İttihatçılardan İslamcılara değişmeyen yara: Kürt nüfusu

.

Azad Barış

Modern anlamda tarihsel arka planı ve kökleri 19. yüzyıla kadar uzanan anti-semitik ve anti-modern Völkisch hareketi döneminde ortaya çıkan devletlerin ve hareketlerin siyasi ve ideolojik muhtevalarını besleyen en önemli konulardan biri de ırk meselesi olmuştur. Bu çerçevede devletler ve bunların karşısında konumlandırılan gruplar veya siyasi hareketler büyük oranda iki temel kıstas etrafında değerlendirmeye tabi tutulmuşlardır.

Bunlardan birincisi üstün-ırk ile siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimine ve muhtevasına sahip olan devletler ve ırkçı hareketler, diğeri ise bu devletlerin homojen yapısının karşısında olan, doğal ve sosyo-kültürel varlığının kendisi bu homojen ve tekliğe itiraz şeklinde tanımlanabilecek halk katmanları, etnik ve inançsal gruplardır.

Dünyanın birçok yerinde bu temel kıstas üzerinde inşa edilen ırk tezleri ve ırk siyaseti, Türkiye’nin kuruluş sürecinde de benzer bir şekilde işlenmiştir. Türk ulus inşasının kuruluş sürecinde, millî kimliğin kurgulanması ve millî birliğin muhafazası için “ırk” anahtar ve önemli bir kavram olarak yer almıştır. Ulus inşası sürecinde Batı’daki bilimsel gelişmeler doğrultusunda millet ırkla özdeşleştiriliyordu. Türk millî şairi olarak kabul gören Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşı’nda “kahraman ırkıma bir gül” mısraında da ifade ettiği üzere, millet ve ırk kavramları eşdeğer tutuluyordu ve bu durum kesintisiz bir şekilde bugüne kadar da devam etti.

Nitekim günümüz Türkiye’sinde hem millet mefhumu hem de milliyetçi spektrumda oluşan kümelenmenin tamamı ırkçı bir tasavvura dayanmaktadır. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği ve üstün bir ulus inşa etme arayışları dönemin hâkim pozitivist anlayışıyla ilerlemiştir ve Türk ırkının üstünlüğünün kanıtlanması için envaiçeşit tezler üzerinden çalışıldığı gibi diğer halklara ve inanç gruplarına karşı etnik temizlikten asimilasyona kadar birçok mekanizma kullanılmıştır.

Tarihe Elhamra Fermanı olarak geçen ve sonuçları itibariyle ilk ırkçı dalga olarak kabul gören “Reconquista 1492” pogromu neticesinde İspanya’da çok sayıda Yahudi’nin Hıristiyanlığa zorlanması da dönemin demografik mühendisliğinden ve ırkçı tahayyülünden başka bir şey değildi. Söz konusu o zorla “dönüştürme” programı dönemin sosyal yapısını değiştirdiği gibi belirli bir demografik grubun da hem inanç öğelerine hem demografik yapısına olumsuz manada vurgu yapmaktaydı. “Kanın saflığı” (limpieza de sangre) veya “kökenin saflığı” anlamına gelen o günkü programın kadim Yahudi halkını nasıl bir yok oluşla karşı karşıya bıraktığını bugün tarihin bize devrettiği hafızadan görmek mümkündür.

Son olarak Erdoğan’ın Kürt nüfusa ve çocuk sayısına yönelik ifade ettiği şeyler, benzer tarihsel izlekler taşımaktadır. Erdoğan’ın hem fobik bir içeriği olan hem de sistematik bir devlet politikasının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz ifadeleri, köken ve kanın saflığının tehlikede olduğu vurgusundan başka bir şey değildir ve bir nevi Elhamra Fermanı’nın yeni bir varyantının dışavurumudur. Zira o fermanda “iman saflığı” üzerinden bir ayıklama, “kökenin saflığı” üzerinden bir ötekileşme ve kökensel soy-kütük üzerinden ise insanları sınıflandırıp tehlikeli ve müdahale edilmesi gereken bir demografik yük olarak görmüştür. Hem daha önce yaşananlar hem de bunun bir sonucu olarak yabancılar hep aşağılık ırklar olarak sınıflandırılmış ve o bağlamda muamele görmüşlerdir. Irkçılıktan güçlü bir şekilde etkilenen fatihler ve misyonerlerin notlarında da bütün bunlar hala yer almaktadır.

Erdoğan’ın söz konusu ifadelerinin dayanağı, bir yanıyla “soylu vahşi” motifi, bir yanıyla İncil’deki yaratılışa dayanan “korkutucu kayıp kavim miti” diğer yanıyla da İslamiyet’in cihat ruhunun uyanmış halidir.  Batı sömürgecilik canavarının başvurduğu ırk pratiğinin bir devamı ve hatta onun pozitivist faşist ırk teorilerinin birebir dışavurumudur Erdoğan’ın sözleri. Zamanında aynı saiklerle başlayan benzer sözler ve onun ırkçı nöbetlerinin insanlığın ortak hafızasına ne denli darbeler indirdiğini ve evrensel değerler merkezini ne kadar tahrip ettiğini bugün daha iyi görüyoruz.

Modernitenin bir çocukluk hastalığı haline gelen en temel korkularından biri de demografik grup aidiyeti üzerinden ötekileştirme, minimalize edilme ve hatta nötralize olma endişesidir. Bu endişe, öncelikle, hem fiziksel özellikler hem de zihinsel potansiyel ve kültürel koşullanma açısından diğerlerinden daha iyi olduğunu düşünenler tarafından özellikle paylaşılmakta ve karşıdaki insanın gerilemesi için devreye sokulmaktadır.

1915’te temeli atılan devlet ve onun üzerinden inşa edilen bugünkü Cumhuriyet tekçi ulus devlet inşası için Osmanlı bakiyesi içinde bulunan diğer bütün halkları ya nötralize etti ya da asimile etmek üzere bir ırksal konsept dayattı. O günün koşulları veya konjonktürü gereği, ırk bağlamında Batı’da hemen hemen her ulus kendini diğerinden üstün göstermek için karşılıklı bir rekabetin içerisindeydi. Yönünü Avrupa’ya çevirmiş olan Türkiye’nin ulus inşa sürecinde Batı ülkelerindeki ırk eksenli yaklaşımlardan derin ölçüde etkilendiğini devletin ilk kuruluş dönemi anlatısında da görebiliyoruz. Dolayısıyla 1923 yılında resmî olarak ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti de aynı milliyetçi anlayış çerçevesinde üstün bir Türk kimliğinin oluşturulması ve yerleştirilmesini gerekli görüyordu.

Elbette bunun iki nedeni vardı; birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılar nezdindeki olumsuz imajı ve ona bağlı olarak Türklere atfedilen “sarı ırk” ve onun bir uzantısı olarak medeni olmama hali, hatta “barbar” görülmeleriyle ilgiliydi. Diğeriyse aşağılık kompleksinden kurtulmak ve travmayla baş etmenin yolu medeni ve üstün olmayı kanıtlamaktı. Nitekim dönemin Batı dünyasında bariz bir aşağılama tanımı işlevi gören “sarı ırk” sınıflandırmasına karşı iki savaş arası dönemde “üstün ırk” arayışları daha da hız kazanarak devam etti ve bugün ifadesini “Türk ulusunda” bulan milliyetçilik ırk kavramıyla eşdeğer bir çerçevede kullanıldı ve kullanılmaya devam ediliyor.

Özellikle muasır medeniyet seviyesini hedefleyen yeni cumhuriyetin, Türklerin Avrupalılar ile akraba ya da en azından onlar kadar mütekâmil bir ırktan olduğu ve Batılılar tarafından yapılan aşağılanmanın giderilmesi için “yüce bir ırk mitosu” kaçınılmaz hale gelmişti. Böylelikle var olan önyargıları yıkmak ve hatta hüküm ettiği halklardan daha üstün olduğunu kanıtlamak üzere tekçi bir ulus kurgusunu inşa etti. Yaklaşık yüz yılı aşkın süredir “asrî ve binaenaleyh garbî” dünyaya yaklaşma ve kendini bu dünya içinde tanımlama çabasının ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetici elitleri ırkçı Nazi yasalarını dikkatle izlemişler ve söz konusu yasalar hem teorik hem de pratik anlamda önemli bir rol oynamıştır. Irkçılığın siyasi hareketler içinde boy göstermesinin Almanya’da ilk olarak Nasyonal Sosyalizm ile başlamadığını Türkiye’de ise Cumhuriyetle değil ondan önce Jön Türkler ve ittihatçılarla başladığını belirtmek gerekir. Dolayısıyla 19. Yüzyılın başından itibaren ırkçı ideolojileri besleyen bilimsel çalışmalar Türkiye’nin hem Cumhuriyet öncesi hem de Cumhuriyet elitlikleri tarafından incelikle yürütüldü. Esas gayeyse beyaz adamı ırk hiyerarşisinde üstte gösteren etnik haritalar çıkarmaktı.

O nedenle 19. Yüzyılın ırkçı atmosferinde gelişen völkisch-antisemitik hareketler ve Nasyonal Sosyalistler ile paralel bir çizgide belirgin bir devamlılık söz konusuydu Cumhuriyetin elit aydınları arasında. Örneğin Mahmut Esat Bozkurt, “Biz milliyetçiliği Türk için düşünmek, Türk için yaşamak anlarız” vurgusu Nasyonal Sosyalistlerin boyut kazanmış ırk teorisinin ta kendisidir. Fakat Nasyonal Sosyalizmi aratmayacak şekilde insanları ırklarına göre sınıflandırmanın ve yok etmenin “devlet politikası” halinde “planlı, programlı ve düzenli” bir şekilde modern yöntemlerle yürütüldüğü bir dönem başlamıştır.

Osmanlı geçmişini çağrıştıran her şeyden kurtulmak ve onun yerine medeni bir ulus profili yaratmak istemenin arka planında yüzyıllardır Avrupa’da kalıcı hale gelen barbar Türk imgesini yıkmak; bunun yerine “medeni Türk” imgesi yaratmak arzusu bulunuyordu. Muasır medeniyet ve yeni dünyada belki de hiçbir ülke, Avrupalı olduğunu kabul ettirmek konusunda Kemalist Türkiye kadar istekli ve ısrarcı değildi. Bütün bunlar, çağdaş bir ulus devlet olmanın gerekleri arasında görülüyordu. Böylece Avrupa’nın da Türkiye’yi saygın bir batılı devlet olarak kabul etmesi bekleniyordu. Dış görünüşte kalan değişimler Türkiye’de iktidar eliti tarafından tek başına yeterli görülmüyordu. Yeni Türkiye imajını kalıcı hale getirmek amacıyla kapsamlı bir PR faaliyeti de yürütülüyordu.

Cumhuriyet üzerinden inşa edilen yeni ulus kimlik, Kürt nüfusunu Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli bir tehdit unsuru olarak gördü ve bu çerçevede Kürtlere yönelik sistematik bir nüfus mühendisliği programını hayata geçirdi.  Dersim 1937’den önce 1936 yılında 1. Umum Müfettişi Abidin Sönmez’in güvenlikçi saiklerle hazırladığı “Siyah Raporu” başlıklı gizli raporda söz konusu tehdide karşı tedbir olarak katı bir asimilasyon, tedip ve tenkil programı öngörülüyordu. 19. Yüzyılın başından itibaren ulus devletin kimlik inşası olarak işlev gören ırksal doktrin bastırılan Kürt isyanlarından sonra mutlak bir inkâr ve asimilasyon uyguladı. Kürt modern hareketinin ortaya çıkışı ve Kürt ulus uyanışına denk gelen 1970-90 yıllardan itibaren katı bir demografik mühendislik ve yıkım programı devreye soktu. Dolayısıyla Erdoğan’ın hem söylemsel ifadesinin hem de düşünsel yapısının bütün bunların bir devamı olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Demografik yapıyı bir silah olarak gören ve yeri gelince etkin kullanan birinin böyle bir şey söylemesi hiç de şaşırtıcı bir şey değildir.  Çünkü mevcut Cumhuriyetin kuruluş kodlarının üzerine inşa edildiği mevcut devlet bu ırk mekanizmaları üzerinden varlığını sürdürmektedir.

Kaynak: Gazete Karınca

Kurdistan Haberleri

Üçüncü Dünya Savaşı - Arzu Yılmaz*
Eğer Danielle Mitterrand bugün burada olsaydı
Myles Caggins: Kürdistan petrolünün yeniden ihracatı için birçok adım atıldı
Dersim ve Ovacık belediyelerine kayyum atandı
Mesud Barzani: Her türlü barış girişimine destek veriyoruz