Bir Newroz’u daha geride bıraktık. Yeni Bir güne adım atışımızın sevincini ve özgürlüğe olan hasretimizi hayatın her alanında dile getirirken, bu gün yitirdiklerimizin acısını yeniden yüreklerimize gömdük.
Kürt olmak böyle bir şey olsa gerek; acılarını ve sevinçlerini aynı anda yaşayan bir paradoksun içinde olmak…
Kendi adıma her Newroz günü bu paradoksu yaşıyorum. Bir yandan halkımızın özgürlüğe olan hasretini yeniden dile getirirken açığa vurduğu sevince ortak olmak, diğer yandan, en yakınlarım başta olmak üzere, tam da bu gün yitirdiklerimizin acısını yaşamak... İnanıyorum ki bir çok insan, aynı hisleri yaşıyordur. Yeni bir Newrozu kutlarken, yüreğini burkan ince bir sızıyla yitirdiklerini hatırlamak ve sevinçlerini utanarak yaşamak…
Bu zor bir duygu. Fakat daha zor olan, bugün yitirdiklerimizin ardından bir kaç söz seylemektir. Nicedir hep anmak istediğim ama bir türlü hayata geçiremediğim insanlardan biri, 1985 Newroz’unda yitirdiğimiz Hüseyin Aydın’dır.
Hüseyin Aydın’la 1978 yazında tanıştım, ölümünü öğrendiğim güne kadar hep yakın ilişki içinde oldum ve kabul etmeliyim ki, mücadele etmenin oldukça güç olduğu o günlerde, hep yanımda hissettiğim ender yoldaşlarımdan biriydi.
Peki Hüseyin’i niçin anmak ihtiyacı duydum? Yoldaşlık ilişkisinden ileri gelen bir borcu ödemek için mi? Şimdi aramızda olmayan arkadaşlarımızı unutmadığımızı kanıtlamak için mi? Yoksa onların sahiplenmiş olduğu davanın başarıya uluşmasını motive etmek için mi?
Hepsi doğru, ilave edilecekler dışında… Fakat, belki de en büyük sebep, bugün ihtiyaç duyduğumuz değerlerin, onlarla birlikte giderek yok olmasıdır. Bu değerler sadece politik değil, esas olarak insanidir. Benim açımdan Hüseyin’i anmak, daha çok böyle bir ihtiyacın ürünü.
Elebette ki Hüseyin burda dile getireceklerimden ibaret değildir ama zamanımızda bir devrimci portresi çizerken Hüseyin, mutlaka anılması gereken önemli bir örnektir.
Neden yaşadığını bilmek
Sıkça kullandığımız bir tabirdir: Devrimci, çağını anlamanın yanısıra onu değiştirme iradesi gösteren kişidir. Bunu başarmak için insanın, neden o anda orda olduğunu hatta neden yaşadığını idrak etmesinden geçer.
Hüseyin Aydın, yaşadığı zamanda, neden yaşıyor olduğunu bilen ender insanlardan biriydi. Elbette ki yaşamak, birey olarak, herhangi bir insan gibi yaşamak değildi. Hüseyin için yaşamak, bizzat mücadele içinde olmaktı.
Kuşkusuz Hüseyin, çok zeki bir insan olduğu için keşfetmemişti bu insani hasleti. Her şeyden önce, tarihler boyu büyük kırımlara tabi tutulmuş bir etnik ve kültürel formun bireyi idi Hüseyin. Dersim toprağı, sahip olduğu tarihsel ve toplumsal biçimlenme nenediyle doğal olarak insana, nerde olması ve durması gerektiğini veren bir auraya sahipti.
Hüseyin bu tarihsel ve toplumsal gerçekliğin ürünüydü. Bunu derinden hisseden ama aynı zamanda gereklerini yerine getiren ve bunu çevresine de hissettiren biriydi. 12 Eylül öncesi Türkiye’sinde insan olmak, kendi tarihsel ve toplumssal gerçekliğini reddetmeden, gerçek anlamda eşitlik, özgürlük, kardeşliğin hüküm sürdüğü bir toplumsal düzen adına, anti-faşist saflarda olmayı gerektiriyordu. Hüseyin, o dönemde, Kurtuluş saflarında üzerine düşeni fazlasıyla yapan, anti-faşist mücadelede ön saflarda mücadele eden bir arkadaşımızdı.
Onun yanında olup da hayatın dayattığı mücadele hattını hissetememek mümkün değildi. Bir tercihiniz mutlaka olurdu: ya onun yürüdüğü yolda yürürdünüz ya da yürümek zorunda olduğunuz bir yol bulurdunuz. Hüseyin, başta yoldaşları olmak üzere, ilişkide olduğu herkese, yaşamanın, yürümek için bir yol tercih etmek olduğunu kavratan biriydi.
Kişiliğine uygun olarak Hüseyin, Kurtuluş içindeki ulusal sorunun çözümü konusunda yaşanan tartışma neticesinde, tereddüt etmeden kendi halkının saflarında yer aldı ve Tekoşin hareketini tercih ederek, kuruluşunda ve faaliyetlerinde en ön saflarda mücadele etmekten kaçınmadı.
Sorumlulukta boşluk bırakmamak
İnsan olarak olması gereken yerde bulunmakta tereddüt etmeyen Hüseyin’in bir diğer özelliği, bulunduğu alanda hiçbir boşluk bırakmamısydı. Adeta her şey onun kuşatması altındaydı ya da önceden palanlanmış bir görüntü içinde cereyan ederdi. Hayatı belki planlamıyordu ama hemen her şey onun düşündüğü gibi giderdi. Bunun başlıca sebebi, yapılacak olanları, somut ve sade bir şekilde, ayrıntılardan arındırılmış basıt gerçekler olarak ortaya koymasıydı.
Yaptığı işle ilgili olarak boşluk bırakmamak, sadece günlük-politik çalışmalarla alakalı değildi. Politik hayat dışında da Hüseyin, çalışmalarını tesadüfe bırakmayan, önceden düşünen ve belli bir hareket planı çerçevesinde yürüyen biriydi. İnsanlarla lişikilerinde samimi olmasına karşın, yaşamına girip çıkmanın kolay olmadığı bir yoldaştı. Politik çalışmadan insani ihtiyaçlara kadar Hüseyin, adeta her türlü ihtiyacın nasıl karşılanacağını planlardı. Ya da onunla birlikte çalışanlar, bizzat yapmaları gereken iş dışında asla başka işlerle uğraşmaz, ihtiyaç duydukları herşeyin mutlaka yerine geleceğinden emin çalışırlardı.
Güven duyulan yoldaş
Hüseyin’i ilk gördüğümde edindiğim ilk intiba, sonsuz bir güven oldu. Samimiyeti, sadeliği, tutum ve davranışlarından emin hali, ister istemez karşısındakine sonsuz bir güven telkin ediyordu. Elbette ki bütün arkadaşlar birbirimize güvenirdik ama Hüseyin adeta güven denilen şeyin kendisiydi. Onun olduğu yerde, yapmanız gereken bir işle ilgili ihtiyaç duyduğunuz enerjinin fazlasını bulurdunuz ya da onu hissettiğiniz yerde yapmanız gereken bir işte mutlaka başarıya ulaşacağınıza inanırdınız. Hayatın her alanı için geçerliydi bu güven duygusu… Bir eylem anında ya da sorguda… Gayrettepe’ye girdiğimde büyük tereddütler yaşıyordum; nasıl çıkacağım kafamı meşgül eden en büyük soruydu. Kısa bir süre sonar Hüseyin’in orda olduğunu öğrendiğimde, yapmam gerekenler konusunda aklımda hiçbir tereddüt kalmamıştı. İnsan, arkadaşlarının içeri düşmesini istemez ama nedense o gün, Hüseyin’in orda olduğunu öğrendiğimde çok sevinmiştim. Kuşkusuz bu duygu, Hüseyin’in yakalanmasından değil, o zor şartlarda yalnız olmadığımı hissetmemden kaynaklanıyordu. Hüseyin’in çevresinde olan bütün arkadaşlarında yarattığı bu sonsuz güven duygusu, kuşkusuz, kendisini pazarlıksız ortaya koyması ve bütün enerjisiyle mücadeleye atılmasından kaynaklanıyordu.
Düşündüğümüz gibi yaşamak
Hüseyin’in bir dieğer özelliği, düşündüğü gibi yaşamasıydı. Politik tercihleri her zaman onun hayat tarzını belirledi. Kendisi için değil, ait olduğu toplum, içselletirdiği kultür ve sahip olduğu dünya tasavvuru için hayatını düzenleyen ve amacını esas alarak yürüyen biriydi Hüseyin. Adlandırıldığı haliyle ‘üç K’ kategorisinin içindeydi ve bunun gerekleri neyse yerine getirmek konusunda tereddütleri olmayan biriydi Hüseyin.
12 Eylül darbesiyle birlikte genel olarak “geri çekilme” kararı alan Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin aksine Tekoşin hareketi, direnmeyi tercih etti. Hüseyin yoldaş, bu düşüncenin başlıca savunucularından biriydi. Kırsal ve kentler olmak üzere iki temel mücadele alanı örgütlendi ve elbette ki en zor alanlardan biri kentlerdi. Hüseyin yoldaş, bu direnme sürecinin en zorlu alanlarında bulunmayı tercih etti. Savunduğu fikrin en ön saflardaki temsilcisi oldu.
Sömürgeci iktidar tarafından tutsak alındığında karşılaşacağı bütün risklerin bilincindeydi. Sadece kendi içimizde değil, bütün devrimcilerin sınandığı işkence tezgahlarında ve cezaevlerinde de Hüseyin yoldaş tutarlı bir devrimcinin takınması gereken tutumdan asla taviz vermedi. Hüseyin ile ilgili belki de en az konuşulması gereken alan bu alandır. Çünkü bulunduğu her yerde, bizim konuşmamızı gereksiz kılacak tarzda, bütün devrimci hareketler bu mücadelenin tanığıdır. Hüseyin, işkencede ve cezaevlerinde sadece birey olarak değil, birlikte direnmenin de önemini bilen ve hayata geçiren önder yoldaşlarımızdandır.
Ölüm her zaman kalleştir
Hüseyin yoldaşı yitirdiğimizi, içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle, epeyce geç öğrenmiş olduk. Malatya cezaevinde üç arkadaş, ziyaret gününde, dışardan güzel haberler almayı beklerken, Hüseyin yoldaşı yitirdiğimizi öğrendik. Hüseyin 21 Mart 1985’te aramızdan ayrılmıştı, bizim bunu öğrenmemiz bir hayli geç oldu… Hayatın yeniden başladığı bir günde bizim için, ama daha çok da halkımız için çok değerli bir arkadaşımızı yitirmiştik. Bu haber üzerine uzun bir süre sessiz kaldık… Belki de bu suskunluk ertesi güne kadar devam etti.. Hareketimiz dağılmış ama yeniden oluşumu için çabalar devam ediyordu. Hüseyin bu yeniden toparlanma sürecinde en çok güvendiğimiz arkadaşlarımızdan biriydi. Hüseyin böylesine bir süreçte aramızdan ayrılınca adeta ikinci bir yıkım yaşadık… Ve belki de ölümün, daha önceleri adını hep “kalleş” olarak andığmız ölümün, bu kadar güçlü ve yıkıcı olduğunu ilk kez Hüseyin’in öldüğünü haber aldığımız o gün hissettik. Çünkü Hüseyin, bana gore, ölümün dahi cesaret edip yaklaşamayacağı kadar güçlü bir insandı.
Hüseyin’in aramızdan ayrılışının üzerinden 32 sene geçti. Ama hissettiğimiz acı, dün yaşanmış gibi taze. Anısı ve örnek mücadelesi önünde saygıyla eğiliyorum.
Mehmet Gül
22 Mart 2017