Diyarbakır’dan Hewler’e uçak seferleri iki günde bir olmak üzere başlamış ve gidiş-dönüş biletimizi almıştık. Diyarbakır havaalanında uçak trafiği öyle yoğun olmamasına rağmen, Hewler’e gidecek uçak gece 03.00’te kalkmaktaydı. Bu durum, hem kuzeydekileri hem de güneydekileri bir anlamda taciz eder gibi geldi bana. Çünkü gece 03’te kalkan uçak için en az bir saat önceden hava alanına gitmek gerekiyordu. Hewler’e ise sabaha doğru saat 04 civarı iniyor, dışarı çıkıncaya kadar en az 45 dakika veya bir saat geçeceğinden, ziyarete gidenler için ilk günün yarısı dinlenme ve uyumayla kaybedilmiş olmaktaydı.
Sabaha doğru saat 04.00’te Hewler havaalanına heyecan ve mutluluk dolu duygularla indik. Ben Güney Kürdistan’a ilk kez geliyordum, Yusuf Ziya ise daha önceden gelmişti. Kürtlerin özgür yaşadığı, kendi kendilerini idare ettiği bir parçaya ayak basmanın mutluluğunu taşıyordum. Pasaport kontrolünde bir aylık vize damgası vurulup içeri girdik. Sağıma soluma dikkatle bakıyordum, belki de gece olmasından dolayı Kürt bayrakları resimlerde gördüğüm gibi yoktu, birkaç taneyi gördüm fakat Irak bayrağını da görmedim. Havaalanı her yönüyle Diyarbakır’dan daha küçük gözüküyordu. Binanın dışına çıkınca hemen havaalanı dışına çıkılmıyordu. Güvenlikten dolayı otobüsleri bekleyecektik. Otobüsler gelince bir veya iki km sonra çıkış kapısına geldik. Kontrolden geçip salona girdiğimizde bizi bekleyen iki dost resimlerimizden bizi tanıyınca tokalaşıp dışarı çıktık. Havaalanı’na giriş ve çıkışın ana bina kapısından olmayıp 1 veya 2 km uzakta olmasının nedeni; bomba yüklü bir taşıtın havaalanına ulaşamaması gibi güvenlik önleminden kaynaklandığını bizi karşılayanlar söyledi.
Diyarbakır’dayken kalacağımız oteli Hewler’de oturan Yusuf Ziya’nın Bingöl’den tanıdığı ve Güney’de iş yapan arkadaşı ayarlamış ve telefonda yerini tarif etmişti. Hewler milyonluk şehir olmasına rağmen cadde ve numaralandırma sistemi galiba hala oturmamıştı ki, bizi karşılayan güneyli dostlara; Ankava semti civarında olduğunu söyledik. Bir saatten fazla dolaşmamıza, tüm otel tabelalarına bakmamıza rağmen oteli göremedik, sabaha doğru olunca da sokaklarda açık dükkân ve kimse yoktu ki soralım. Sonunda bir otele gidip bir oda kiralamak istediğimizde, otel sahibi ve çalışanları Arap ve Filistinli çıkmış, Kürtçe bilmediklerinden bizim de İngilizcemiz tam yetmiyordu. Bizi karşılayanlardan biri Arapça bilince iki yataklı bir oda ayarlayıp çantalarımızı ise Bangladeş veya Pakistanlı biri taşıyınca odaya girdiğimizde şaşırmıştık. Her zaman Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkan Filistinlilerin otel işletmelerine izin verilmesi ve orada çalışanların Uzak Asyalı oluşları dikkatimi çekti. Kirli ve tuvalet kapısı bile kapanmıyor, balkon kapısı kırık ve balkonda bir sürü eski eşyalar vardı. ‘Ya sabır’ deyip uykusuzluktan da gözlerimiz kapanınca kendimizi yatağa atıp birkaç saat uyuduk.
Öğlene doğru uyanınca aşağı inip Yusuf Ziya Bingöllü arkadaşına telefon açıp bulunduğumuz yeri söyledi. Resepsiyonda çalışanlara Yusuf Ziya bildiği Arapça kelime ile; ‘’mafiş’’ dedi. Otel dışına çıkıp etrafa bakmak istedim, arabalar vızır vızır geçerken caddede yürüyen çok az insan gördüm, hava sıcaklığı ise 40 derecenin üstünde ve bunaltıcı olunca tekrar içeri girdim. Yusuf Ziya’nın tanıdığı kısa bir süre sonra kaldığımız yere geldi, biraz sohbetten sonra çantalarımızı arabasına atıp bizi kendisinin ayarladığı otele getirdi. Otele girince, yeni ve temiz oluşu hemen göze çarpıyordu. Çantalarımızı odamıza koyup aşağı indik, arkadaş arabasıyla Hewler’i biraz gezdirip bizi bir restorana götürdü. Restoran temiz ve kalabalıktı, işleten de Diyarbakırlı biri idi. Yemeklerimizi garsona ısmarlarken etrafıma bakıyordum, çok Türkçe konuşan sesler kulağımıza gelmekteydi. Masamıza aynı Diyarbakır’daki gibi hatta daha da fazlası değişik salatalar geldi. Bu salatalarla doymak mümkünken bir de kebap gelince, yemek israfının güneyde de fazla olduğunu gördüm. Bingöllü arkadaş bizi yemekten sonra otele götürürken etrafı beton bariyerlerle kaplı ve en az 1 km uzunluğundaki yere; ‘’Neçirvan Barzani’inin kaldığı yer’’ deyince meraklı gözlerle baktım. Ortadoğu’ daki tüm diktatörlerin sıkı korumalı saraylarda yaşaması aklıma geldi. Kürt liderlerinin sıkı korunmalarını anlıyordum ama böyle büyük bir arazi üzerinde oturmak gerekli mi sorusu kafamda oluştu. Hewler’in 70. caddesi ve diğer bir caddeden geçtiğim esnasında camdan bakarken bir sürü Türk firmalarının tabelaları dikkatimi çekmişti. Otele geldiğimizde Yusuf Ziya arkadaşa; ‘’İşiniz varsa beklemeyin, bizi karşılayanlarla akşam görüşeceğiz, sabah ta Süleymaniye’ye gideceğiz’’, söyledi. O da; ‘’Biir durum olunca beni arayın, Süleymaniye dönüşünde görüşelim’’ deyince ayrıldı. Yusuf Ziya ile otele geldiğimizde odamızın temiz ve ferah oluşu bizi rahatlattı. Valizlerimizi taşıyan Uzak Asyalı ise kapıda bahşiş için beklediğini fark edince dinar avucuna bıraktım, bahşiş vermek aklıma hiç gelmemişti.
Otelde biraz dinlenip bizi gece karşılayanlardan Kak Salih’i telefonla arayıp görüşelim ve akşam bir yerlerde oturalım dedik. Bize, bir taksiye binip telefonu şoföre vermemizi ve yerini tarif edeceğini söyleyince bir taksi çağırıp şoföre gideceğimiz yeri o arkadaş söyleyince dükkânına gittik. Dükkânı, araba yağları satan ve arabaların yağını değiştiren bir yerdi. Bizi karşılayan ve Arapça bilen ise yoktu, kısa bir süre sonra da Kak Salih’in arkadaşı Kak Newzat gelince tanıştık. Onlarla konuşurken iletişim zorluğu çekiyorduk, benim bildiğim Kurmanci yetmiyor fakat Yusuf Ziya’nın kulağı Sorancaya da alışık olunca biraz rahatlıyorduk. Onlara bu akşam bizim davetlimizsiniz dedik ve Kak Newzat arabasıyla bizi Hewler Kalesi’nin etrafını gezdirip park edince Hewler Kalesi’nin önündeki parka yürüdük. Hewler Kalesi gece olmasına rağmen ışıklandırması ile heybetli görünüşüne, parkta ışıklandırılmış fıskiye çeşmeleri ile parkın yanındaki tarihi binalara ilgi ile baktım. Park tıklım tıklım doluydu, gelenler aile ve çocuklarıyla gelmiş dinleniyorlardı. Arap olanlar hemen göze çarpmaktaydı; uzun beyaz entari elbiseleri, başında çefiyesi ve çarşafa bürünmüş bayanlar ve bir sürü çocukları olan grupların Arap olduğu belliydi. Güney’de kahvehane kültürünün kuzeydeki gibi olmadığını fark ettim. Cadde kenarlarında basit bir çay ocağı, onlarca nargileler parkta oturan genelde gençlere servis edilmekteydi. Nargile içme kültürünün bu kadar yaygın olduğunu ilk kez görüyordum. Günlerini yaşayan, geçmişte ne bedeller ödendiğinin farkında mı değil mi bilemediğim gençlerin dışında, 50 yaşın üstündeki Kürt analarına baktığımda, bakışlarında eski kötü günlerin izlerini gösteren buruk bakışları ve gülmeyi unutan yüzleri gözüme çarpmıştı.
Faroq 2 restoranına Newzat ve Salih’in tavsiyesiyle gittik. Dışarı bahçede oturup benle Yusuf Ziya Kozi ısmarladık, diğer dostlar ise kebap ısmarladılar. Yine masamıza iki değişik çorba, sulu bamya ve sayısını bilemediğim bir sürü yeşillikler, ıvır zıvır şeyler geldi. Bu gelenler bana üç gün yeterdi, bu kadar savurganlık benim için kabul edilebilir bir şey değildi, fakat bir şey diyecek durumda da değildim. Önüme gelen Kozi yemeğimiz ise iki porsiyondan fazla pirinç ve üstünde kocaman bir et parçası. Yemek yerken Güneyli yeni edindiğimiz dostlarla da sohbet ediyorduk. Yarın Süleymaniye’ye nasıl gideceğimizi sorduk. Bir yol Kerkük’ten geçiyor ve bizim için tehlikeliydi. Onlar dağ yolu olan Koye tarafından gitmemizi ve tanıdık bir şoförle sizi gönderelim demelerine sevindik. Hewler’e daha toplu taşımacılık sistemi gelmemiş gibiydi, şehirlerarası ulaşım taksilerle yapılmaktaydı, otobüs yok denecek kadar azmış. Milyonluk şehirde ciddi bir belediye otobüsü ve hiç minibüs görmedim, her yere taksi gidiyor ve hava kirliliğini nefes alırken fark ediyordum. Yemekten sonra bizleri otele bırakınca, yarın sabah taksi şoförünün saat 10’da otel önüne gelmesi için anlaştık. Otel çok temiz ve bakımlıydı, çarşaf ve havlular temiz, diş fırçası, macun, şampuan ve sabun, ayakkabı temizlemeye yarayan küçük süngere kadar vardı. Yusuf Ziya ile güzel bir uyku çekip sabah kahvaltıdan sonra aşağı inip bizi götürecek arabayı bekledik. Bu otelde de temizlik işlerinde çalışanlar Uzak Doğu’dandı, bizim Kürt gençleri ise bu tür işleri kendilerine hakaret kabul edip nargile çekmekte olduklarını düşündüm.
Arabaya binip Hewler’in geniş yollarından geçerken etrafıma bakıyordum. Hewler’den çıkmaya yakın yolun ortasındaki direklere asılı onlarca peşmerge resimleri vardı. Yusuf Ziya; çatışmalarda şehit düşen peşmergeler ve önemli komutanların resmi, deyince hüzünlenerek resimlere baktım. Bunlar Kürdistanı özgürleştirip canlarıyla bedel ödeyen kahramanlarımızdı. Resimler Hewler çıkışından belki 20 km’ye kadar devam etmekteydi. Şoförümüz Hewleri 20-25 km geçince bir yeri bize gösterip; burada çok şiddetli Brakuji (kardeş kavgası) çatışması oldu, her iki taraftan çok sayıda peşmerge öldü, dedi. Yol boyunca birkaç yerde kontroller vardı, arabanın bagajına ve kimliğe bakıyorlar, bazı noktalarda ise arabanın içine bir göz atıp geç diyorlardı. Kontrolleri yapan Peşmergeler olunca kendimizi daha da güvende hissetmekteydik. Yollar Hewlerden sonra yer yer kötüydü, solumda çevredeki dağlara bakıyordum, kimi yerler ağaçlarla kaplı kimi yerler ise kayalık ve çoraktı. Sağ tarafta ise tepelikler ve ekilebilinir arazi olmalarına rağmen çok az yerlerde ekin ekildiğini fark ediyordum. Dağ etekleri ve yaylalar ise koyun sürüleri ile dolu olması gerekirken çok az koyun sürüleri gördüm. Kürdistan toprağının iyi değerlendirilmediği ve yeterli üretim yapılmadığı duygusuna kapıldım. Bir noktadaki kontrol yerinde Mesut Barzani’nin büyük bir resmi ve ala renginin olduğu noktada durup sıkı kontrolden geçince 500 metre ilerde yeni bir kontrol noktasına geldik. Bu kez kontrol yerinde yine ala rengi fakat resim olarak Celal Talabani’nin büyük resmi vardı. Bu kez arabamızı kenara çekmemiz istendi ve kimliklerimizi şoför kontrol binasına götürünce vicdanen rahatsızlık duydum, sanki ayrı bir ülkeye giriş yaptığım hissine kapıldım. Şoför geri gelince Süleymaniye’ye doğru yol alırken karışık duygular içerisindeydim.
Dokan barajına yakın bir yerde, Dokan ırmağı kıyısında durup bir restorana girip yemek yedik. Bulunduğumuz yer yemyeşil ve ağaçlarla dolu bir vadi idi. Yola devam edip küçük bir göl olan Sımakoli’de yine durup çay içtik. Üç kişi resmi üniformalı yanımızdaki masada oturup Arapça konuşuyorlardı. Şoförümüz bunların Irak polisleri olduğunu söyledi. Süleymaniye’ye yaklaştığımızda yine çok sayıda Mam Celal’in resimlerinin yanında çatışmalarda şehit düşen Peşmergelerin resimleri yolun ortasındaki hemen her direkte asılmıştı. Süleymaniye’de bizi karşılayacak olan yılın yarısını Stockholm’de oturan dostumuz Kak Hemin bizi Macidi Mail alışveriş merkezi önünde bekliyordu.