Mücahit Bilici, Kürtlerin Temsil Sorunu başlıklı yazısında (gazeteduvar, 14 Haziran 2020) ‘Kürdlerin Kürd Olmama Hakkı’ndan söz etmektedir. Mücahit Bilici, bu konuda şunları söylüyor:
“Kürtlerin Kürt olmama hakkını hep savunmuş biri olarak şunu söyleyebilirim: Bana göre Kürtlüğü gönüllü terk ve iradi asimilasyon demokratik bir haktır. Kimse mağdur ve başa bela bir kimliğin ağır yükünü taşımak zorunda değildir.”
Kürdlerin Kürd Olmama Hakkı, ancak, tek bir koşul altında geçerlidir. Türkler ve Kürdler her bakımdan eşitse, Kürd olmaktan, Kürd toplumunun bir üyesi olmaktan doğan haklar, özgürlükler sağlıklı bir şekilde yaşanıyorsa, böyle bir hak gündeme gelebilir. Doğal asimilasyonun, iradi asimilasyonun, oluşabileceği ortam, ancak böyle bir ortamdır. Böyle bir ortamın dışında gelişen bir asimilasyon, ancak, devletin zoruyla gerçekleşmiş, demektir. Bu süreçte de senin iraden, direnişin hiç önemli değildir.
Doğal asimilasyon diye bir olay yoktur. 20. yüzyıl, hiçbir ulusun, gönüllü olarak asimile edildiğinin göstermemektedir.
Bütün bunların dışında, ’Kürd olmak beni yoruyor, mağdur ediyor, Kürd olarak zulüm görüyorum, en iyisi Kürdlüğü terkedip Türk olduğumu haykırayım…’ demek… Bu insan hakları çerçevesinde bir hak değildir. ‘Baskı ve zulme boyun eğme hakkı’ diye bir hak olamaz. Baskıya, zulme her koşul altında karşı çıkılmalıdır. Evrensel olan budur. Toplumsal mücadeleler, ulusal kurtuluş mücadeleleri neden gerçekleşiyor?
Bu bakımdan ‘mağdur ve başa bela bir kimliğin ağır yükünü taşımak…’ tan söz etmek yerine, devleti, ‘Kürdlerin doğal haklarını, neden Kürdlerin başına bela ediyorsun…’ diye eleştirmek ve bu eleştiriyi devamlı kılmak daha doğrudur.
Kürd, Kürdistan sorunu her şeyden önce, birinci planda, özgürlük sorunudur, onur sorunudur, ikinci planda ekmek sorunudur. Kucak kucak ekmeğe sahip olabilirsiniz, Özgürlük yoksa onurlu bir insan olamazsınız.
Londra’da oturan bir Alman yazarı düşünelim. Bu Alman’ın eserlerini, Almanca mı yazdığı, İngilizce mi yazdığı hiç önemli bir konu değildir. Çünkü gerek Almanya’da, gerek İngiltere’de, Alman olmaktan doğan haklarda, özgürlüklerde, Alman toplumunun bir üyesi olmaktan doğan haklarda, özgürlüklerde, İngiliz olmaktan doğan haklarda, özgürlüklerde, İngiliz toplumunun bir üyesi olmaktan doğan haklarda, özgürlüklerde bu hakların yaşanmasına hiçbir sorun yoktur.
Örneğin, İstanbul’da oturan bir Kürd yazar için bunları söyleyemeyiz. Bu Kürd yazar, belki asimile olmuştur, Kürdçe bilmemektedir. Belki, Kürdçe konuşabilmektedir ama Kürdçe yazamamaktadır. Kürdçe konuşmayı yazmayı bilse bile, ikircikli bir tutum içindedir. İkircikli olmasında hem ticari hem de siyasi kaygılar vardır. ‘Kürdçe yazarsam baskı görebilirim, yayınevi baskıyla karşılaşabilir. Kitabım dağıtılmayabilir. Kürdçe yazarsam beni ancak 15-20 kişi okur, Türkçe yazarsam hem baskı olmaz hem de çok daha fazla insan benim kitabımı okuyabilir…’vs. Bütün bunların, Kürd olmaktan doğan haklar, özgürlükler, Kürd toplumunun bir üyesi olmaktan doğan haklar, özgürlükler çerçevesinde değerlendirmesi gerekir.
Kürdlerin, Kürd olmaktan dolayı baskı zulüm gördüğü çok doğru bir tespittir. Rahmetli Niyazi usta birisine kızdığı zaman, ’İnşallah Allah seni Kürd yapar…’ derdi. Kürd olur olmaz, baskı zulüm görmeye başlayacağı açıktı.
Bu baskıya karşı, zulme karşı olmak, Kürd olmaktan ve Kürd toplumunun bir üyesi olmaktan doğan hakları, özgürlükleri her koşul altında savunmak önemlidir. Devleti bu yönden eleştirmek çok önemlidir. Devletin, insan olmaktan doğan hakları neden baskı altında tuttuğu çok önemli bir eleştiri konusu olmalıdır. Demokratik mücadele budur. Bu, kitlesellik kazandığı zaman baskı-zulüm geriletilebilir. Örneğin en etkili muhalefet Kürdçe konuşmaktır. Çocuklara Kürdçe konuşmayı, Kürdçe yazmayı öğretmektir.
Milliyetçilik Üzerine…
Ali Fikri Işık, Hukuki ve siyasi statü talep etmek milliyetçilik midir? başlıklı yazısında, (kürdistan24, 5 Mayıs 2020) böyle diyor. Elbette milliyetçiliktir. Yapılması geren, izlenmesi gereken yol da budur. Neden?
Senin, insan olmaktan doğan hakların, özgürlüklerin, Kürd olmaktan, Kürd toplumunun bir üyesi olmaktan doğan hakların gasbedilmiş. Ülken gasbedilmiş, dilin gasbedilmiş, her şeyin gasbedilmiş. Gasbedilmiş bu haklarını kazanmaya çalışmak Kürdlerin çok doğal bir çabasıdır, toplumsal enerjinin bu yolda sarfedilmesi ise çok doğrudur. Kürdler için milliyetçilik budur. Bu olmalıdır.
Sen, ‘dünyada en büyük Kürd milletidir’ demiyorsun, ‘Bütün dillerin anası Kürdçe’dir’ demiyorsun. Türkleri, Arapları, Farsları… Kürd yapmak için asimile etmek için gayret göstermiyorsun Türklerin, Arapların, Farsların vs. topraklarını işgal etmeye, Kürdistan’ı genişletmeye çalışmıyorsun.
1920’lerde, Araplar, Türkler ve Farslar, dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın da belirleyici ve yönlendiricilikleriyle, Kürdleri, Kürdistan’ı, böldüler, parçaladılar, paylaştılar. Bu sürecin, Sovyetler Birliği’nde, Lenin, Stalin, Troçki tarafından, ABD’de Başkan Wilson tarafından, yoğun bir şekilde savunulan, Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı’nın, yaşama geçtiği bir dönemde gerçekleşmesi dikkate değer bir durumdur. Ondan sonra, Kürdlerin başına lanetli bir çorap geçirdiler. Kürd kimliğini, Kürdistan kimliğini yok etmek için soykırımlara varan operasyonlar bile geliştirdiler… Bütün dünyanın bunlara sessiz, duyarsız kaldığı da biliniyor.
* * *
Kürdler, bölünmenin, parçalanmanın, paylaşılmanın acısını her gün yaşıyorlar. Bugün, Kürdistan’ın güneyinde, Kürdistan’dan koparılmış alanlarda, İŞİD her gün Kürdlere saldırmaktadır. Kürdleri kaçırmakta, öldürmektedir. Şengal, Kerkük, Maxmur, Xaneqin gibi alanlar…
İŞİD, Kerkük, Maxmur, Xaneqin gibi alanlarda, her gün, Kürd çiftçilerin ekin tarlalarını yakmaktadır. Irak polisinin gözleri önünde yakmaktadır. Amaç, Kürdleri taciz edip bölgeyi terketmesini sağlamak. Irak polisinin bu duyarsızlığı karşısında, Kürdleri koruyacak güç elbette peşmergedir. Ama Bağdat’daki yönetim, peşmergenin, bölgeye dönüşünü savsaklamaktadır. Bazı İŞİD militanlarının, gündüz Irak polisi, gece İŞİD olduğu da bilinmektedir. Kürdistan’dan koparılan bu alanların, 16 Ekim 2017 ihanetinden sonra, Haşdi Şabi’nin, Irak güçlerinin denetimine geçtiği biliniyor. Bağdat’ın yürüttüğü bu anti-Kürd politikanın Türkiye ve İran tarafından desteklendiği, ABD, Rusya, gibi devletlerin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, İslam Konferansı gibi uluslararası örgütlerin bu zulmü görmezlikten, bilmezlikten geldiği biliniyor.
Geçmişe, Qendil gibi alanları bir gün Türkiye, bir gün İran bombalardı. Bugün bombardımanlar aynı anda yapılıyor. Bombardımanlardan, sivil yerleşim alanlarının etkilendiği de açıktır.
Bugün Afrin’de Türkiye tarafından desteklenen ÖSO güçleri, sık sık Kürdlerin evine-barkına, malına mülküne el koymakta, Kürdleri kaçırmakta ve katletmektedir. Kürdlere karşı yürütülen bu zulmün bütün dünyanın gözü önüne gerçekleştiği görülmektedir.
Halkların Demokratik Partisi’nin yürüyüşü konusunda, TVlerde programlar yapılmaktadır. HDP’nin düşüncesi ve eylemi konusunda yapılan bu tartışmalara, HDPlilerin katılmasının engellenmesi söz konusudur. Kürdlerin sesini kısmak için, Kürdleri susturmak için etik, ahlaki kurallar bir hiçe sayılmaktadır, ayaklar altına alınıp çiğnenebilmektedir. Bunlara benzer olaylar, Kürdistan’ın her tarafında, her parçasında yaşanmaktadır. Bunlar, bölünmenin, parçalanmanın, paylaşılmanın ortaya koyduğu, o günlerden beri sürüp gelen acılardır.
Bu koşullar altında, Kürdlerin, Kürd olmaktan, Kürd toplumunun bir üyesi olmaktan doğan haklarını, özgürlüklerini aramaya, bunlara kavuşmaya çalışması, hukuki ve siyasi statü talep etmesi çok doğaldır. İzlenmesi gereken yol da budur.
Arap, Türk ve Fars milliyetçiliğinin içeriğiyle, Kürd milliyetçiliğinin içeriği arasında çok büyük farklar vardır. Türk, Fars ve Arap milliyetçiliğinin her üçü de ırkçı içeriktedir. Her üçü de kendileri için istedikleri hakları özgürlükleri Kürdler için istememektedir. Kürd kimliğini, Kürdistan kimliğini yoketmek için her yolu gündeme getirmektedirler. Bunun için soykırıma varan operasyonlar bile yapılmıştır. 1988 Halepçe, Enfal soykırımdır 1937-1938 Dersim soykırımdır.1935 Sason, 1930 Zilan Deresi, 1927 Bingöl/Guew soykırımdır. Bütün dünyanın bu soykırımlara duyarsız, sessiz kaldığı da bilinmektedir. Kürd milliyetçiliği ise, bu baskı zulümlere karşı kendini korumaya, kendi değerlerini yaşamaya çalışıyor. Kürd milliyetçiliği budur.
Her üç milliyetçilik/ırkçılık da Kürdlere baskı-zulüm yapıyor Kürd haklarını, özgürlüklerini bastırmaya çalışıyor. Bu koşullar altında, Kürdlerin, gasbedilmiş olan hakları özgürlükleri için talepte bulunmaları çok doğaldır. Bunun için demokratik mücadele yürütmeleri çok doğaldır. İzlenmesi gereken yol da budur.
Kürdler, milliyetçilik konusunu, Türklerin, Türk yazarlarının gözlükleriyle değerlendiremezler. Kürdlerin, milliyetçilik konusunu, Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da, Türkler, Araplar ve Farslar karşısındaki olumsuz konumlarının bilincine vararak, ele almaları gerekir.
Türkler, Araplar, Farslar milliyetçilik konusunda büyük imtiyazlara sahiptir Türk, Arap, Fars olmalarından dolayı, doğumdan itibaren, bu imtiyaz garantidir. Kürdler ise temel haklarını, özgürlüklerini, mücadele ederek, ağır bedeller ödeyerek, fedakarlıklar yaparak kazanabiliyor.
Bu çerçevede, ‘milliyetçilik kötüdür’, ‘Her türlü milliyetçilik kötüdür’ gibi sözlerin, temeldeki esas sorunu karalamaktan başka bir işlevi yoktur.
* * *
Kürdler, devrim lafını kullanmayı çok seviyorlar. ‘Devrimci mücadele’, ‘devrimci savaş’ gibi sloganları ağızlarından düşürmüyorlar
12 Mart 1971 Rejiminde, Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevi’nde eğitim faaliyetleri de sürdürülürdü. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na mensup arkadaşların iki komünü vardı. İkisinde de her akşam eğitim yapılırdı. Lenin’in, Ne Yapmalı, Devlet ve İhtilal kitapları her iki tarafta da okunurdu. Marx-Engels’in, Lenin’in, Stalin’in başka kitapları da okunur tartışılırdı. Lenin’in, Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı, Stalin’in Marksizm ve Milli Mesele gibi kitapları herkes tarafından defalarca okunuyordu. Ortaokul ve Lise öğrencileri için ise Marksist Felsefe Dersleri kitabı okutulurdu. Bunu tutukevi komutanlığı da bilirdi. Bu konuda fazla bir sorun yaşanmazdı.
1972 kışında bir akşam, yemekten sonra, yemekhanede, bir Regaip Kandili gecesinde, köylülerden ve esnaftan bazı arkadaşlar, Mevlid okumak için oturdular, 13-15 kişi vardı. Kürdçe Mevlid okunuyordu. Sessiz, sakin, hiçbir iddiası olmayan, sadece, dinsel duyguları yaşama heyecanını dışa vuran bir eylem.
Mevlid okunmaya başlanmasından on dakika kadar sonra, yemekhaneye bir çavuş geldi. Çavuş, ‘komutanın emri var. Komutan Mevlid okunmasının durdurulmasın istiyor’ dedi ve gitti. Kürdçe Mevlid okuma devam etti. Çavuşun gitmesinden on dakika kadar sonra da, tutukevi güvenlik biriminde yer alan astsubay çavuş geldi. Komutanın emri, diyerek aynı emri astsubay çavuş tekrarladı. Mevlid devam ediyordu.
Astsubay çavuşun gitmesinden 10-12 dakika kadar sonra da nöbetçi Ütğ. geldi. Sıkıyönetim komutanının emri diyerek, Mevlid’in bir an önce son bulmasını istedi. O zaman kadar arkadaşlar, Mevlidle fazla ilgilenmemişlerdi. Ama gelip gitmelerin ısrarı karşısında, Mevlid engelleme girişimlerine kararlı bir şekilde karşı durmaya başladılar. Kürdçe Mevlid de devam ediyordu. Mevlid okuyan, dinleyenler geleni-gideni farkediyor ama onlarla hiç ilgilenmiyorlardı. Kürdçe Mevlid’e devam ediyorlardı.
Üsteğmenin gitmesinden çok kısa bir zaman sonra da tutukevi komutanı yarbayın bizzat kendisi geldi. ‘Bu beni aşan bir konudur. Sıkıyönetim Komutanlığı’nın emridir, diyerek emri tekrar etti. Önce gelenler, emri tekrarlayıp gidiyorlardı. Komutan yarbay tutuklularla tartıştı. Tutuklular kararlı bir şekilde, Mevlid okumanın doğal bir hak olduğunu vurgulamaya çalıştılar. O zaman, komutan ‘Madem Mevlid okuyorsunuz, Türkçe okuyun’ dedi ve gitti.
Bu arada birbuçuk saate yakın bir zaman geçmişti. Mevlid okuma sona erdi.
Devlet, ordu, Marksist klasiklerle eğitim yapmaktan rahatsız olmamıştı. Ama Kürdçe Mevlid’den çok rahatsız olmuştu. Rahatsızlık, kanımca, Mevlid okunmasından değil, Mevlid’in Kürdçe okunmasından kaynaklanıyordu.
Devlet, ordu, kanımca, her akşam devam eden eğitimde, düzeni, devleti tehdit edici bir yön bulmuyor. Ama Kürdçe Mevlid’de, böyle bir potansiyel farketmiş, bunu dağıtmaya, etkisiz kılmaya çalışıyor.
1970’ler… Kürdçe Mevlid okunması, kanımca, devrimci bir eylemdi. Çünkü, devletin en önemli Kürd politikası Kürdçe yasaklarıydı. Bu yasaklara karşı en etkili eylem de Kürdçe’yi bizzat yaşamaktır.
‘Saç-sakal kesilecek…’
Mevlid olayıyla ilgili olarak, olaydan sonraki bir gelişmeyi de dile getirmek istiyorum. Kürdçe Mevlid okunmasından dolayı, tutukevi komutanı, tutuklulara çok kızmıştı. Ertesi sabah, kahvaltıdan hemen sonra, komutanlık, ‘saç-sakal, kesilecek diye bir direktif yayımladı. Arkadaşlar arasında, buna şiddetle tepki gösterilmesi gerektiği konuşuluyordu. Tepki örgütlenmeye çalışılıyordu.
Bu direktifin yayımlanmasından hemen sonra, ‘koğuşlarda kimse kalmayacak herkesi dışarı çıksın’ diye yeni bir direktif daha yayımlandı. Havalandırmadaysa bir bölük asker vardı. Tutuklular, zorla oldukları yere oturtuldu. 8-10 askerin elinde berber aletleri vardı. Biraz da şiddet uygulayarak, herkesin saçını-sakalını kestiler…
‘İlkel Milliyetçilik’
1960’ların başlarında, ortalarında Kürd sözcüğü kullanılamazdı. Onun yerine, ‘Doğu’ sözcüğü kullanılırdı. ‘Doğu’ dendiği zaman Kürd’den söz edildiği anlaşılırdı. ‘Doğu meselesi’ kavramları basında görülmeye başlandığı zamanlar, devlet yanlısı yazarlar, Doğu’da yaşayan ilkel bir halktan, ilkel bir dilden bahsederlerdi. “Yazısız ilkel bir dil, bu ilkel dille bir roman mı yazılmış? Bir dağın ön yüzündeki bir köyde oturanlarla, arka yüzünde bir köyde oturanlar bile birbirlerini anlamaz…” gibi laflar edilirdi. Kürdler bu iddialar karşısında çaresiz kalırlardı.
Cumhuriyet tarihi boyunca bu kavram hem devlet, kamu yönetimi tarafından hem de yazarlar, basın mensupları tarafından sık sık kullanılırdı.
1960’lar… Kürdistan, Jin, Roji Kurd, Hetawe Kurd gibi yayınların, Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kürdistan Teali Cemiyeti gibi örgütlerin bilinmediği bir dönem. 1960’lar… hemen hemen bütün yazarların Kemalist olduğu, devlet yanlısı olduğu bir dönem…
Kürd sözcüğü 1960’ların sonlarına doğru tek-tük kullanılmaya başlandı. 1967 Doğu Mitingleri bu yönden çok önemli bir süreçtir.
‘İlkel milliyetçilik’ kavramları devletin kavramlarıydı. 1980’lerin ortalarından itibaren bu kavram ana akım Kürd siyaseti tarafından kullanılmaya başlandı. Ana akım Kürd siyaseti ‘ilkel milliyetçilik’ gibi kavramları kimler için kullanıyordu? ‘Kürdçe önemlidir. Bütün Kürdler Kürdçe öğrenmeye, Kürdçe konuşmaya, yazmaya çalışmalıdır. Kürd dili ve edebiyatı incelemeleri önemlidir. Kürd folklorunu araştırmak önemlidir Bütün Kürdler, çocuklarına Kürdçe öğretmeye çalışmalıdır…’ vs. diyenlere karşı kullanıyordu.
‘İkel milliyetçilik’ devletin kavramlarıydı. Devletin, kendi kavramlarını, bizzat Kürdlere söyletmesi, devletin çok büyük bir başarısıdır.
* * *
Ali Fikri Işık’ın, “Hukuki ve siyasi statü talep etmek milliyetçilik midir?” yazısı değerli bir yazıdır. Düşüncede ufuklar açan bir yazıdır. Ali Fikri Işık’ın, ‘Türkler neden Kürdler için yürümüyor?’ başlıklı yazısı da böyledir.
Kovara Bir