İlhami Işık
Ne olduysa 2013’ün Nisan ayında oldu
Arap Baharı ile soğuk savaşın Ortadoğu’da da sona ermesi anlamına gelen büyük değişim maalesef dünün muktedir güçleri tarafından büyük bir tehlike olarak algılandı. Bunda başat neden de İsrail’in varlığı ve İsrail’in kaygıları olmuştur. 2012 sonu itibarıyla harekete geçen ve tümüyle İsrail’in güvenliği ile Körfez ülkelerinin varlığını korumaya yönelik bu karşı saldırı, planlı organize ve hedefi net bir taarruza dönüştü. Bunun en doğrudan mağdurlarından biri de Türkiye’deki demokrasi ve büyük bir fırsat olan Çözüm Süreci oldu.
Etnik, mezhepsel ve ideolojik çatışma ile sürekli değişen güç merkezleri üreten bir coğrafyada demokrasinin oturması ya da demokratikleşmenin oluşması hayal değil
ama imkansıza yakın bir durum değerlendirmesi olarak görmeye başlarsak belki daha sağlıklı olur.
Ki başka da seçenek yok zaten.
Kırılmasız kimi değişim ve dönüşümlerin ne kadar değerli ve anlamlı olacağını da anlamış olacağız.
Sürekli bir dejavu halinde sürüp giden bir zamansal yolculukta kendi gerçeğimizi ıskalamamak son derece hayati bir tercih olmalı diye düşünüyorum.
Son yüz yılık tarihimize baktığımızda bile sönen hiçbir karşıtlığın olmadığını görürüz
Kimi durgunluklar bizi yanıltmasın. Pusuda uyuyan sorun olarak görmek ve bakmak gerekir.
Nitekim de böyle bir tarihe sahibiz. Yüzyılın başında da dinsel-mezhepsel çatışma yaşanıyordu. Etnik çatışma doruklardaydı. İdeolojik çatışma da hiç eksilmedi ta ki soğuk savaş bitinceye kadar.
Soğuk savaştan sonra 90’larda dünyada esen demokrasi rüzgarı ne yazık ki bizde sadece sözlerde ve kimi göstermelik adımlarda kaldı.
Böylesine büyük bir fırsatı sadece ıskalamak ile kalmadık, irtica ve bölücülük bağlamında pusuda uyuyan milliyetçilik yeni ivme kazandı.
Özelikle devletin kabuğunu sertleştirmesi ve siyasetin halktan tekrar derin bir kopuş yaşaması hem ekonomik anlamda yeni krizleri doğurdu.
Hem de şimdiye kadar sadece sessizlik içerisinde kendisine yaşam alanı yaratmış olan muhafazakar dünya bu kutuplaşmanın yeni hedefi olarak ortaya çıktı ve bu çıkış beraberinde örgütlü bir siyasal güce dönüştü.
Diğer yanda Kürt meselesi üzerinden yürütülen vahşi politika sadece devleti kilitlemekle kalmayıp siyaseti de değersizleştiren bir atmosferin habercisi oldu.
Dünyada siyasal duraganlık ve ılımlı hava ile bölgede yaşanan siyasal sakinlik bu ülkeyi yönetenler açısından bir anlam ifade etmediği için bu muazzam durum ülkenin kadim sorunlarını çözmek için fırsat yaratırken buna kör ve sağır olmak ilerde bu coğrafyanın ateş çemberinin içinde olmayı beraberinde getirecekti.
Nitekim 2003 ırak işgali ile başlayan ve Ortadoğu’da Sünni eksenin pasifize edilip Şii eksenin aktif olduğu bir döneme giriş ile beraber iç sorunların tümü artık birer bölgesel sorun olmanın işaretini vermeye başladı bile.
Bugünü anlayabilmek, yorumlayabilmek ve “ne olup ne bitiyor?” hakkında az çok fikir sahibi olabilmek istiyorsak dün neler yaşandığını iyi bilmemiz gerektiği inancındayım. Hayatın doğal akışında olduğu gibi sosyal ve siyasal olaylar da ‘dün’ü olmadan anlaşılamazlar.
Bizim açımızdan da dün bir o kadar önemli iken genellikle dünü görmeden bugünü yorumlamaya kalkıyoruz. O zaman eldeki tüm veriler bizi yanıltmaya müsait hale geliyor. Bundan ötürü bugün yaşadığımız bu acımasızlığı iyi görebilmek açısından en önemli ve benim açımdan da en stratejik tarihin 2013 Nisan ayı olduğunu söylemeliyim.
Arap baharının başlamasıyla dünyada güçler dengesinin hak ve özgürlüklere evrilmesi, diktatörlerin devrilmesi, baskıcı rejimlerin el değiştirmesi, yani soğuk savaşın Ortadoğu’da da sona ermesi anlamına gelen bu durum maalesef dünün muktedir güçleri tarafından büyük bir tehlike olarak algılandı. Bunda başat neden de İsrail’in varlığı ve İsrail’in kaygıları olmuştur.
Bu anlayış maalesef yükselen hak ve özgürlük girişimlerini tekrar kanla ve baskıcı rejimlerle geri getirme ve yaşadığımız bu kaosu ortaya çıkarmaya neden olmuştur.
2012 sonu itibarıyla harekete geçen ve tümüyle İsrail’in güvenliği ile Körfez ülkelerinin varlığını korumaya yönelik bu karşı saldırı, planlı organize ve hedefi net bir taarruza dönüşmüştür.
2012 Eylül’ünde ABD Büyükelçisi’nin Libya’da öldürülmesi ABD’nin sinir sistemini sarsmış, demokratların gelecekteki lideri olan Hillary Clinton’un tasfiyesine, zamanın CIA şeflerinin ekarte edilmesine neden olmuştur.
Birinci hamle ABD sinir sistemini Arap karşı devrimine koordineli bir şekilde yönlendirmekti…
Bu başarılmıştır.
İkinci ama en önemli hamle ise Nisan 2013’te baş döndürücü karşı devrim trafiğidir.
2012’nin sonlarında IŞİD lideri Bağdadi, daha IŞİD oluşmadan Nusra Cephesi’nin lideri Colani’ye Türkiye’deki muhaliflerin toplantı halindeyken bir otelde hepsinin bombalı saldırıyla imha edilmesi emri verdi. Nusra bu emri uygulamayacağınu bildirdi. Ve Nusra ve IŞİD mücadelesi başladı.
Düşünebiliyor musunuz, Esad’ın zulmünden ötürü varlığını ilan eden bir örgüt Esad’a karşı örgütlenen tüm muhalifleri yok edecek ve bu muhalifleri destekleyen ülke olan Türkiye topraklarında bunu yapacak bir planı hayata geçirmeye çalışıyor. Sizce bu çok ama çok garip bir davranış biçimi değil mi?
Bu ayrılıktan sonra 2013 baharıyla beraber düşme noktasına gelen Şam rejiminin 2 cephede birden kurtarılma operasyonu hayata geçirildi.
İki cephe de özenle seçilmiş stratejik cephelerdir. Biri Suriye rejiminin doğal müttefiki olan İran tarafından büyütülen Hizbullah’ın Humus’a bağlı Kuseyr kasabasına saldırarak Şam’a gidecek ana yolu kapatması ve Hizbullah’ın 2013 Nisanında Suriye karşı devriminin bir numaralı aktörü haline getirilmesi…
Düşünebiliyor musunuz? Zamanında İsrail’e karşı efsanevi bir duruş sergileyen Hizbullah tarihinin en kirli, en zalim ve en ahlaksız savaşına ortak olmakla kalmıyor bunun yürütücüsü olmaya başlıyor… Tarih; Nisan 2013.
İkinci cephe ise muhaliflerin Dara’da Azez’de Halep ve Humus’un önemli stratejik merkezlerini rejimden arındırdığı ve rejimin sinir sistemi olan Şam’a yöneldiği bir dönemde 2006’da Irak merkezli Irak İslam Devleti adlı örgüt Suriye’de IŞİD ismiyle varlığını ilan ederek açıldı.
IŞİD’in ilk işi de Suriye muhalefetinin elinde olan bütün bölgelere saldırmak, Suriye muhalefetinin liderlerini öldürmek, kafalarını kesmek, hatta en iğrenci de arabulucuların bile kafasını kesmek oldu.
Düşünebiliyor musunuz? Yine Esad’ı kurtaran hamlenin ikinci önemli aktörü kendisine “Esad muhalefetiyim” diyen Sünni İslamcı kimlikli bir yaratıklar örgütü…
Tarih Nisan 2013.
Gelelim bu 2 görev başarıldıktan sonra yaşananlara… Yani Nisan 2013’ten sonra tüm bölgeyi sarsan tarihsel gelişmelere.
2013 yılı ile beraber bu coğrafya artık bambaşka bir hal almaya başladı.
Türkiye yenilgiye uğrayan Arap Baharı’nın kendisine yönelik yıkıcı etkisini en aza indirmek için ” barış süreci ” denilen ve bu topraklar için altın değerinde ki hamleyi yapmaya çalıştı ama geç kalmıştı.
Hem uluslararası arası konjonktür tersine dönmüş hem de bölgenin en oyun bozucu gücü olan İran baş aktör olmaya başlamıştı.
Kasım Süleymani’nin Haziran 2012 de Esad’ı ikna ederek Rojava’yı Kürtlere teslim etmesi ile beraber çözüm sürecinin diğer ana muhatabı PKK için Türkiye de ki barış artık öncelikli bir durum olmaktan çıkmıştı
Sadece bu değil tabi.
Türkiye’deki güçler dengesi de iktidarın doğru zamanda doğru adımlar atmasını engelliyordu.
Böylesine baş döndürücü bir hızla gelişen olaylarda Türkiye’nin yavaş ve sadece Öcalan üzerinden yürüttüğü görüşme trafiği elbette ki yetersiz kalacaktı
Artık dünya bir yamyam örgütü olan İŞİD ‘i yegane düşman görüyor ve Şii koridorunun açılmasına ses çıkarmıyordu.
Sadece ses çıkarmamakla kalmıyor önünü açıyordu.
Hal böyleyken Suriye’de Kürtleri Esad karşıtı bir pozisyona sokmak isteyen her girişim İran açısından bir hayati tehlike olarak görülüyordu.
Bu durum Barış Süreci’nin devam etmeyeceğinin ana anahtarıydı çünkü PKK Kandil’deydi ve Kandil de İran vesayeti altındaydı.
Bu vesayet Suriye’de elde silahla bir toprak parçasını yönetme hediyesi de sağlamıştı.
Nitekim Gezi ile başlayan ve kendine sol ve demokrat diyen güçlerin büyük bir çoğunluğu
ki bunlar etkili kalemlerdi, “demokrasi olmadan barış olmaz ” tezini çok hızlı bir şekilde hayata geçirmeye başladılar.
Yani Barış Süreci’nin en önemli ayağı olan aydınlar bu süreci bu tezle boşa çıkarmaya başladılar. Sürecin en önemli ayağı artık topaldı.
Diğer yandan devletin güvenlik bürokrasisinde çok güçlü olan Gülen cemaati de bu süreci boşa çıkarmak için sürekli hamle yapıyordu
Çünkü iktidarı istiyordu ve süreç başarılı olursa iktidarı ele geçirmek mümkün olamayacaktı.
Tüm bu olumsuz koşullarda bu sürecin başarılı olma şansı yoktu.
Nitekim Mayıs ayında silahlı güçlerini ülke dışına çıkarma kararı alan PKK, temmuz ayı ile beraber bunu durdurdu. Ve Türkiye’nin hem bölgesel hem de iç siyasetini gözeterek zamana yaymaya başladı.
Aynı zaman diliminde Kasım Süleymani gibi sınırsız stratejik yetkiye sahip bir aktör ise bölgeyi dizayn ediyordu.
İŞİD ‘in Musul ve sonrası Kobani’ye saldırması ile beraber Türkiye’nin bu süreci tekrar kendi lehine çevirme şansı olmasına rağmen bunu okuyamadı.
Öyle ki konsolosluk baskını ve onlarca rehinden sonra bile İŞİD 2015 yılına kadar iki yıl sınır komşusu olmaya devam etti.
İŞİD’ i ana tehlike görmede yaşanan bu zayıflık uluslararası alanda Türkiye’nin İŞİD’e göz yumması olarak okundu ve bu Kürtlere olan bütün bağları koparmaya doğru götürdü.
6-8 Ekim olayları ve Kürt legal siyasetinin bu süreçte yetersiz kalması sonucu 2015 7 Haziran seçim sonuçlarını da okuyamamasına neden oldu.
Aslında iktidarın ilk defa tek başına iktidar olma şansını kaybetmesi Kürt siyasetine inanılmaz imkanlar sunacak bir durumu yaratmasına rağmen bunu değerlendirmemesi tümüyle Suriye’de olan yeni durum ile ilgiliydi.
PKK, toprak kazandı. Dünya, İŞİD belasını birinci öncelik olarak ele aldı. Ve Suriye’deki savaşın bir uzantısı artık Türkiye sahası olmaya başladı.
Türkiye Kıbrıs’tan bu yana ilk defa kendi sınırları dışında toprağa el koymaya ve tam bir Ortadoğu ülkesi olmaya yol almaya doğru gitmeye başladı.
2013 yılı esas olarak 1916 yılında çizilen sınırların yeniden çizilmesine yol açacak bir tarihsel konjonktürü doğurdu diyebiliriz.
O günden bu yana her şey değişti ve hiçbir şey artık eski yol ve yöntemlerle çözülmüyor artık.
Maalesef altın değerindeki yılları böyle hoyratça tükettik.
Konjonktür uygun olmuş. Uluslararası durum uygun olmuş. Toplumun beklentileri uygun olmuş. Ama ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeye aday olanların ufku bir evin bodrum katında yaşayan karanlık bir göz gibi hep ışıktan kaçmıştı.
Çok yazık oldu.
Kaynak: Serbesiyet