizyon ekranlarında maç anlatır gibi anlattıkları karşısında duyduğumuz sahte şaşkınlık, “Ay biz hiç bilmiyorduk, neler neler olmuş” deme telaşımızın çirkin yüzü ama ille de kendimize azıcık dokunan her gerçeğe arkamızı dönme içgüdüsü belki de bizzat insan olmaya dairdir. Bilmiyorum ve bilmek istemiyorum.
Herkesin kendi acısını kucağına alıp uyutmaya çalıştığı bir yerde, onca farklı acının çığlıkları sizinkini uyutabilir mi, anlamıyorum.
Kendi haksızlığınız, kendi hukuksuzluğunuz, kendi mağduriyetiniz bir sabah kalktığınızda kendi zalimliğinize dönüşüverirken hiç mi utanmıyorsunuz, görmüyorum.
Ama şundan da eminim: Bir gün mutlaka birileri çıkacak, hukuku uyandırıp yüzüne biraz soğuk su çarpacak, demokrasiyi küskün bir aşık gibi beklediği ormandan alıp getirecek ve kim ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışın, korkak ve alçakların gözünün içine baka baka her acıyla, her tarihle, her haksızlıkla yüzleşmeyi öğretecek bu topluma.
O günü ben göremem muhtemelen ama her ihtimale karşı, ahlaksızlıkla helalleşmeden gideceğim kesin…