Japonya’nın olmayan ordusu, Abe’nin bitmeyen kâbusu - Çağdaş Üngör*

.

Çağdaş Üngör

Abe’nin ölümünden iki gün sonra büyük bir seçim başarısı yakalayan Liberal Demokrat Parti 1947’den beri barışseverlik normuna sahip çıkan Japon halkını bu sefer ikna edebilecek mi? Bir ülkenin ordu sahibi olup olmaması arasındaki tercihi belirleyen, bize laf-u güzaf gibi görünen ama aslında gücünü hukuktan ve kamuoyundan alan o ince çizgi Japonya’da yeniden çizilecek mi? Daha da önemlisi, sıklıkla “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu dönemde Asya Pasifik bölgesindeki barışa silahlanmış bir Japonya mı, savunmada kalan bir Japonya mı daha fazla katkı sağlayacak?

Shinzo Abe suikastının olduğu gün “Ordusu olmayan Japonya’da, bir askerin ülkeyi yeniden silahlandırmak isteyen eski başbakanını vurmasının” trajik tuhaflığına dair bir tweet attım. Soyutlama düzeyini biraz yüksek tutmuş olmalıyım ki bir anda önüme Japonya’nın en nadide silahları, en yeni gemi ve helikopter fotoğrafları düşmeye başladı. Bunlara eşlik eden yorumlar “hocanın eline sözlük, gözüne gözlük” diyordu; Japonya’nın çok güçlü bir ordusu olduğunu ben nasıl bilmiyordum? Japonya Anayasası’nın, ülkenin ordu sahibi olmasına izin vermeyen, savaş ilan etme yetkisini elinden alan ve sadece nefsi müdafaa faaliyetlerine izin veren 9. Maddesi olmasa, “ordu” ile “öz savunma gücü” arasındaki fark gerçekten de çok net olmayabilir. Ama dışarıdan afaki gibi gözüken bu detay, hem Japon siyasi erkini hem de müttefiklerini (ABD başta olmak üzere) yıllarca uğraştırmış bir konu. 21. yüzyıl Japonya’sı kalifiye bir askeri teşkilata sahip ama anayasal bir kurum olan “ordu”ya sahip değil. Aradaki farkı en iyi bilen de, bu gerçeği değiştirmek için çaba sarf eden, değiştiremeyince de arkasından dolanan müteveffa Shinzo Abe’ydi.

Japon ordusu ile ilgili tartışma, Türkiye’de siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında kavram, ilke ve adlandırmaları kulak ardı etmeye (“zaten uluslararası hukuk mu var?”, “hangi insan hakları?”, “güçlü olan kazanır”, vs.) ne kadar meyilli olduğumuzu da gösteriyor. Oysa bize teknik detay gibi gözüken hukuki ve diplomatik normlar dünyanın gidişatını belirlemekte. Asya-Pasifik coğrafyasına sadık kalırsak, Tayvan’ın öz-yönetim şartlarının neredeyse tamamını karşılamasına rağmen kendisine “devlet” diyememesi, başka hiçbir ülkenin de Çin Halk Cumhuriyeti ile olan resmi ilişkisini kesmeden onu diplomatik olarak tanıyamaması buna güzel bir örnek. Adanın de jure statüsü lüzumsuz bir detay olsaydı eğer, “Çin Taipeyi” gibi anlamsız ve karmaşık bir ifade muhtemelen hiç icat edilmezdi. Oysa sosyal medyada kaybolan, önemsizleşen, değersizleşen bu tip nüanslar sayesinde Tayvan her gün küresel platformlarda temsil imkânı buluyor.

Japonya’nın olmayan ordusuna dönecek olursak, mühimmat ve eğitim düzeyi ne kadar gelişkin olursa olsun, hukuken eli kolu bağlı olan bu askeri güç Çin’in yükselişi ve Kuzey Kore’nin nükleer silahlarını tehdit olarak algılayan ülkede yıllardır milliyetçilerin kâbusuydu. Ancak Shinzo Abe’nin uzun yıllar liderliğini yaptığı Liberal Demokratik Parti, Japonya’nın Temsilciler ve Danışmanlar Meclisi’nde üçte iki çoğunluk ve referandum gerektiren anayasa değişikliğini bugüne kadar gerçekleştiremedi. 2000’li yıllarda değişen tek şey, Japonya’nın uluslararası sahada etkin bir güç olduğunu ispat etmeye yönelik insani yardım operasyonlarıydı. Savunma ilkesi baki kalmak üzere müttefiklere yardım, silah ticareti ve diğer ülkelerle güvenlik işbirliği de mümkün kılındı. Olağanüstü bir kâbus senaryosunda, el yapımı bir silahla vurularak öldürülen Shinzo Abe yine de kalıcı çözümü anayasa değişikliğinde görüyordu.

Peki bu trajik ve beklenmedik suikast (çünkü Japonya’da 1930’larda, faşist askeri kliklerin egemen olduğu dönemdeki siyasi cinayetlerin üzerinden çok sular akmıştı) neleri değiştirebilir? Shinzo Abe, Asya-Pasifik’te Japonya’yı ABD, Avustralya ve Hindistan ile bir ittifak vizyonu içine sokan ve Çin’i dengeleme amacı güden “Hint-Pasifik stratejisi”nin mimarlarından biri olarak kabul ediliyor. Başbakan olduğu dönemde (2012-2020) Çin’in Xi Jinping liderliğindeki yükselişine bizzat tanıklık eden Abe için ordu, Güney Çin Denizi’nde ve Senkaku/Diaoyu adalarında giderek daha fazla krize neden olan devasa komşusuyla mücadele aracıydı. Ukrayna krizinden sonra, ülkede Rusya ile ilgili korkular da artmış durumda. Abe’nin ölümünden iki gün sonra büyük bir seçim başarısı yakalayan Liberal Demokrat Parti 1947’den beri barışseverlik normuna sahip çıkan Japon halkını bu sefer ikna edebilecek mi? Bir ülkenin ordu sahibi olup olmaması arasındaki tercihi belirleyen, bize laf-u güzaf gibi görünen ama aslında gücünü hukuktan ve kamuoyundan alan o ince çizgi Japonya’da yeniden çizilecek mi? Daha da önemlisi, sıklıkla “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bu dönemde Asya Pasifik bölgesindeki barışa silahlanmış bir Japonya mı, savunmada kalan bir Japonya mı daha fazla katkı sağlayacak? 21. yüzyılın başkalarına doğrultmak istediğimiz silahların hiç beklemediğimiz bir anda kendimize döndüğü dehşetengiz kâbus senaryoları ile dolu olduğu düşünülürse, bu sorunun cevabı çok basit olmayabilir…

Not: Abe dönemi Japon iç ve dış politikasıyla ilgili daha fazla bilgi için Asya-Pasifik Çalışmalarında Yeni Ufuklar adlı derlemede birlikte çalıştığım genç meslektaşlarım Hüseyin Batuhan Şar ve Zülal Zengin’in makalelerine göz atılabilir.

Kaynak / Serbesiyet

Asya Haberleri

Bangladeş'te protestocuların konutunu bastığı Başbakan Hasina istifa ederek ülkeden kaçtı
Yalım Eralp: “Rusya, Batı’da düşünüldüğü gibi tek başına değil”
ABD Savunma Bakanı: Asya güvende olmadıkça ABD güvende olamaz
Uluslararası Göç Örgütü: Dünya genelinde 280 milyon göçmen bulunuyor
Çin, keşif aracını fırlattı: Ay'ın karanlık yüzünden örnek toplayacak