İsmet Konak
İnsanlık tarihi “zadegan-bendegan” denklemi üzerine kuruludur. Bir mülkiyetin, bir başka mülkiyete boyun eğdirmesi ilkesi geçerliliğini hep korumuştur. Mülk sahibi sınıf her daim kendi dilini, kültürünü ve tarih yazımını “zerk “etmiştir. Üst kimlik yaratmıştır. Alt kimlikleri ve etnisiteleri kendi “kremasyon fırınından” geçirmiştir. Sermayedar hem emeği kemirmekte hem de o emeğin sahibinin kimliğini kemirmektedir. Karl Marx’ın deyimiyle bir “vampirdir.”
Adı Türkiye olan bu kara parçasında da vampir pervasızca kol gezmektedir. Farklı dillere karşı avlanmaya devam etmektedir. Tek amacı bu toprakları “homojenleştirmektir.” Heterojenlik onu tahrik eden bir “kırmızı bez” gibidir. Kirmanckî de Kürdî bir dil olarak onun “kurbanlarından” biridir.
Homojenleştirmenin arkeolojisi bizi 1277 tarihine kadar götürmektedir. Yani Karamanoğlu Mehmet Bey’in “dillere destan” fermanına. Ne diyordu Mehmet Bey “Bundan böyle divanda, dergâhta, bargâhta, çarşıda ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır.” Özellikle cumhuriyetin mimarları onun fermanını bir “dekalog” gibi benimsediler. Türkleştirmeyi adeta melankoliye çevirdiler. Mehmet Bey’in fermanını bir adım daha öteye taşıyıp “1925 Şark Islahat Planı” adı altında tezyin ettiler. Kürt kimliğini ve Kürdî dilleri imha etmenin en somut vesikalarından biridir o plan. Kirmanckî açısından planın 14. maddesi çok “manidar.” Maddenin şu ibaresi daha da manidar: “Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.”
O “leyli iptidailer” Dersim’in kimliğini zehirleyen birer mantar oldu. Bir tırpan gibi Kirmanckî dilinin bağrından geçtiler. Ne diyordu Yahya Kemal Beyatlı kendi “anadili” Türkçe için: “Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” Dersimli çocukların ağzındaki anne sütü alıkoyuldu. Kirmanckî şovenizm değirmeninde sözcük sözcük öğütüldü.
İşte TRT Kurdî’ye “çıkarılan” Dersimli Erivan Barut, 100 yıllık homojenleştirme politikasının akıbetidir. Muktedir önce bireyin dilini imha eder, sonra kendi medya organizasyonunda o dili konuşmasını ister. Nevrotik bir devletin paradokslarla süslü sefil bir refleksiydi o “skeç.” Her şeye rağmen Batur o mizansene “alet” olmamalıydı. Türkiye adına üniversitelerarası dünya boks şampiyonasına katılmak, sonra TRT Kurdî’ye çıkıp kendini anlatmak bile başlı başına bir “otoasimilasyon” örneğidir. 100 yıldır dayatılan “mankurtlaşmaya” boyun eğmektir. Özgürlük tam da bu boyun eğdirmeyi elinin tersiyle itmektir. Hem Barut hem de ailesi bu konuda daha “bilinçli” olabilirdi.
Dili kullanmak Kirmancların Türkifikasyona karşı en önemli “kalkanıdır.” Evet şu an dilin gelişmesine köstek atmaya devam eden bir paradigma var. Ancak Kirmanckî konuşan Dêrsim, Amed, Çewlig, Xarpêt vb. kentlerin buna karşı vereceği en başarılı mukavemet dillerini kullanmaktır. Bir at sineği misali muktedirin başına konmaktan vaz geçmemelidirler. Özellikle akademisyen, milletvekili, belediye başkanı vb. kanaat önderlerinin boyun borcudur. Kirmanckî için mücadele etmiyorlarsa kolonyalistin “tükürük hokkası” olmaktan öte bir rol oynayamazlar. Salt Türk dilinde yaptıkları siyaset ve bilim homojenleştirmeye dolaylı bir katkıdır. “Müstahdem” olmayı gönüllü olarak kabul etmeleri demektir. Mesela Dersim’de şu ana kadar “domanistan” adıyla bir kreş açılabilirdi. Diline hakim, direniş kültürüne sahip bir Erivan Barut tipolojisi yaratılabilirdi. Cemevi yapmak için seferber olan iş insanları, dilleri için bir iğne ucu kadar da olsa uğraş verebilirlerdi. Bir domanistan için bağış toplayabilirlerdi. Hâlâ da geç kalmış değiller. İtikatı özüne uygun olarak kuşaktan kuşağa aktarmanın anahtarı dildir. Yani cemevlerinin asıl yapı taşı dildir. Gerisi israf-ı kelamdır. Kirmancların Engels’in şu sözünü bir kez daha guşuna menguş etmesi gerek: “Özgürce gelişmenin temel koşulu ulusal kölelikten kurtulmaktır.”