Türkiye’de 70’li yıllarda kırlarda üretim ilişkilerinin çözülmesiyle başlayan iç göç hareketinin kent yaşamına etkilerini değerlendiren Prof. Dr. Rüstem Erkan, göçün inanç sistemleri üzerine etkilerinin kaçınılmaz olduğuna vurgu yaptı.
Prof. Dr. Erkan, Alevi inanç sisteminin köylerdeki geleneksel yapısıyla kentlerde sürdürülemeyeceğine ve Alevi önderlerinin yeni bir politika geliştirerek, sistematik bir kurumsallaşmaya gidilmesinin gerekliliğine işaret etti. Prof. Dr. Erkan, laik devletin ise tüm inanç gruplarına aynı mesafede yaklaşması gerektiğini belirterek, “Gerek yerel yönetimlerin gerekse de merkezi iktidarın -sadece Alevilik için de değil- bir ülkede hangi inanç sistemi varsa, ibadet noktasında bütün ihtiyaçları karşılaması gerekir. Aslında laik devletin görevi bütün inanç gruplarına karşı eşit mesafede olmaktır. Dolayısıyla bu talepleri hiç kimsenin kendisine göre, yani yöneticinin kendi inanç sistemine göre karar verme hakkı yoktur. Tam tersine o talep edenlerin inancına göre uygun bir politika geliştirmesi gerekir diye düşünüyorum” diye konuştu.
Türkiye’de kırdan kente göçün maddi toplumsal zeminine ve yaşanan yoğun göç dalgasının kentlerde oluşturduğu sorunlara işaret eden Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rüstem Erkan, ortak bir kent kültüründen ziyade kentlerdeki gettolaşmaya dikkati çekti.
Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Rüstem Erkan, kırdan kente göç, kentleşme, kent kültürü ve kırdan kente göçün inanç grupları üzerindeki etkilerini PİRYOL’a değerlendirdi.
Türkiye’de kırdan kente göçü başlatan maddi toplumsal zemini kısaca değerlendirebilir misiniz?
‘Türkiye bir göç ülkesi’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: Dünyayı aslında en çok etkileyen sosyolojik olaylardan birisi göç olgusudur ve hala devam ediyor. Dünyada şuan yoksulluk ve savaştan dolayı Doğudan Batıya doğru bir göç hareketi varsa aslında tarih boyunca da baktığımızda Doğudan Batıya doğru bir göç dalgası ile karşı karşıyayız. Tarihteki büyük göç hareketlerinde de o zaman Afganistan ve Hindistan için düşündüğümüzde aslında Avrupa’ya göç yolları aynı şekilde devam ediyor. Türkiye bu dış göç hareketleriyle 10 yıldır yoğun olarak karşı karşıya. Fakat Türkiye aynı şekilde büyük bir iç göç dalgası da yaşamıştır. Özellikle 1970’li yıllarda başlayıp 2010’lara kadar süren göçte bu tarihten sonra ivme yavaşladı. Çünkü kırsal kesimler o tarihe kadar büyük ölçüde boşaldı. Türkiye aslında tam anlamıyla bir göç ülkesi. Gerek ilk göç gerekse Osmanlının son döneminden başlayarak imparatorluk topraklarının kaybedilmesiyle o dönemde çok sayıda, Balkanlardan, Kafkaslara, mübadeleden dolayı Yunanistan’dan çok ciddi şekilde bir göç hareketi yaşamıştır. Dolayısıyla bugün Türkiye’de yaşayan herkes, büyük ölçüde aile tarihlerine bakıldığı zaman bir göç öyküsü ile karşı karşıyayız. Göç sadece göç edenleri etkileyen bir faktör değil. Aynı zamanda o göçün kuşaktan kuşağa aktarımı da söz konusu. Ya da bir yere göç edildiği zaman orada göçe maruz kalanlar da bir travma yaşıyor. Bunun için Türkiye’de hala en önemli sorun göç ve göçün yaratmış olduğu sorunlardır. Çalışmalarda şunu görüyoruz; şiddet olaylarının altında da kadına yönelik cinayetlerin, şiddetin altında da suç olaylarının, madde bağımlığının altında da büyük ölçüde göç hareketlerini görüyoruz.
Kırdan kente göçü Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi ve kırsal üretim ilişkilerinin çözülmesi bağlamında değerlendirecek olursanız neler söylemek istersiniz?
‘Türkiye’de kırsal, tarımsal yapının çözülmesinden kaynaklı bir göç dalgası başladı’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: Batıda baktığımızda 1600’lerin ilk çeyreğinde başlayan bir sanayi devrimi ve onun yaratmış olduğu bir çözülmeden kaynaklı bir göç hareketi var. Ama Batıda bu süreç tarihe yayıldı. Yani bu göç 300 yıllık bir süreçte zaman yayılarak yaşandı. Bugün Avrupa ülkelerinde de nüfusun yüzde 80’inden çoğu kentlerde yaşıyor. Türkiye’de de nüfusun ezici çoğunluğu şehirlerde yaşıyor ama bu süreç Avrupa’ya göre çok kısa bir dönemde yaşandı. Türkiye’de göç hareketlerine baktığımızda 1950’lerde başlayan göçler 60-70 senede yaşandı. Avrupa’da 1600’lerin başında başlayan göç hareketleri bizde 1950’lerde başladı. Dolayısıyla Batının 300 yılda tamamladığı göç hareketlerini biz 60-70 yıl gibi kısa bir dönemde tamamladık. Avrupa’ya göre aynı oranda yaşanan göç hareketi Türkiye’de kısa zamanda daha yoğun yaşandığı için sorunlar da burada daha fazla yığılmış oldu. Batıdaki göç sanayi devriminin bir sonucu olarak, onun yarattığı bir talepten dolayı ortaya çıktı. Ama Türkiye’de bir sanayi devrimi, sanayileşmeden kaynaklı bir kentleşme ya da işgücü ihtiyacından kaynaklı bir göçten ziyade Türkiye’de kırsal, tarımsal yapının çözülmesinden kaynaklı bir göç dalgası başladı. Yani kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kırsal kesimde bir toprak birikimi sorunu ortaya çıkıyor. Küçük toprak sahibi rekabet edemez duruma geliyor. Tabii tüm büyük gelişmelerin altında teknoloji yatıyor. Tarımdaki yeni üretim teknikleri bu göçü büyük ölücüde tetikledi. Ama Türkiye’de küçük kentlerden büyük kentlere doğru da bir göç dalgası yaşanıyor. Köyden kente göçün yanısıra Anadolu’nun kentlerinden metropollere doğru da bir göç dalgası yaşandı. Bu da kentler arasında eşit olmayan bir gelişmenin sonucu olarak ortaya çıktı. Türkiye’de 1950’lerden sonraki liberal politikalar sermayenin üretim-yatırım üssünün daha çok ulaşımın, pazarlamanın kolay olduğu Batı kentlerinde yoğunlaşması, Türkiye’de bölgeler ve şehirlerarası eşitsizliği de arttırmış oldu. Yani dünyanın her tarafında bölgeler, şehirlerarası bir eşitsizlik var ama Türkiye’de baktığınız zaman ilçeler arası 300-400 katı bulan bir eşitsizlik var. Ekonomik anlamda, sosyal anlamda ve gündelik yaşamı etkileyen bir durum olduğu için aslında bütün göç hareketlerinin kökeninde eşitsizlik var; ülkeler arası, bölgeler arası… Ülke içine baktığımız zaman yine bölge ve şehirlerarası eşitsizlikten kaynaklanan bir durum. Göç aynı zamanda da göç edilen yere bir yük getiriyor. Bugün İstanbul’a baktığımızda artık yaşamın sürdürülmesini zorlaştıran bir durum söz konusu. Dolayısıyla göçün ülkenin bütün bir toplumsal yapısını etkileyen sonuçları var.
Göçün yoğunluklu olarak yaşandığı sanayi kentlerinde İstanbul başta olmak üzere yapılan göçlere baktığımızda kentlerdeki yerleşim tablosu genellikle mahallerde aynı köyden aynı ilçeden insanların öbekleştiğini görüyoruz. Kentlerde adeta köy köy, ilçe ilçe, il il, bölge bölge yerleşimlerin olduğunu görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
‘Hızlı göç sonucu giderek içine kapanan bir toplum yapısı ortaya çıkmaya başladı’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: İstanbul’un Ümraniye ilçesi Sivas’ın İmranlı ilçesinden ilk göçenlerin oluşturduğu bir yer olarak bilinir ve adının da oradan geldiği söylenir. Bu doğal bir şey çünkü herkes ilk ilişki kurduğu, tanıdığı insanın yanına gidiyor. Karadenizliler gidip bir kente yerleştikten sonra artık onların eşi, dostu, tanıdıkları o kurmuş oldukları ilişkilerle o semtte yoğunlaşıyor. İstanbul aynen öyle oldu ama şimdi bu yeni kentleşme sürecinde bu bir ölçüde değişiyor; siteleşme vs. meselesiyle. İstanbul’da hangi ilçenin hangi semtinde kimlerin oturduğu TÜİK rakamlarıyla da çok rahat bir şekilde ortaya çıkıyor. Anadolu’dan gidenlerin, Trabzon’dan, Kastamonu’dan gidenlerin, Erzincan’dan, Diyarbakır’dan, Siirt’ten gidenlerin yoğunlaştığı alanlar var. Bu durum sosyolojik olarak da sorun yaratmaya başladı. Çünkü bir kentleşme sonucunda bir bütünleşmenin ortaya çıkacağına dönük sosyolojik tahliller vardı. Kentlerde ortak bir kültürün bir bütünleşmenin ortaya çıkacağını 70’li yılların tahlilleri öngörüyordu. Ama Mersin örneğinde de görüldüğü gibi hızlı göç sonucu giderek içine kapanan bir toplum yapısı ortaya çıkmaya başladı. Yani herkes gittiği yerde etnik, mezhepsel kimliği ile bir getto oluşturdu. Yan yana ama iç içe olmayan bir toplum yapısı şekillendi. Ama tabii yeni kentsel dönüşümle bu hızlı bir şekilde de değişmeye başladı. Ama tabii Türkiye’deki ilçe ve köy dernekleri altında geleneksel ilişkiler üzerine kurulu olan Sivil Toplum yapılaşması oluştu. İnsanlar yerleştiği yerdeki insanlarla bir ilişki kurarak, orada birlikte yaşadığı çevreyle bir duyarlılık oluşturarak sosyalleşiyorsa biz buna kentleşme diyebiliriz. Ama Türkiye’de hala geldiği yerle ilişkilenerek yoğun bir şekilde yaşanan, dayanışmasından evliliğine ve diğer sosyal ilişkiler kuruluyor ve sürdürülüyor. Avrupa’ya göç eden işçilerin hala Türkiye’dekilerle ya da oraya giden Türkiyelilerle ilişki kurması ve sürdürmesi gibi.
Kentlerde şehir planlamasından ziyade bitişik nizam beton yığını görüyoruz. Bir dönem gecekondularla başlayan yerleşimler zamanla yerini betonlaşmaya bıraktı ve kentler adeta insanları beton yığınları içine hapsetti. Kentlerdeki konut sorunu ve yerleşimdeki plansızlığa dair neler söylemek istersiniz?
‘Herkes bir yoksulluk nöbeti tutuyor ama sonra yeni gelenlerin sırtında yükseliyor’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: Türk Dil Kurumu’na baktığımızda aslında gecekondu kavramı sözcüğün gerçek anlamına da uygundu. Bir gecede yapılan derme çatma yapı anlamında kullanılıyordu. Ankara Mamak, İstanbul Zeytinburnu ve 1 Mayıs mahalleleri bunun en tipik örnekleridir. Tabii sonraları bu derme çatma yapılar, plansız, programsız çok katlı kaçak yapılara dönüştü. Yani önce gidenler sonra gelenlerin sırtında yükselmiş oldu. Kendisi ücretsiz arsaya, eve sahip olanlar bunu sonra kat karşılığı olarak kiraya vererek zenginleşenler oldu. Sosyoloji literatüründe ODTÜ’lü hocaların yaptığı Sultanbeyli çalışması vardır ve burada nöbetleşe yoksulluk kavramı geliştirildi. Yani bir önce gidenler bir yoksulluk yaşıyor ve sonra yeni gelenlere yoksulluğunu devrediyor. Herkes bir yoksulluk nöbeti tutuyor ama sonra yeni gelenlerin sırtında yükseliyor. Bütün gecekondu bölgelerinde bu yoksulluk nöbetleşe yaşandı. Nasıl ki şimdi en alttakiler dediğimizde artık göçmenler algılanmaya başlandıysa, dikkat edin sokak işçiliği yani geri dönüşüm işinde çalışanlar da büyük ölçüde göçmenlere dönüşmeye başladı. Oysa bu işler 5-6 sene önce Türkiye’den göç eden yoksul kesimlerindi. Bertolt Brecht’in Tahterevalli şiirinde anlattığı gibi birileri hep altta olacak ki, tahterevallinin bir tarafı hep üstte olsun. Dolayısıyla göç böyle bir şey de yarattı.
Kırdan kente göçle birlikte kırsal alanlardaki yaşam tarzı da belli ölçülerde kentlere taşındı. Bu durum ortak bir kültürünün oluşmasının önünde ciddi bir direnç yarattı mı? Sizce Türkiye kentlerinde kültürel açıdan nasıl bir tablo oluştu?
‘Kentlerde bir garip kozmopolit kültür ortaya çıkmaya başlıyor’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: Türkiye’de gecekondu bölgesinin nüfusu aslında çok dinamik bir nüfustur. Batıdaki yoksul bölgeler gibi değil. Yani içlerinde zenginleşen, siyasette etkinleşenler oldu. Dikkat edin Türkiye’de 30-40 senede ülkenin siyasetini belirleyenler gecekondu bölgelerinde çıkanlar hem de o bölgelere hitap edenler oldu. Dolayısıyla göç sonrası daha dinamik daha değişken, daha umut veren, siyasete yönelen ve umut veren bir yapı ortaya çıkmaya başladı. Bu dönüşümü sanat, müzik ve sinemada da açık şekilde görebiliyoruz. Türkiye’de ilk toplumsal içerikli filmlere baktığımızda Ömer Lütfi Akad’larla başlayan Diyet-Düğün-Gelin filmleri var. Bu üçlemede Akad önce kırsal kesimi anlatıyor. Sonra göçü ve ardından da kentteki yeni yaşamı anlatıyor. Aynı süreç dönüşüyor ama bugün artık sinemaya, dizilere baktığımızda bu içerikte bir şey göremiyoruz. Dolayısıyla kentlerde artık popüler kültür diye bir yeni yapı ortaya çıkıyor. Müzikte de aynısı. Bir zamanlar Türkiye’de 20-30 sene bütün müzik piyasasını kasıp kavuran Arabesk müzik etkisini kaybetmeye başladı. Arabesk gecekonduların yükselişiyle ortaya çıkmıştı. Arabesk müzik bir protest müzik değildi. Aynı dönemde dünyada protest müzik, özellikle Rock müzik sisteme itiraz olarak yükselirken, Arabesk ise kadere isyan olarak ortaya çıktı. Yani yeni kent yaşamının yaratmış olduğu eşitsizlikler, görmüş olduğu sınıfsal farklılıklar vs. burada kadere yönelik bir isyanı ortaya çıkarmaya başladı. Ama bunun da etkisi giderek ortadan kalkmaya başladı. Gecekonduların çok katlı yapılara dönüşmesi, yeni iletişimin gelişmesi ve kentlerde ulaşım sisteminin (Metro-metrobüs vs.) gelişmesi vs. İstanbul’da her yere erişebilme imkanı sağlıyor. Bundan 15-20 sene önde Sultanbeyli’de, Ümraniye’de, Bağcılar’da oturanlar kentin o yerleşik koşullarında Nişantaşı’na Kadıköy’e erişmeleri bir sorundu. O yaşamı göremiyordu. Dünyada da bu böyle, metro sisteminin gelişmesi herkesi her an aynı yerde olmasını ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla bu durum yeni sorunlar ortaya çıkarıyor. Genç kitlenin zenginlerin yaşam biçimini görmesi ve oradan bir tepki ortaya çıkması ama bunun yanında da bir benzeşme ortaya çıkarıyor. Giyimiyle, müziğiyle vs. Kentlerde diğerinin giydiğinin orijinalini giymese de imitasyonunu, bir benzerini giyerek bir garip kozmopolit kültür ortaya çıkmaya başlıyor.
Kırdan kente göçte inanç grupları nasıl etkilendi? Köylerde camiye giden cemaat kentlerde de camilere gitti ve orada hem inançsal hem de sosyal olarak bir etkileşim sağladı. Ancak köylerde gizli gizli cem tutmak zorunda olan Alevi toplumu için kent yaşamı adeta inançsal açıdan bir dağınıklık, parçalanma ve kent içinde kaybolma sonucunu doğurdu. Böyle bir tablo kentlerdeki Alevi toplumunun geleneksel yapısında ne gibi değişimleri ihtiyaç haline getirdi. Sosyolojik açıdan bunu nasıl okumak gerekiyor?
‘Köylerde sürdürülen geleneksel yapıyla kentlerde sürdürmek zor, yeni bir politika gerekiyor’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: Kentleşme bütün inanç sistemlerini yeniden değiştiriyor. Ana hattından kopmasa da gündelik yaşama yansıması ister istemez değişiyor. Tabii ki, Alevilik bundan doğal olarak daha çok etkileniyor. Çünkü devlet sistemi içinde bir kurumsal yapı olmadığı için sürdürmek daha zor oluyor. Ama genç kuşaklara bakın aslında aynı dönüşümün aynı dünyaya bakışın bütün mezhep gruplarında aynı şekilde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ama Alevilikte şöyle bir şey var. Alevilik kültürüne baktığımızda Anadolu’da daha çok Alevi köyleri farklı Sünni köyleri farklıdır. Dolayısıyla daha çok kendi içerisinde ve tarihsel olarak da baktığımızda yazılı kaynaklardan da gelmeyen kendi içerisinde oluşturduğu bir kültür ve yaşam biçiminde. Yani aynı zamanda gündelik yaşamını da düzenleyen bir sistem olarak varlığını sürdürmüştür. Kente taşınmayla beraber aslında zorlanan bir durum ortaya çıkmaya başladı. Cemevi geleneği vs. de aslında kentle birlikte ortaya çıktı. Bundan 50 sene önce köylerde köyün en büyük odasında cem yapılırken bu kente göçle birlikte ortadan kalktı. Dolayısıyla kentle birlikte artık bu bir inancı sürdürmekten çok kentlerde bir dayanışma olarak ortaya çıkıyor, Cemevleri vs. gibi. Ama bunu sadece eskiden gelen geleneksel anlatılarla, büyüklerle sürdürmek sıkıntılı bir durum olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bunu sistematik bir kurumsallaşma yoluyla götürmek belki daha sağlıklı olur diye düşünüyorum. Yani Türkiye’de cemevi sayısında bir artış olduğu görülüyor. Ama köylerde sürdürülen geleneksel yapıyla bunu kentlerde sürdürmek zor olarak görünüyor. Yeni gelişen sistemle yeni bir politika da üretmek gerekiyor. Hem kurumların hem devletin hem de kendi içerisindeki Alevi önderlerinin bu konuda düşünmeleri gerekir kanaatindeyim.
Son yıllarda bazı kentlerde Cemevleri açılsa da cemevlerinin yasal statüden yoksun olması ve ibadethane sayılmamasını eşit yurttaşlık hakkı çerçevesinde değerlendirdiğinizde neler söylemek istersiniz?
‘Laik devletin görevi bütün inanç gruplarına karşı eşit mesafede olmaktır’
Prof. Dr. Rüstem Erkan: Bence bir inanç sisteminin illa devlet beni böyle tanısın demesinin de çok anlamı yok. İnsanlar kendini nasıl görüyorsa, onu nasıl yaşamak istiyorsa onu yaşama hakkı vardır. Devletin ibadetin böyledir, şunu yaparsan doğrudur deme hakkı yoktur. Aslında Anayasayı da doğru dürüst yorumladığınızda aynı şey ortaya çıkıyor. Ama burada bir kamu desteğinin mutlaka olması gerekiyor. Çünkü kırlarda gelenekle sürdürülen şeyin artık şehirlerde gelenekle sürdürülme hali yoktur. Dolayısıyla burada eskiden Alevi Dedeleri aracılığıyla gönüllü yapılan işlerin bir mesaiye dönüştürülmesi gerekiyor. Bir sistem, kurum kurmak gerekiyorsa… Tabii bu konuda Aleviler arasında da bir tartışma var. Diyanetin içinde bir yapılanma gibi olmadığını söyleyenler var. Ama bence bunun sistem içerisinde belli bir ücretle çalışacak, zamanını ayıracak insanların olması gerekiyor. Çünkü işin içinde eğitim olacak, bir inanç sisteminin geliştirilmesi noktasında politikalar geliştirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Ama bunu da çok üstten karar verip şöyle yapacaksınızdan çok bu öğretiyi iyi bilen ve belli ölçüde buna emek vermiş insanlar tarafından bunun bir sonuca bağlanması gerekir diye düşünüyorum. Geçen gün Cumhurbaşkanının bir açıklaması vardı ve şu kadar cemevini ziyaret edip konuyu Bakanlar Kurulunda görüştük dedi. Bunu olgunlaştırıp, herkesin kabul edebileceği bir sistem yaratmanın doğru olacağını düşünüyorum. Bütün inanç sistemlerinde aslında devletin eşit şekilde ihtiyacını karşılaması gerekir. Gerek yerel yönetimlerin gerekse de merkezi iktidarın -sadece Alevilik için de değil- bir ülkede hangi inanç sistemi varsa, ibadet noktasında bütün ihtiyaçları karşılaması gerekir. Aslında laik devletin görevi bütün inanç gruplarına karşı eşit mesafede olmaktır. Dolayısıyla bu talepleri hiç kimsenin kendisine göre, yani yöneticinin kendi inanç sistemine göre karar verme hakkı yoktur. Tam tersine o talep edenlerin inancına göre uygun bir politika geliştirmesi gerekir diye düşünüyorum.