“Türkiye’de Seçim İttifakı Tartışmaları, Kürtlerin Nasıl Vebalılaştırıldıklarını Ortaya Koyuyor” başlıklı yazımı, daha Mart Ayı’nın başında yazmıştım. Baskın bir kararla seçimler daha bir erkene (‘4 Haziran’a) alındı ve son yıllarda, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncülük ettiği söylemle Türk toplumu nezdinde, PKK ve dolayısıyla HDP’nin şahsında vebalı gibi gösterilen Kürtler, Türk partilerin oluşturdukları gerek “Cumhur” ve gerekse de “Millet” ittifaklarının dışında tutuldular.
Bu ırkçı, şoven ve düşmanca politikaya karşı HDP, sanıldığı gibi salt barajı aşamama kaygısıyla değil; bir Kürt Partisi gibi sayılma/görünme kaygısıyla da olacak ki, özellikle “Millet İttifakı”na dahil olabilmek için çok çabaladı. Hatta HDP basını, anılan ittifaka dahil edilmemesi halinde, Parti içinde, Cumhurbaşkanlığı seçiminin 2. turunun boykot edilmesi eğiliminin güçlenebileceği yolunda şantaj sayılabilecek haberlere de kaynaklık etti.
Sonuçta, Türkiye siyasetinde bir müddettir daha da yoğunlaştırılan sistematik kampanyalarla Türk toplumunda daha bir güçlendirilen Kürd düşmanlığı ve buna dair “beka” temelli travmatik kaygı ve korkulara dayalı siyaset baskın çıktı ve HDP, Kürd(lerin) partisi sayılarak, ittifakların dışında tutuldu. Halbuki, yüzde 95 oranında Kürd ve dolayısıyla Kürdlüğe özgü siyasal hayal ve talepli bir tabana sahip olan HDP, kurulduğu günden beri, bu gerçeğinin aksine, ünlü sözden esinlenen bir benzetme ile, “Ben Kürd partisi değilim, kurbağa partisiyim!” diye bas bas bağırıyor.
Nihayetinde, “Kürdistan Seçim İttifakı”nı gerçekleştirmek için çabalamakta olan 5 siyasi parti ve grup için bir fırsat doğdu. Buna “Allah yardım etti” de diyebiliriz(!)... Zira, “5 Aydın”ın girişimiyle HAK-PAR’ın “Kürdistan Seçim İttifakı”na dahil edilme süreci, esasında HDP’nin de dahil olabileceği genel bir Kürd veya Kürdistan seçim ittifakını engellemeyi amaçladığı için başarısız kalmıştı. Gerek HAK-PAR’ın ve gerekse girişimi yapan aydınlardan bazılarının, anti-PKK/HDP eksenli politik anlayış ve özellikleri biliniyordu. Bunları sürece dahil etmek, kendi bindiği dalı kesmekti. Zaten zaman bakımından sıkışık olan seçim sürecinin 2-3 ayı da böylece heba oldu.
Öte yandan, yukarıda belirtilen nedenlerle başlıca Türk seçim ittifaklarında HDP’ye yer verilmemesi, PAK, PSK, PDK-Bakur, PDK-T ve AZADÎ’den oluşan “Kürdistan Seçim İttifakı” blokunun, HDP tarafından hatırlanmasına vesile oldu. Taraflar, baskın erken seçim kararıyla zaten hayli daralan zaman içinde, Özcesi, “Ülkemiz Kürdistan’da, Kürd Milleti olarak kendi kendimizi belli bir siyasal statüyle yönetmek istiyoruz” temeline dayalı bazı siyasal prensiplerle bir seçim ittifakı protokolü üzerinde anlaşma sağladılar.
Söz konusu protokol onay beklerken, HDP’nin çoklu vesayet odaklarından sadece biri olan Kandil’den bir yazıyla basına da yansıtılan talimat geldi: Mustafa Karasu, “HDP, bir Kürd Partisi değildir, ancak Kürdlerin de partisidir. HDP ile bu aşamada şu partilerle siyasi ilkeler temelinde bir ittifak yapma zamanı yoktur.” Yani özcesi, “HDP bir Türkiye Partisidir” dedi Karasu. Aslında Karasu, bu belirlemesiyle çok daha önemli bir şey daha demek istedi ve yaptı da: “Biz Kürt siyasetinde tekeliz; bu nedenle diğer Kürd Partileriyle siyasal ittifakı/ortaklığı değil, milletvekilliği karşılığında onları kendimize yamalarız!...”.
Nitekim PKK, yaşamı boyunca, siyasal mücadelede stratejik bir konu olan ulusal birlik ve siyasal ittifaka, konjonktürel çıkarlarına dayalı taktik bir mesele olarak bakmış ve özellikle bir nevi “av dönemi” saydığı seçim dönemlerinde, birer milletvekilliği karşılığında, siyasal parti ve grupları HDP ve öncesindeki legal partiler üzerinden, bazen bölüp parçalamak suretiyle kendisine yamalamaya çalışmıştır.
Böylece PKK/HDP’nin de, Devletin de ve Kürt siyasetinde anti PKK/HDP eksenli siyaset yapanların da kendi anlayış ve çıkarlarına özgü farklı nedenlerle karşı oldukları Kürdistani veya Kürdi seçim ittifakı engellenmiş oldu.
Oysa belli bir siyasi ittifakla Türk seçimlerinde, Kürdistani veya Kürdi bir taraf olmanın/yaratmanın, ulusal bilinç ve uluslaşma üzerinde ve dolayısıyla sorunun çözümüne yakınlaşmada çok pozitif etkisi olacaktı. Yanı sıra, bu ittifak, hiç olmazsa, dört bir yandan müthiş bir saldırı altında olan Kürdleri, psikolojik olarak bir güvene ve dolayısıyla rahatlığa kavuşturacaktı. Zira, 50 yıllık aktif siyasal yaşamımda Kürdleri, Türk egemenlik sistemi içinde bu kadar sinmiş ve fakat aynı zamanda ruhen de Türklerden ve sistemlerinden bu kadar kopmuş olarak görmedim. Yine, Kürdleri, gelecekleri ile ilgili bu kadar kaygılı ve dolayısıyla ulusal/toplumsal birlik ihtiyacından yana bu derece bir hassasiyet ve istek içinde de görmedim.
Yaşadığımız döneme özgü tüm bu olguları ve hassasiyetleri doğru bir temelde ele alıp Kürd ulusal siyasetine kanalize etmek, tüm siyasi parti ve gurupların başlıca göreviydi. Eğer Kürd siyaseti bu görevi layıkıyla yerine getirebilseydi, önemli mevziler kazanılacaktı. Seçim gibi, toplumun yoğun katılımıyla gerçekleşecek olan bir deneyim sonucu kazanılacak bu mevzilerden geri dönüş, artık herkes için çok zor olurdu. Bu, Kuzey’de gerek ulusal birlik siyaseti için somut bir örnek olurdu ve gerekse Kürd siyasetinin gerçek anlamda çoğulculaşmasının yolunu da açabilirdi.
Ne yazı ki, Kürd siyasetinin tüm tarafları olarak bunu başaramadık. “Kürdi Blok” projesinin ilk sahibi ve girişimcisi olduğu için, başta PAK olmak üzere, “Kürdistani Seçim İttifakı”nın tüm tarafları, Kürdler arasında seçim ittifakının gerçekleşmesi için hem çok istekli hem de dürüst ve ahlaklı davrandılar. Ancak, süreçte gelişebilecek tüm ihtimalleri kapsayan alternatif planlar belirleyemediklerinden, gelinen bu aşamada, etkili olabilecek yeni seçim politikaları üretmeleri için artık çok geç.
Mustafa Karasu’nun “de”sinin sırrına gelince…
Mustafa Karasu’nun yukarıda belirtilen belirlemesinde, sadece iki harften oluşan “de” eki, tüm bu olumsuzluklar, başarısızlıklar içinde kilit bir anlama/öneme sahiptir.
PKK paradigmasında, biz Kürdleri vatansız, milletsiz, devletsiz, partisiz bırakan ve dolaysıyla da giderek dil ve kültür dahil, her şeysiz bırakacak olan strateji, adeta bu sihirli “de” ekinde saklı gibidir. Dilin anlam dünyasında, bu ekin kendi başına bir manası yoktur. Bu nedenle de bu iki harf, eki olduğu özneyi bir başka özneye yamalamaya çalışan bir nevi nesne görevi görür. Tıpkı başka milletleri, halkları, dinleri yok edici, inkarcı, tekçi Türk- Sunni İslam kurgusuna dayalı milli nakaratta olduğu gibi: “ Türküz, Kürdüz, Arabız, Lazız, Çerkeziz, Arnavutuz, Boşnakız (…) ve fakat hep beraber Türk Milletiyiz!...”
Son zamanlarda, aslında Türk-Sunni İslam kurgulu/ruhlu olan bu nakarata, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler ve Ezidilerin aksine, bir türlü yok edilemedikleri için Alevilerin de “Aleviyiz” kavramıyla dahil edildiğini görüyoruz. Bu nakaratta adı geçen Müslüman milletler ve halklar da zaten artık “antik” hale getirilmiş durumdadırlar. Aslında bu nakarat, öncelikle Kürdlerin ve sonra da Alevilerin bir türlü yok edilemeyen ulusal ve dinsel/kültürel dinamizmlerinin çok canlı ve güçlü bir biçimde mücadeleye devam etmesinin yüzü suyu hürmetinedir ve esasen onları da diğerleri gibi entegre edip “antik” hale getirmeyi hedeflemektedir.
Ne yazık ki, PKK ve çevre örgütleri, bu entegrasyon stratejisi için bulunmaz bir nimettirler. Kuruluş ve sonraki yıllarında, en radikal siyasal talepleri ve mücadele yöntemlerini seçip bu yolla Kürd dinamizminin desteğini kazanan PKK, özellikle Türkiye tarafından teslim alınan Abdullah Öcalan üzerinden geliştirilen stratejiyle, siyasal prensipleri tamamen revize edilen entegrasyonist bir harekete dönüşmüştür. Bu entegrasyon stratejisinin başarıyla sürdürülebilmesinin en önemli yanlarından/özelliklerinden biri, Türk egemenlik sistemince siyasal anlamda ehlileştirilen PKK’nin, bir yolla Kürd ulusal dinamizminin desteğini de koruması/koruyabilmesidir. Bu yol ve yöntem, ağırlıklı olarak şiddettir.
PKK, başından beri siyaseti adeta şiddetle özdeşleştirmekte ve onunla yönetmektedir. Yüz yıllardır sömürgecilerin şiddetine maruz kalan Kürd toplumunda, benzeri çoğu toplumlar gibi, ancak şiddete dayalı bir mücadele sayesinde kurtulacağı ile ilgili bir kanı/inanç oluşmuştur. Neresinden bakılırsa bakılsın, bu yanılsamalı bir algıdır. Ancak Kürd toplumunun, dün de bugün de, PKK’ye destek vermesinin en önemli nedenidir de.
Aynı yanılsama Türk toplumunda da tersinden yaşanmaktadır. Türk egemenlik sisteminde, PKK’ye ve dolayısıyla Kürdlere karşı kullanılan asimetrik şiddet, tarihsel süreç içinde Kürdlere karşı oluşturulan düşmanlığın da etkisiyle kullanıcısına siyasal destek olarak dönmektedir. Biri birini besleyen bu karşılıklı şiddet, yanı sıra, iki toplum arasında düşmanlığın derinleşerek sürmesini sağlamakla kalmamakta; Türklerin, Kürd ulusal sorununu anlamalarını da zorlaştırmak bir yana, adeta imkansızlaştırmaktadır.
İşin garip tarafı, Kürd ulusal sorunun çözümsüzlüğünde, diğer bir ifade ile Kürdlerin Türk egemenlik sistemine entegre edilmesinde, en iyimser bir belirleme ile paralel davranan bu taraflar, biri birinden de memnundurlar ve dolayısıyla politik tutumlarıyla biri birini beslemektedirler. Yıllardır aynı minval üzere çalışan bu mekanizmanın çarkı, biri birini döndürüp besleyerek işledi ve de işliyor.
Bu denklem, ulusal kurtuluş ve özgürlükleri uğruna, özellikle son 30-35 yılda PKK hegemonyasında, büyük bedeller ödeyen ve halen de ödemekte olan Kürdler için ölümcül bir girdaptır.
Bir önceki yazımda bu girdaptan nasıl çıkılacağı ile ilgili düşüncelerimi yazacağımı belirtmiştim ki, bu yazıdaki gelişmeler araya girdi. Devam edeceğim…