2014’te IŞİD Şengal’e girdiğinde ben dışarıdan eve geldim, ağabeyim Ekrem televizyonun önünde oturuyordu ve önünde de mendili vardı, yaşı da ilerlemiş, ağlıyordu. Diğer kardeşim ve yengem de oturmuş ağlıyorlardı. İçerip girip “Hayırdır?” dedim. “Ne hayırı İbrahim, ne hayrı! Hele bak şuna, bu çocuğu görüyor musun, o küçücük olanı, o dedemiz değil mi, şu Serkis değil mi, Hıloç değil mi yaa?” Hepimiz ağladık, her gün ağlıyorduk.
Tofan Sünbül
İbrahim Keivo ile Ermeni ve Ezidi Fermanını, Kızıl Çarşamba Bayramını (Çarşema Sor), vatanınına olan özlemini, ailesinin hikayesini ve onun sanat hayatının üzerine konuştuk. Van’dan başlayıp Viranşehir’e oradan Amude ve Haseke’ye, en sonunda da Suriye İç Savaşı’ndan dolayı Almanya’ya uzanıyor hikayesi, anlatırken duygulanıyor, duraksıyoruz… Nisan’ın 15’i Ezidilerin Kızıl Çarşamba’sı ve Nisan Ermeni Fermanı’nın ayı; hem Ezidi dini ve fermanı hem de Ermeni Fermanı onun sanatına büyük bir etki yapmış. Sanatçı Keivo şarkılarını beş dilde –Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Arapça ve Aramice– söylüyor ve beş enstrüman – buzuki, saz, ud, cümbüş, kemençe– çalıyor. Mezopotamya’nın toprağından çıkmış ve kendisini Mezopotamyalı sanatçı olarak tanımlıyor. Bazen Ezidi oluyor, bazen Asuri, bazen Kürt, bazen de Ermeni. Kısacası Mezopotamyalı. Mezopotamya coğrafyasının renklerini konser ve festivallerde giydiği renkli renkli sahne elbiseleri ve albümündeki şarkıları da bize bunu gösteriyor. Dedesinin hikayesi tekerrür ediyor, onun ve ailesinin de hikayesi oluyor.
‘MÜZİK ARAÇLARIMI İLKİN KENDİ ELLERİMLE YAPTIM’
Senin ve ailenin uzun bir hikayesi var. Nasıl bir çocukluk yaşadın, büyüdüğün yer sana nasıl bir etki yaptı?
Sevgili köyüm Dugir (İkitepe)’dir, orada doğdum, Amude’ye bağlı. Eskiden o köy yukarıya Mardin’e bağlıydı. Ezidi Kürt milletimiz orada yaşıyordu, ben daha çocukken müziğimi beğeniyorlardı. Çok erken yaşta müziğe başladım, 9-10 yaşlarındaydım, okulda üçüncü-dördüncü sınıfa gidiyordum. Profesyonel entsrümanlarımı almadan önce müzik araçlarımı ilkin kendi ellerimle yaptım. Helva ve mazotun tenekesi vardı, içlerine bir çubuk geçirdim, onun üzerine de tel bağlayıp çalmaya başladım. Müzik hayatımda ilginç bir şey var: Babamın değirmeni vardı, halen çalışıyor. Değirmenin üzerinde bir motor vardı, eski bir modeldi. Sekmanı ‘Birrrr birrr…’ diye ses çıkarmıyordu, sekmanı nasıl bir ses çıkarıyordu? Şöyleydi: “Tak tak tak tak…” İşte ben o değirmenin tak sesi ile ritmi öğrendim. Kalkıp bahsettiğim sazımı yaptım, o teneke ve tellerle. Gidip o motor sekmanının önünde durup şarkılarımı söyledim. Köye düğünler için birçok çalgıcı gelip saz çalıyorlardı. Çocukluğumda gidip o sazcıların önünde bekliyordum ve acayip bir şekilde bakıyordum. Bekliyordum ki çalgıcılar benden bir hizmet istesinler. Sanatçıların hizmetini, getir- götürüsünü yapmayı çok istiyordum.
Mesele sazı çalan: “Bir tas su” diyordu. Ben herkesten önce koşup suyu getiriyordum. Daha çocuğum. Babam -Allah ölülerimize rahmet eylesin– baktı müziğe çok hevesim var, babam çocukken sanatımı seviyordu. Birgün bile bana yanlış yapıyorsun demedi. Babam değirmenci ve tamirciydi yani Amude, Kamişlo, Haseke ve Dirbesiye tarafında yaşayan Kürtlerin motorlarını, sınıra yakın olan köylerdeki motorların hepsini o tamir ederdi. Babam benim müzik eğitimi almamı kafasına koymuştu. Bizim Ezidi milletimizin müzik kutsaldır, onlarda müzik haram değildir, yanlış ve günah değildir. Yani müziği icra eden de kutsaldır. Her Ezidi’nin evinde ya bir saz ya da bir kavalın asılı olması gerekir. Ezidiler de def ve kaval çok kutsaldır. O zamanlar ben ve babam bize
yakın olan bir köye motorun tamiri için gittik. Müslüman bir Kürt yanımıza geldi, o köydeki herkes Müslüman’dı. Benim babama ‘Ekrem’in Babası’ diyorlardı, ağabeyimin ismi Ekrem. Babamın ismi Georgis, fakat Kürtler Georgis’i telaffuz edemiyorlardı, babama ‘Cırcis’ diyorlardı. Biri gelip bize: “Ekrem’in Babası, köydeki bir ev saz almış ama o evdekiler sofu, haram diyorlar. Sazı satacaklar.” Babam dönüp: “Ben de saz arıyorum, hani nerede?” dedi. Beraber kalkıp o eve gittik, küçüğüm haa, dördüncü sınıfa gidiyorum, 10 yaşındayım. Ev sahibi sofuydu, Sofu Muhammed Ali’ydi. Babam: “Sofu duydum ki sen de bir saz varmış.” Dedi: “Evet valla, oğlum bir saz almış Ekrem’in Babası, saz bize uygun değil, günahtır, olmaz.” Babam: “İbrahim’e ver sazı, hakkı neyse de vereceğim.” dedi. O zamanlar 250 Suriye lirası çok kıymetliydi. Bu olay yaklaşık 1975’te oluyor, on yaşındayım. Sofi babama: “Oğlum 250’ye almış ama Ekrem’in Babası sen bana 30 lira fazla vereceksin, 280’e vereceğim.” dedi. Babam da; “Ver, bir şey olmaz.” deyip aldı, sazı elime aldım ve öylece baktım.
‘SAZI KENDİMLE BERABER YATAĞIMA KOYUP YORGANI ÖRTÜYORDUM’
O anlarda ne hissettin?
Sanki bir rüyada gibiydim, inanamıyordum. O sazı kucağıma aldım, hani yazın sıcağında çok fazla susayan biri bir çeşmeye denk gelip suyu nasıl güzel içerse öyleydim. O anı asla unutamıyorum. Saz benden daha uzundu, elime aldım sazı. Köye vardım. Bütün köylüler etrafımda toplandı, sazımı onlar için çaldım, yaşlılar, büyükler, küçükler, çocukların hepsi eğlendiler. Sazı kendimle beraber yatağıma koyup yorganı örtüyordum, onunla beraber yatıyordum, yatağıma koyuyordum. Sabah kalktığımda onu da kaldırıyordum, nereye gitsem yanımda götürüyordum. O zamanlar dedem Serkis: “Oğlum, sazın kaçmayacak ki, sakin ol” diyordu. Ben de: “Dede sazım benden küsüp gider diye korkuyorum” dedim. Benim sanata başlamamın tohumları o köyde ekildi ve köyüm Dugır’a çok teşekkür ediyorum. Bizim köyümüzde iki tepe vardı, ismi oradan geliyor. Hepsi Ezidi’ydi sadece bizim evimiz Ermeni’ydi.
‘YEDİ DAĞ AŞMIŞLAR, NİSAN’DA YÜRÜMÜŞLER VE ÜÇ AY SONRA VİRANŞEHİR’E VARMIŞLAR’
Ailenin o köydeki hikayesi nasıl başladı peki?
Dedem dokuz yaşındayken Ermeni Fermanı başladı. İnsan yaşadığı acı şeyleri unutamaz. Büyük Ermeni Fermanı’ndan sonra dedemin babası Van’da öldürüldü, bütün ailesini kaybetti. Bir kafileyle Van’dan Viranşehir’e üç ayda geliyorlar. Biz buna ‘Yaylaların ülkesinden sıcakların ülkesine geldi’ diyoruz. Van yaylaydı, Viranşehir ovaydı. Dedem bize: “Viranşehir’e vardığımızda bizim kafileyi süren Türk askerleri sıcaktan öldü, çoğu kaçıp gitti, kafileyi bıraktılar” dedi. Onun bulunduğu kafiledeki bazı yaşlılar öldü, küçükler dayanamayıp yolda düşmüşler. Dedem: “Genç olup biraz gücü kuvveti olanlar sağ kaldı” dedi.
Yedi dağ aşmışlar, Nisan’da yürümüşler ve üç ay sonra Viranşehir’e varmışlar, yazın orası çok sıcaktır. O çocuk olarak tek kalmış, bir çadır görüp ona doğru yönelmiş ve bakmış ki içinde üç adam oturuyormuş. O üç adam Virannşehir’in Ezidileriydi. Dedem: “O zaman daha yeni Kürtçeyi öğrenmiştim. Onlardan biri şeklime bakıp bana: Sen Ermenilerin çocuğu değil misin? dedi. Ben korkudan evet de diyemiyorum, daha küçüktüm, belki merhamet ederler diye onlara: Evet Ermeniyim.” demiş. Biri ona: “İyi, hiçbir şey olmaz, sen Amcana ulaştın artık.” demiş.
‘DEDEM ANNESİNİN İSMİ İÇİN İKİ İSİM SÖYLÜYORDU: YA NİGAR YA DA FİGAR’
O Ezidi ailenin ismi neydi?
Adamın ismi Xelefê Şelaş’tı, dedemi büyüttü, yirmi iki yaşına getirdi. Ninem de Ezidi bir ailenin yanındaydı. O da Hristiyanlık dini ile büyüdü. İkisini birleştirip evlendirdiler. Dedemin eşi de
İzmir’den bir kafileyle Viranşehir’e ulaşmıştı. Nenemin ismi Zabel’di, kardeşinin ismi Agop’tu, onlarda çocuktu ve dedem gibi ailelerini kaybetmişlerdi. Dedem babasının isminden başka bir ismi bilmiyordu, “Ben Keivo’nun oğlu Serkis’im. Dedem kim bilmiyorum.” diyordu. Ama hafızasında birçok isim kalmıştı. Dedem annesinin ismi için iki isim söylüyordu: Ya Nigar ya da Figar. Ben ve ağabeyim evlendikten sonra çocuklarımızın ismini koyarken hep dedemizden soruyorduk. “Dede bu kız, hangi ismi koyalım?” diyorduk. “Aklımda bir isim var, belki de o benim kız kardeşimdi, Anush adında biri vardı, kızın ismini Anush koyun.” dedi. Babasının ismi Keivo idi, ağabeyimin oğluğunun ismini Keivo koyduk.
‘OĞLUM OLURSA İSMİNİ BENİM OĞLUMA VERECEK MİSİN?’
Peki sen fermanda hayatını yitiren ailenden birinin ismini çocuklarına verdin mi?
Ben dedemin ismini oğluma verdim. Oğlumun ismi Serkis. Kendim gidip ismini istedim, isteğim buydu. Dedeme “Oğlum olursa ismini benim oğluma verecek misin?” dedim. Gözyaşları içinde bana “İsmimi senin hizmetkârın yapayım, sana nasıl vermem ki.” Dedemin ismini oğluma koydum. Dedemin iki ismi var, Ezidilerimiz dedeme Türk askerleri onu arayınca bulamasınlar diye ve o Ermenice ismi ona unutturmak için bir isim koymuşlar, “Bu Serkis Ermenidir” demesinler diye, “Hıloç” ismini vermişler. Bu Ezidi Kürtlerinin bir ismi, yani ihtimalen Hallacı Mansur’dan geliyor, mutasavvıf, sofi olan. Dedemin Kürtçe ismi ‘Hiloçê Evdîyê Ezmanê Şelaş’. Saf bir Ermenice ve Kürtçe ile konuşuyordu, başka bir dil konuşmuyordu.
‘DAHA FAZLA SÖYLEYEMECEĞİM, SÖYLERSEM GÖZYAŞLARIM DÖKÜLECEK’
Annen sana Ermenice ilahi ve kasideler okumuş…
Annem aslen Mardin Ermenilerinden, şimdi ki Kızıltepe’nin eski ismi Ermentepesi’ydi. Orada yaşayan Ermeniler geçmişten beri Türkçe ve Kürtçe konuşurlardı. Kiliselerinde İncil’i Türkçe okurlardı, bunlar Katolik Ermenileriydi, Ortodoks değillerdi. Annem Ermeniler ve Ermenilerin tehciri üzerine Ermenice, Türkçe ve Kürtçe birçok şarkı söylerdi. Çok acı bir sesi vardı, ben o sesle her gece yatıyordum. Onun sesi beni çok etkilemiştir. Türkçe şunu söylerdi: “Kalkın bakın, bu Ermenilere ne yapıyorlar? Oyy oyy oyy aney…” Çok garip bir his, daha fazla söyleyemeceğim, söylersem gözyaşlarım dökülecek. Annem daha çok ferman üzerine şarkılar söylerdi, kilisedeki birçok dua ve ilahileri de söylerdi, gazel okurdu.
‘BU GÖRÜNTÜYÜ KAYALARIN ÖNÜNE KOYSAN KAYA ERİR, BEN İNSANIM’
Fermanlardan bahsettik, deden Ermeni Fermanı’nı (1915) Van’dayken yaşamış ve tehcir edilmiş. Sen de 2011’de Suriye İç Savaşı’na tanık oldun, daha sonra 2014’te 73. Ezidi Fermanı gerçekleşti. Bu fermanın da şahidisin, deden ve annenden fermanları dinledin, bu acılar ve şahitliklerle büyüyorsun. Bu tanıklıklar senin şahsına ve müziğine nasıl bir etki yaptı?
Her şeyden evvel kendime bir soru soruyorum, teknoloji ve internet dünyayı küçük bir köy yaptı. Ben hep şunu diyorum ‘maalesef’, bütün dünyanın gözü önünde nasıl oluyor da insanlar pazarda satılıyor, çocuklar nasıl öldürülüyor? Bahsettiğim bu görüntüyü kayaların önüne koysan kaya erir, ben insanım bana nasıl etki yapmasın ki. Niçin böyle oldu? Bunu durduracak hiç kimse yok muydu? Hadi 1915’te medya, internet yoktu ama o zaman Amerika’nın, İngiltere’nin Osmanlı’da konsoloslukları vardı, hepsi bunu görüyordu, hiçbir şey yapmadılar. Ezidi Fermanı beni çok kötü bir şekilde etkiledi.
Birincisi dedem konuştuğunda, her gece ağlayarak yatıyordum. Bize şunu söylerdi “Babamı gözlerimin önünde öldürdüler, çocukken dağ bayır yürüdüm, kırda bozkırda kurt ve ayıları görüp
onlardan saklanıyordum, içecek suyum yoktu, ekmek yoktu.” Yaşadığı bu zorlukları anlatıyordu, biz ağlayıp kırılmış bir kalple yatıyorduk, biz de ‘bunlar niçin onun başına geldi?’ diye düşünüyorduk.
İkincisi Viranşehir’den başka bir fermanla sınırın alt tarafına tehcir oluyorlar, tekrardan kendi ülkesinde mülteci oldu. “Oradaki ülkemiz de güzeldi, tekrardan tehcir edildik.” diyordu. Bu da dedem için çok zordu. Bütün bunlardan sonra kendi gözlerimle Ezidi Fermanı’nı gördüğümde dedim ki: “Bu fakir ve iyi milleti ki insanlığı, hayatı, keyfi seviyorlar, insanları ölümden kurtaran halkı öldürüyorlar, kesiyorlar, satıyorlar…”
Sonra Suriye İç Savaşı oldu… Ezidi Fermanı’ndan sonra dini şeylerin içine daha fazla girdim. Bu acıların içerisinde keyifli güzel şeyleri bulup onları insanlara sunup onları tekrardan neşelendirmek istiyorum, keyiflendirmek istiyorum.
‘O DEDEMİZ DEĞİL Mİ, ŞU SERKİS DEĞİL Mİ, HILOÇ DEĞİL Mİ YAA?’
Bütün bunlar olunca zihninde Ermeniler ve Ezidiler arasında bir karşılaştırma yapıyor muydun?
2014’te IŞİD Şengal’e girdiğinde ben dışarıdan eve geldim, ağabeyim Ekrem televizyonun önünde oturuyordu ve önünde de mendili vardı, yaşı da ilerlemiş, ağlıyordu. Diğer kardeşim ve yengem de oturmuş ağlıyorlardı. İçerip girip “Hayırdır?” dedim. “Ne hayırı İbrahim, ne hayrı! Hele bak şuna, bu çocuğu görüyor musun, o küçücük olanı, o dedemiz değil mi, şu Serkis değil mi, Hıloç değil mi yaa?” Hepimiz ağladık, her gün ağlıyorduk. Ezidiler Şengal Dağı’na doğru kaçtıklarında dedemin konuşmalarıyla bahsettiği görüntüler, nasıl yürüdükleri, biri şu taraftan düşüp ölüyordu biri bu taraftan düşüp ölüyordu. Ermeni Fermanı’nda anne ölen çocuğunun üzerine toprak dahi atamıyordu, Şengal’de de öyle oldu, çocukları için bir mezarı bile kazamıyorlardı. Arapça ‘Alttarikh mutakarir’ (Tarih tekerrür eder) diyorlar, işte tarih aynen tekerrür edip geri döndü. Maalesef bu zamanda yaşanılanlar daha zor çünkü her şey açık bir şekilde ve gözlerinin önünde oluyor. Dünya bu olanlara çok sessizdi, kimse bu son fermanda Ezidilere yardım ettik demesin. Sadece Şengal Dağı yardım etti onlara, sadece dağ. Kürtlerin esas dostu dağdır. Filistinli şair Mahmud Derviş “Kürdün rüzgardan, dağdan başka dostu yoktur” diyor. Başlarına bir şey geliyor ve dağa sığınıyorlar. Ezidiler üzerine ne söylesem kalbimin içindekileri anlatamam.
‘ŞEYH ADİ ORADAN ÇIKIP BANA: OĞLUM BURADA NE YAPIYORSUN? DİYECEK DİYE HİSSETTİM’
Laleş’e Ezidilerin kutsal toprağına ilk defa ne zaman gittin, orada neler hissettin?
Kürdistan’da (Irak Kürdistan Bölgesi’nde) 2013’te büyük bir festival gerçekleştirdik, ben ve dostum Gani Mirzo ve Alman yönetmen Michael Draier’in yardımıyla uluslarası birçok sanatçıyı, 80-90 sanatçıyı Erbil ve Süleymaniye’de bir araya getirio festivaller yaptık. O zaman programıma Laleş’e gitmem gerektiğini eklemiştim, ziyarete gittim. O kutsal ve tarihi yere kim gidebiliyorsa gitmeli. Oraya gidince garip düşünce ve hayallere dalıyorsun, orada birçok yer var vallahi o kadar antik yerler var ki belki tarihçiler onun tarihini bulamayacak kadar çok eski, en az 2000 yıl öncesinden bahsediyorum.
2019’da da bir proje için gittim. Süryani asıllı Lübnanlı bir arkadaşım dünyadaki dinlerin müziği hakkında bir belgesel çekecekti, Ezidilerin müziğini eklememişti. Ona bunun da eklenmesi gerektiğini söyledim ve ekledi, Kızıl Çarşamba Bayramı için gittik, müziği Laleş’in kaynağından aldık; adetleri, semayı, ritüelleri, şarkıların sözlerin nasıl söylendiğini, sazın, defin ve kavalın nasıl çalındığını, hepsini büyük bir kutsallıkla kaydettik. Orada gönlüm birazcık da olsa rahatladı,
Ezidilerin hizmetine daima hazırım. Ezidi milleti olmasaydı şu an İbrahim sana bu röportajı veremezdi, var olmayacaktım, sahnelerde olmayacaktım, ne İbrahim ne de İbrahim’in ailesi olacaktı. Kaybolup silinecektik. Yaradana şükürler olsun ki dedemin yolunu hayatı ve selameti seven bu millet ile kesiştirdi.
Ezidiler sabah erkenden kalkığ dualarını ederler, dualarını güne karşı yapıyorlar, onların inancında güneş günün Allah’ı, yaradanıdır. Güneş olmazsa hayatta olmaz. Dualarını şu şekilde yapıyorlar: “Ya Rab yetmiş iki dini koru sonra da bizim dinimizi koru.” Bizim dinimizi yetmiş iki dinden önce koru demiyorlar, ne kadar hoşgörülüler. Derler ki “Ya Rab dünyayı koru sonra da beni koru, ya Rab insanların çocuklarını koru sonra da benim çocuklarımı.” Orada hissettiklerimi birkaç cümle ile anlatabilirim: Dört bin sene öncede olduğumu hissettim, yeni olan her şeyi unuttum, kendimi unuttum. Şeyh Adi oradan çıkıp bana: “Oğlum burada ne yapıyorsun?” diyecek diye hissettim. Secadi oradan çıkacak, Tavus Meleği’nin ruhu üzerimde uçuyor gibi hissettim. Orada bir sürpriz oldu, Ruhani Meclisi’ndeki herkes beni tanıdı, onların beni tanıyacaklarını düşünmüyordum. Hepsi birbirini çağırıp “İşte İbrahim gelmiş, İbrahim burada…” dediler. Laleş’in hizmetini yapan Çavuş Baba ve Laleş’in piri, Laleş’in talebeleri hepsi birbirini çağırdı, çok sevindiler. Yedi gün boyunca bir evde misafir olarak kaldım.
Bugün Kızıl Çarşamba Bayramı, Ezidiler bu günü kutluyorlar. Ezidi Kürtleri ve Kızıl Çarşamba için bir mesajın var mı? Bu korona olmasaydı bu yıl yine orada olacaktım. Kızıl Çarşamba Bayramı’nızın hep keyif ve güzellikle geçmesini diliyorum, siz de diğer milletler gibi rahata erişin, hayatınız sürekli fermanlarla, kötülüklerle geçmiş. Sizin için güzellik olsun istiyorum, insan insanlığına, iyiliğine, hayrına, aslına dönsün istiyorum. Bayramınız kutlu olsun, hep hayır ve güzellik içinde olsun.