Geçtiğimiz Pazartesi günü seçimleri yakından izleyen bir gazeteci meslektaşım, “Şu ittifaklar meselesini yazabilir misin, milletin kafası iyice karıştı” şeklinde bir öneri getirdiğinde, önce geçiştirdim. Ertesi günü yeniden düşününce kendisine hak verdim. Zira bu konudaki güncel tartışmalarının gidişatını Emek ve Özgürlük İttifakı’nı yakından izleyen birkaç kişiyle konuşmuştum.
Birinci aşamada, bu ittifak içinde “bağımsız cumhurbaşkanı adayı” çıkarma veya çıkarmama noktasında ikili bir tavır görüldü. Mesela TİP (Türkiye İşçi Partisi), ilk rauntta sonuç alıp işi bitirmek maksadıyla aday çıkarmaktan değil, Millet İttifakı’nın adayını (ki bundan kasıt daha çok Kemal Kılıçdaroğlu idi) desteklemekten yanaydı. Emek Partisi (EMEP) de buna yakın bir tutum içindeydi. Sonuçta aday çıkarmaktan vazgeçilince bu konu kapandı.
İkinci aşamada aynı ittifak içinde seçimler sırasında bileşenlerle birlikte hareket edilmesi ya da her partinin güçlü göründüğü yerden kendi adayını çıkarması meselesi uzunca tartışıldı. Henüz kesin bir karar verilmemesine rağmen TİP, bazı illerde kendi adayları ve parti sembolleriyle seçime katılacağını gündeme getirdi. EMEP ise mevcut Yeşil Sol Parti bileşenleriyle hareket etmeyi yeğleyerek ayrı bir aday listesi çıkarmaktan vazgeçti.
Bu aşamadan sonra Emek ve Özgürlük İttifakı çevrelerinde yaşanan tartışma ve açıklamalar, partilerin tabanında neredeyse sol-Kürt karşıtlığına, polemik sınırlarını aşan suçlamalara, üstü kapalı serzenişlerle sitemkâr sözlere dönüşmeye başladı.
Görevden alınıp yerine kayyım atanan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ın hapishaneden kaleme aldığı sitem, uyarı ve eleştiri babından yazısıyla eş zamanlı olarak Edirne Cezaevi’nde tutulan Selahattin Demirtaş da twitter mesajında, “Taliban ittifakına karşı hep birlikte kazanacağız!” cümlesiyle uyarının yanı sıra yol göstermeyi de ihmal etmedi.
Gazeteci Murat Sabuncu ise mevcut iktidarın seçim yoluyla gitmesi için muhalefet saflarındaki ittifakların nasıl olması gerektiğini anlatırken TİP’in tutumunu kimi ibarelerle irdeleyip sorguluyordu. 3 Nisan 2023 tarihli T24 gazetesindeki yazısına birlikte bakalım:
“Uzun süredir sözleriyle, tavırlarıyla başta gençler olmak üzere heyecan yaratan bir parti Türkiye İşçi Partisi yani TİP. İşin uzmanlarının söylediğine göre hemen her anket araştırmasında da görünür oldular. Pek çoğu yıllardır siyasetin içinde olan isimlerin kurduğu partilerle yarışır bir görünürlük bu. Yüzde 1 ile 2 arasında bulan da biraz daha yüksek gösteren de var.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın içindeler, ancak Yeşil Sol Parti’den değil kendi listeleriyle 50-55 ilde seçimlere girecekler.
Tek listenin daha çok vekil çıkarma şansı olduğunun altını çizen çok sayıda yazı-yorum çıktı. Çünkü Cumhurbaşkanlığı kadar Meclis’teki güçlü temsiliyet de değişim için önemli. Ama TİP de aldığı desteğin görünür hale gelmesini, belki de bir sonraki seçimlerde daha fazla oy alabileceği bir merkez haline gelmeyi hedefliyor…
O gece masada olan önemli akademisyenlerden biri ‘Aşkın ve devrimin partisi diye anılan ÖDP’ye benzemesin de aldıkları oy’ deyiverdi.
Sorum şu: Baskıcı rejimlerde eylemci olmak, herkesin sustuğu yerde konuşmak, farklı bir dil tutturmak önemli. Ama kişisel ya da parti popülerliğinin gücü ile gelecek konusunda umut yaratma arasındaki bağ kuvvetli olmazsa sonuçlardan mutlu olunabilir mi?
Konuşulanların öne çıkanları beyaz gömlekten kırmızı kazağa, bıyıktan bakışa olmaya başlarsa, Türkiye’nin en zor seçiminde ‘Tam beyaz Türklerin TİP’i’ denilme riski olur mu?
Kürt seçmen tabanı ile açılan mesafe nasıl kapanacak? Partinin bilinirliğini-görünürlüğünü artırmak için popüler-tanınmış isimleri katmak önemli, ancak burada kurulacak denge nasıl belirlenmeli?”
HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel ortamı yumuşatmak için “TİP’li arkadaşlarımız hiçbir yerde bir imtiyaz ve temsilci istemiyor. Ayrıca HDP’ye zarar verebilecek yerlerde seçime girmeyecekler” dedi. TİP Genel Başkanı Baş da kendi partisi adına bir açıklama yaptı. Hem Gültan Kışanak hem de Selahattin Demirtaş’a “uyarıları” için teşekkür etti.
Bizce önemli olan, meselenin topluma nasıl yansıdığıdır. “Emek ve Özgürlük İttifakı saflarında ikilik var, anlaşamıyorlar!” algısının yaratılmış olmasıdır. Deyim yerindeyse bu algının mahalle ve kahvehane sohbetlerinde konuşulur hale gelmesidir. Böyle bir algılamanın, bahsedilen ittifaka sağdan veya soldan sataşanların diline pelesenk olması ve seçmen nezdinde “Ne oluyor bunlara?” türünden güvensizlik zemini yaratılmasıdır.
Umarım etkisi çabuk geçer. Benzer bir durum zaten yaşandı. Altılı Masa’daki tartışmaların ve Meral Akşener’in Kılıçdaroğlu’nun adaylığına itiraz ederek çok sert ve töhmet altında bırakıcı demecinin sonuçlarını birlikte gördük.
Evet, Akşener ittifaka, masaya döndü ama geride bıraktığı hayal kırıklığı ve yürek burukluğu henüz geçmiş değil. Kaldı ki bu tutum sonrası İYİ Parti’nin oyları neredeyse yüzde 6-7 oranında düşüş gösterdi. Neticede açık arayla kazanır diye bakılan Millet İttifakı adayının alacağı oy ile Cumhur İttifakı’nın adayı arasındaki fark azalmaya yüz tuttu.
Gerek Kürt gerek sol çevrelerden TİP’in tavrı hususunda yansıyan olumsuz görüşlerin de farkındayım. Fakat bu noktaya yoğunlaşmayı şimdilik gereksiz görüyorum. Şimdilik, Murat Sabuncu’nun “Kürt seçmen tabanı ile açılan mesafe nasıl kapanacak?” sorusuna cevaben şöyle diyeyim: Merak edenler Diyarbakır’da xırıx ve pexas diye tabir edilen fanatik HDP taraftarlarına sorabilirler. Ya da Kars, Iğdır, Ağrı, Muş ve Van yöresindeki konuşmalarla aynı illerden olup İstanbul varoşlarında yaşayan yöre insanlarının sohbetlerine kulak kabartabilirler.
50 yılı aşkın siyasal (dolaylı-dolaysız) tecrübemden birkaç örnek verirsem, belki konu daha iyi anlaşılabilir:
- 1965’teki Kars genel seçimlerinde dönemin TİP adayı, çok az (75 veya 175) oy farkıyla seçimi kaybetti. Kars’taki bazı CHP’li dostlara, “Nasıl olsa siz birinci parti çıkacaksınız, oylarınızın bir kısmını TİP’e verin!” yolundaki telkin ve çabalara aldırmayanlar, ister istemez Demirel’in Adalet Partisi’nin işini kolaylaştırmış oldular.
- Eylül 2002’de HAK-PAR’dan Diyarbakır Belediye Başkan adayı gösterilen merhum Abdülmelik Fırat, karar vermeden önce benimle ve birkaç Kürt aydınıyla konuyu istişare etti. Ona demiştim ki: “Kekê Melik, HADEP adayına karşı aday olursan hem sen üzülürsün hem de şehirde ileri geri konuşan bazı kendini bilmezler seni üzerler. Sonuçta alacağın oy bellidir. Birkaç bini geçmez. Evet, Kürt toplumunda efsane bir isim sayılan Şêx Seid’in torunu olarak gerek siyasi gerekse dini bakımdan belki de beş milyon sevenin vardır. Fakat sıra oy meselesine gelince, arkanda çok az bir destek bulursun! Naçizane görüşüm, aday olmaman ve halkımızın rûspi’si (bilgesi) olarak kalmandan yanadır.”
- Aynı sohbette rahmetli Abdülmelik’e şöyle bir örnek de vermiştim: “Kekê, iyi bilirsin; Necip Fazıl Kısakürek, milliyetçi-mukaddesatçı kesimin ilahi sembolü gibidir. 1960’ların ikinci yarısında belki de 5-10 milyon sempatizanı-hayranı vardı. Bir ara Prof. Necmeddin Erbakan ile siyasi bir nedenle arası açıldı. Necip Fazıl, milyonlarca hayranına güvenerek Erbakan’a rest çekti, ‘Beni seven onu bırakıp arkamdan gelsin!’ dedi. Peşine takılan çok az insan oldu. Buradan çıkarılacak ders, siyasi destekle sokaktaki tanınmışlığı ve kişisel hayranlığı birbirine karıştırmamak olmalıdır.”
- Keza rahmetli eski bakanlardan Şerafettin Elçi Bey, HEP-HADEP geleneğini eleştiren tavırlarıyla da dikkat çekmiştir. Televizyona her çıkışında incitip hakaret etmeden HEP-HADEP ile PKK politikalarını eleştirirdi. Örneğin “Onlar solcu-Marksist, biz ise muhafazakârız” mealinde makbul eleştiriler yöneltirdi. Bu arada şahsi görüşü olarak Türkiye’deki Kürtler için “özerklik veya federasyon” talep ederdi.
PKK örgütü, silahlı ve devlet için en tehlikeli bir düşman hareket sayıldığından; HADEP ve devamındaki yasal partiler ise kitlesel güçleriyle yönetici iktidarları ürküttüğünden, Şerafettin Bey’in televizyondaki sözleri devlete fazla dokunmazdı. Çünkü gücü, kitlesel tabanı yoktu.
Şerafettin Bey, bu görüşleri nedeniyle farklı kanallara uzunca süre konuk oldu; sempati duyanları, hayranları ve sevenleri giderek çoğaldı. Talepleri, Kürt toplumunda yankı da buldu. Bunu kendine temel alan Şerafettin Bey, İstanbul’daki bazı Kürt aydın ve politikacıları sohbet için davet etti. Onlardan biri de bendim. Söz döndü dolaştı, bizim gibilerle yeni bir parti kurma konusuna geldi. Herkes görüşünü açıkladı.
Kendimce şu kadarını söyledim: “Abi, televizyonda tanınıp popüler olmakla siyaseti birbirine karıştırmamak lazım. Hele hele uzun yıllar mücadele veren bir partiyle rekabet edebilmek için onlardan daha iyi faaliyet göstermek, halkın arasına karışıp onların dikkatini çekecek alternatif barışçıl mücadele yol ve yöntemlerini anlatmak lazım. Daha da önemlisi bunu yapabilecek genç-dinamik kadroları bulmak son derece lazım. Bu konularda bizleri ikna etmeniz gerek.”
Şerafettin Bey parti kurmasına kurdu, ancak hayat onun yönteminin şimdilik başarılı olmadığını gösterince, kendisi en sonunda HDP listesinden milletvekili oldu.
- Siyasi mülteci olarak yaşadığı İsveç’ten Türkiye’ye gelip alternatif bir barış hareketinin zeminini hazırlamak üzere İstanbul’da Realite gazetesini çıkaran merhum Kürt aydını Orhan Kotan ile Ankara DDKO günlerinden beri hukukumuz vardı. Hoş geldin ziyaretine gittiğimde, İsveç’teki ortamla Türkiye’dekinin çok farklı olduğunu, burada devlet ve yargı baskısı nedeniyle umduğunu bulamayacağını açıkça söyledim.
O, sahadaki yasal ve yasa dışı Kürtlerin yöntemlerini eleştirmeye devam ederek kendi fikirlerinin çerçevesini çizdi. Taha Akyol gibi muhafazakâr fikir insanları, devlete yakınlığıyla bilinen kimi aydın ve yazarlar da kendisiyle röportajlar yaptılar. Kamuoyunda tanınmasına yardımcı oldular. Ancak DGM yazıları hakkında ardı sıra davalar açınca, bunlara dayanamayıp İsveç’e geri döndü.
- KSP lideri Kemal Burkay da Avrupa’dan Türkiye’ye gelince, tanıdığı bazı medya mensuplarının da devreye girmesiyle haftalarca televizyon kanallarında konuşmalar yaptı. Gerek HDP geleneği gerek PKK örgütünü alabildiğine eleştirdi. Oysa Kürtlerin ondan beklediği “akil adam” (Kürtçe rûspi yani bilge) olmasıydı. Bu beklentiyi karşılamadığı gibi, TV kanalları da artık kendisini çağırmaz oldu. Kurduğu parti ise ikiye bölünüverdi.
Burada bir ara tespit; Kürt toplumunda siyaset yapmanın kendine özgü yazılı olmayan kuralları ve zorlukları vardır. O toplumun ruhunu, derdini davasını ve sevdasını dikkate almayan politikalar başarısızlığa mahkumdurlar.
- CHP-DSP rekabeti yüzünden kaybedilen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Melik Gökçek’in eline geçti. Yıllarca da o makamda kaldı.
Demem o ki Erkan Baş, AKP iktidarının 21 yıllık baskısı altında inleyen yaralı yüreklere derman kabilinden sert eleştirilerde bulundu; yöneticilere meydan okudu. TV kanallarındaki söyleşileriyle popüler de oldu. Ancak TV kanallarında görünür-şöhret olmakla siyaset meydanındaki aktif desteği, hayranlık-sempatizanlık ile fiili üyeliği ve oy kullanma meselesini birbirine karıştırmamak lazım. Barış Atay’ın Babala TV’deki konuşması sonrasında 10 bin kişinin partiye katılması da kimseyi yanıltmamalı.
Keza farklı sosyalist kesimlerin çatısı sayılan eski ÖDP de geçmişte umutla başlamış; hatta toplumda tanınan çok sayıda yazar, sanatçı, aydını listesinden aday göstermiş; Mine Urgan’ın TBMM’de başkanlık koltuğuna oturacağını bile hayal etmişti. Umulan olmadı. Çünkü İstanbul’un birkaç yüzü vardır. Beyoğlu ile Kadıköy’den farklı merkezlerde ve varoşlarda daha farklı ölçüt, değer ve anlayışların olduğu asla unutulmamalıdır.
Dar pratikler, her zaman genel görünümün aynası olmayabilir. Barış Atay’ın Hatay’daki popülerliği, o yöreye has bir durumdur. Türkiye geneline model olamaz.
Yanılmıyorsam Gezi eylemleri sırasında Barış Atay ile bir avukat, Fethullahçı polislerce dövülüp yerlerde sürüklendiler. O dönemdeki popülerlik ise hafızalarda bir anı olarak kalıverdi ve kuvveden fiile dönüşemedi. Gezi Parkı bileşenleri, eylemlerini toplumsal-siyasal bir organizasyona dönüştüremedikleri için de hareket giderek sönümlendi.
“Gerçekçi ol, imkansızı iste!” özdeyişi bu bakımdan sıkça hatırlanmalıdır. Halkın başına musallat olmuş bir iktidarın gitmesi için kendi adayını çıkarmak yerine haklı olarak Kılıçdaroğlu’nu desteklemekte ısrarcı olan Erkan Baş’tan, Emek ve Özgürlük İttifakı ile ortak liste çıkarma noktasında da fedakârlık beklenirdi. Zira bu seçim, kader belirleme seçimidir.
Kaldı ki bu seçim, değiştirilen seçim kanunları yüzünden matematik olarak da çok farklıdır. Boyun eğdirip itaat ettirmek üzere topluma zorla takılmış boyunduruğu kırmanın öncelik taşıdığı bir yerde, “kendi gücümü göreyim” hevesi hayatın gerçekliğiyle de bağdaşmamaktadır. İktidardan indirmek istenilen güçlerin yerinde kalması halinde toplumla, halkla, emekçilerle buluşmak daha mı kolay olacaktır?
Millet İttifakı’nın da özgürlükler konusunda topluma vereceği fazla bir şey olmadığı görülüyor. Bu konuda hayale kapılmamak gerekir. En iyi ihtimalle siyasi tutsaklar salıverilecek; yargı sisteminin değişmesi neticesinde sosyal medya hesaplarından paylaşım yapanlar hakkında dava açılmayacak. On binlerce dava kendiliğinden düşecek. Basın açıklamasına giden 100 kişinin etrafını zırhlı-kasklı-kalkanlı 200 polis çevirmeyecek. Mitingler yasaklanmayacak. Polis kontrolleri eziyete dönüşmeyecek. Cezaevlerinde raporlara yansıyan insan hakları ihlalleri asgariye inecektir.
Kısacası iktidarın gitmesi toplumsal hafızadaki o yitik cenneti getirmeyecek lakin cehennemin kapılarını kapatacağı kesindir. İddia ve dava sahiplerinin böyle bir ortamda kitlelerle bağ kurması, varoşlar ve taşradaki insanlarla temasa geçip dünya görüşünü, derdini ve meselesini anlatması çok daha kolay olacaktır. Gerisi tecrübe, bilgi, yetenek ve birikimine kalmıştır. Sonsuz bahara ise kolayca ulaşılamayacaktır.
Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulunda (EHESS) araştırmalarını sürdüren Prof. Dr. Hamit Bozarslan da benzer tespitler yapmaktadır:
“Şu anda Türkiye’de bir dinamizm yaratılmış durumda. Çok değişik katmanlarda bir değişim beklentisi var. Sanıyorum şu anda HDP gibi bir hareketin ya da daha genel bir anlamda demokrasi hareketinin yapması gereken, sorunun sadece ekonomi olmadığını, sadece deprem sorunu olmadığını, sadece nepotizm ya da kleptokrasi sorunu olmadığını, genel anlamda bir demokrasi sorunu olduğunu ve bu sorunun temelinde de en azından şimdilik Kürt meselesinin yattığını göstermek olacaktır.
Dünyanın birçok yerinde toplumlar artık siyasi partilerin ötesinde, mekanlarda yeniden üretebiliyorlar. Türkiye’deki direniş sahalarından bahsetmiştim. Bu direniş sahaları kesinlikle partiler değil. Konferans salonları, tiyatro salonları. Gençler arasındaki sohbetler. 4-5 gencin siyaset tartışması ya da kültür tartışması bence çok önemli ve bu sahaların genişletilmesi, bu sahaların birbirlerinden izole adacıklar olmaması gerekiyor.
Sanıyorum sadece ve sadece siyasi partilere ağırlık verirsek çok büyük hayal kırıklıklarıyla karşılaşacağız. Bu yüzden Türkiye’nin geleceğini ille de 2023’ten yola çıkarak değil, 2030’lardan, 2040’lardan yola çıkarak düşünmek gerekli. Var olan dinamizmi sonuna kadar kullanmak gerekli ama seçimlerin her şeyi çözebilecek bir moment olmadığını da görebilmek gerekiyor.”
İyi bir hukukçu olan Levent Köker de mevcut seçim yasasına göre ittifaklarla birlikte aday göstermenin çok daha başarılı olacağını belirtmektedir.
Rawest Araştırma Genel Müdürü Roj Girasun’a göre Kürtler, İYİ Parti’den çekinceleri olsa da masanın ‘asıl sahibi’nin Kılıçdaroğlu olduğunun ‘bilincinde’dir. Yani ezilen Kürt insanı, sadece kendini ve partisini düşünmüyor. Genel olarak Türkiye halkları ve emekçilerinin kurtuluşu için nerede nasıl davranacağını da biliyor. Çok aykırı/itici tavırlar takınsa bile Akşener’in de ortak olduğu masanın kazanması halinde kendisine ne düşeceğinin de farkındadır.
Roj Girasun, Erkan Baş ve TİP’e duyulan ilginin ise kanaate dönüşüp sandığa yansıyacağından emin değil. Kendisi, sempati ile fiili siyasi davranışı birbirine karıştırmamak gerektiğine de işaret ediyor. Kanımca isabetli bir tespittir.
Son not: Emek ve Özgürlük İttifakı içinde yine bazı ehil olmayanlar ile kimi popüler ama halktan ve onun ruhunu anlamaktan uzak isimlere yer verildiği dikkati çekiyor. Benden uyarması, sonradan “ah vah” etmenin bir anlamı olmaz.
Kaynak: Gazete Karınca