Yakın ve Ortadoğu, her dönem problemlerin yaşandığı bir coğrafya oldu. Hele İmparatorluk döneminin sona ermesinden sonra, sömürgeciliğin körüklediği din ve mezhep kavgalarının da sonu gelmek bilmedi. Yeraltı zenginliklerinin farkına varılması, gaz ve petrol rezerv alanlarının çokluğu ve enerji yollarının güvenliği, çatışmaları körükledi. Emperyalistlerin ve onların bölgede desteklediği devletlerin bölgeyi paylaşımı sonrasında, kurulan baskıcı sistemler istikrarsızlığın, geri kalmışlığın, bölünmüşlüğün odağı oldu. Bu coğrafyanın kadim ülkesinde yaşayan, bölgenin tarihinde, en köklü ve nufusça kalabalalık uluslarından olan Kürtler, imkanlar yerine, en kötü risklerden nasibini fazlasıyla alarak ülkeleri parçalandı.
Bölünmüş Kürdistan, her türlü tehlikeyle karşı karşıya kaldı. Kürtlerin, en doğal ulusal demokratik talebleri kanla bastırıldı. Kürtler katliamlara, sürgünlere uğradılar. Varlıkları red ve inkar edildi. Bugün de Güney Kürdistan parçasının kazanımları dışında, diğer parçalardaki sorunlar, yüz yıllık birikimiyle farklı bir şekilde devam ediyor. Sonuçta bugün, Kürdistan’ın üç parçası herhangi bir statüden yoksun bulunuyor.
Kürdistan’ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan’da, Türk Devleti’nin yüzyıldır uyguladığı ulusal baskı ve inkar politikaları, tüm uygulamaları ile sürüyor. Devletin etnisiteye dayalı tekçi, ırkçı anlayışını dayatarak, coğrafyanın ulusal ve kültürel çoğulcu niteliğini yok sayması, sorunların kaynağını teşkil ediyor. Kürt halkına karşı uygulanan bu çağ dışı politikaların daha ne kadar süreceği de mechul. Belli konularda yumuşama olsa da, yasakçı anlayışta bazı değişikliklere gidilse de, eşitlik temelinde, Kürt ve Kürdistan sorunu hakkaniyete uygun bir çözümü beklemeye devam ediyor. Çözümsüzlük, hiç şüphe yok ki, Türkiyede yıllardır devam eden çatışma durumu, yoksulluk, geri kalmışlık, Irak ve Suriye’de devam eden savaş ve çalkantıların başlıca nedenidir.
Türkiye, bugün, anti demokratik uygulamalar başta olmak üzere, uyguladığı baskıcı sistemi ayakta tutmaya çalışıyor, ülkeyi yönetmek için, AKP iktidarına, 1982 Darbe Anayasası, OHAL ve KHK ler de yetmiyor. Kendince bütün bu çıkmazın sebebini her zamanki gibi, dış güçler ve bunların içerdeki uzantılarında buluyor. Tesbitleri bununla da kalmıyor, yöneticileri hep bir ağızdan, kuşatılmışlıktan, Çanakkale’den, bekaa sorunundan bahsediyor. Sevr, hatta Lozan, Sykes-picot'a kadar işi vardırabiliyorlar. Bu bir şaşkınlık durumu, sıkışınca demokrasi dışı yönetimlerin, başvurabileceği yöntemler. Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha çok eşitlik onlar için yeri ve zamanı olmayan bölücü istekler. Kadın cinayetleri, işsizlik, iş cinayetleri, yoksulluk, konut sorunu, ulaşım sorunu, eğitim ve sağlık sorunu, zira bu ülkede yaşanmıyor. dahası tek Dil, tek Vatan, tek Millet tek Devlet, son buldukları çözümün yeni adı. Son otuzbeş yılda, on binlerce insanımızın kirli savaşta ölümü, milyonlarca insanımızın, yerinden yurdundan edilip göçe zorlanması, kabul edilmesi mümkün olmayan gelişmeler olduğunu unutuyor. İçerde bu kabul edilmez tutumunu, dış politikada da saldırganlıkla, işgalle sürdürmeye çalışıyor.
Başbakan binali Yıldırımın Irak ve Güney Kürdistan ziyareti, bu ortam da birikmiş sorunların acil çözüm bekleyen bir dönemine rastlıyor. Irak ile yeni ilişkiler için şartların uygun olduğunu düşündüler. Bu ziyaretin Bağdat ve Erbil diyaloğuna değer biçtiler. Katkısı olur mu zaman gösterecek. Irak daha uzun süre toparlanamayacak durumda. Irak, Şii Araplar, Sunni Araplar, Kürtler olarak fiilen bölünmüş durumda. Federal bir yapıda uzlaşabilirler mi? bu da meçhul. Başbakanın ziyareti, (katkısı konusunda) insana halkımızın güzel bir sözünü hatırlatıyor. “Kel’in melhemi olsa kendi başına sürer.” Irak devlet başkanı Sn. İbadi’ye, “Başika kampı, bir Irak kampıdır. Başika’dan askerlerinizi çekin” dediği için, önce en üst düzeyde hep bir ağızdan ver yansın ettiler. Ağza alınmayacak hakaretler, aşağılamalar yağdırdılar. Şimdi ayağına gidip; “evet Başika bir Irak kampıdır, Başika’ya koalisyonun ihtiyacına binaen geldik. Deaş Musul’dan temizlenince de, kendi aramızda oturup dostane bir şekilde bu işi çözüme kavuşturacağız.” Diyerek alttan alıp, geri adım attılar. Her zaman yineledikleri gibi, ne de olsa Sadabat Paktının, baas milliyetçiliğin eski dostları olarak, Irakın eğemenliği ve bütünlüğünü desteklediklerinden, işbirliğinden dem vuruldu. Nasıl bir birlik, nasıl bir egemenlikse anlamak kolay değil,
İran da bu ziyaretten, gelişmeden memnun kaldığını belirtti. Başika kampının boşaltılacağı konusu onları da sevindirmişe benziyor. Ayetullah Ali Hamaney’in yardımcısı; “Türkiye ile Irak arasındaki gerilimin düşmesinden memnun olduk.” diyor. Aksini düşünmek olmazdı zaten. Kürt sorunun çözümsüz kalmasında, her zaman birbirlerine ihtiyaçları olacağını anımsattı. Kendilerine sıranın gelmesinin gecikmesi şimdilik işlerine geliyor şüphesiz.
Türkiye’nin Bağdat ve Erbil ziyareti, ABD ile de ilişkilerinde bunalım yaşadığı bir dönemde gerçekleşti. İncirlik Üssü’nün kullanılması tartışma konusu oldu, Türkiye’nin medya aracılığıyla üstü kapalı Nato’dan çıkma hakkı olduğunu dillendirmesi makul sayılacak bir tartışma değildi, ABD nin Musul ve Rakka operasyonunda Türkiye’yi devre dışı bırakması, Suriye’de PYD ye açıktan verdiği destek, ABD’nin Kuzey Kıbrıs’ta üs talebine Türkiye’nin olumsuz cevabı, Fetö konusunda ABD nin bilinen tutumu, Suriye’de, koalisyon içindeki Türkiye’nin farklı davranışı gibi bir çok konu sıralanabilir. Bu karmaşada, Türkiye’nin Irakla ilişkilerini yumuşatmak istemesi doğal sayılabilir. Yanlış politikalardan geri adım atma sayılabilir mi? Bunun tabiî ki gereklerini yerine getirebilirse, başta Kürtlere vereceği mesajlar oldukça önemli.
Güney Kürdistan hükümetiyle yaptığı görüşmede, ekonomik işbirliği, enerji, sağlık konusunda mutabık kaldıklarını deklere ettiler. PKK’nin, KDP’ nin desteği ve girişimleriyle çatışmasız Şengal’den çıkarılması konusunda fikir birliğinine vardıkları basına yansıdı. Yalnızlaşan bir Türkiye’nin, komşularına saldırarak, müttefiklerini eleştirerek, bin yıldır birlikte yaşadığı kürt halkının her kazanımını düşman belleyerek yapacağı bir şey yok. Bunu anlaması gerekir. Bu gidişat, bölgesel güç olma hayali, kendi tabiriyle, “büyük oyuna dahil olma” iddiasından uzak bir gidiştir.
Moskova deklarasyonundan sonra, “Rusya, Türkiye, İran üçgeninde oluşan birliğin, Astana’da yapılacak toplantısında, bölgenin dinamik gücü olan Kürtlerin sorunlarına çözüm getirmeyen stratejileri kabul edilemez. Kürt sorunu bölgede dört ülkenin de en can alıcı sorunudur. . Türkiye’nin de diyaloğa ve uzlaşmaya kapı aralaması gerekir. Kürt halkının ulusal demokratik haklarına, özgürlüklerine kavuşması, bölgenin de Türkiyenin de lehinedir. PKK’nin de şiddetle, silahla sorunların çözümünde ısrar politikasını, terk etmesi gerekiyor.” AB’ye girme sürecindeki bir Türkiye’nin, yalnızlığa sürüklenmesi, teröre ve ekonomik istikrarsızlığa sürüklenmesi, Türkiye’de emek ve demokrasi güçlerinin, Kürt halkının yararına değildir. Türkiye içerde ve dışarıda, sorunlarıyla yüzleşmelidir. Yanlışlarını, eksiklerini geride bırakma yoluna girmelidir. Demokrasinin, eşitliğin, diyaloğun, aklın ve bilimin yolunu seçmelidir.
11.01.2017