AKP ve MHP’nin uzlaştığı TBMM İçtüzüğü değişikliği teklifine göre milletvekilleri artık Genel Kurul’da yaptıkları konuşmalarda “Kürdistan”, “Kürdistan’ın başkenti Amed” gibi ifadeleri kullanamayacak, kullanmaları durumunda ise “para cezası”na çarptırılacaklar!
Bilindiği gibi Kürt, Kürdistan gibi kelimeler ve Kürtçe Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana hep yasaklı olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi Kürtçe’nin, Kürtlerin, Kürdistan’ın, Kürtlere her türlü hak ve özgürlüğün yok sayıldığı, yasaklandığı bir paradigmaya dayanmaktadır.
TBMM’de ‘’Kürdistan’’ adını kullanacaklara verilecek para cezası, zaten eşyanın tabiatına aykırıdır ve sonuçta bu kararı alanların da ceza almalarına yol açacaktır. Güney Kürdistan Federe Devleti Irak Anayasası’na göre yasal bir kurumdur. Şimdi de Bağımsızlık referandumu ile, bağımsızlığa doğru okun yaydan çıktığı bir yürüyüş söz konusudur.
Türkiye Devleti’nin ve birçok Türk şirketinin Güney Kürdistan Federe Devleti ile resmi anlaşmaları vardır. Yarın bağımsızlık ilan edildiğinde, artık Bağımsız Kürdistan Devleti ile ilişkiler geliştirilmek zorunda kalınacaktır.
AKP ve MHP’nin önerdiği İçtüzük teklifi, en başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar ve devletin diğer yöneticilerini para cezasına boğacaktır. Çünkü Meclis’te en çok onlar bu ismi kullanmak durumunda kalacaklardır.
Gelelim yasaklamanın kendisine ve dayandığı anlayışa.
Kürtçe, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Boyunca Hep Yasaklanmıştır
Türkiye’de dünden bugüne yapılan bütün Anayasa’larda ve ilgili diğer tüm Kanunlarda Kürtçe bir dil olarak yasaktır. Kürt ve Kürdistan isimleri de, Kürtlere tanınacak olan herhengi bir ulusal demokratik hak ve özgürlük talebi de hep yasaklanmıştır… Bu yasak sadece kanunlarda kalmamış dönem dönem günlük yaşamda Kürtçenin kullanılmasını yasaklamaya kadar vardırılmıştır.
8 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nın 14. Maddesi şöyle diyordu: “Aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan Malatya, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türkçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılacaktır".
Bu yasaklamalar Anayasa’daki yasaklamalara ek olarak getirilmiştir.
1940’lı yıllarda pazarda, çarşıda kullanılan her Kürtçe kelime başına 5 kuruş para cezası verildiğini biliyoruz.
Bütün bu süreçler boyunca, Kürtçe yazı ve şiir yazdığı için hapis ve para cezalarına çarptırılan yüzlerce aydın, siyasetçi, sanatçının olduğu da gerçekliğin diğer bir boyutunu oluşturmaktadır .
1982 Anayasası’ndaki “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” ifadesi, 1983’te çıkarılan Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’la perçinlendi. Kanuna göre, ‘’Türk vatandaşları’’nın anadili Türkçeydi ve Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı. Kanun 12 Nisan 1991’de kaldırıldı ama Anayasa ve diğer kanunlardaki yasaklar, yine Kürtçeyi ‘’yasaklı dil’’ olmaktan çıkarmadı .
Bugün TRT Kurdi bir devlet kurumu olarak Kürtçe yayın yapmaktadır. Bir çok üniversitede Kürt Dili Bölümleri açılmıştır. Ama bu adımların tümü fiili birer uygulama olmaktan öteye geçememekte, yasal bir dayanağı bulunmamaktadır.
Bu kurumların yasal bir dayanaklarının olmadığının en somut kanıtı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının PAK’a göndermiş olduğu ihtardaki yaklaşımdır.
PAK’ın isminde ve programında yer alan Kürdistan ismi, Kürtçe ana dille eğitim hakkı, siyasi statü gibi taleplere istinaden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı PAK’a gönderdiği ihtarda şöyle diyor:
‘’Genel olarak programın büyük kısmında Kürdistan devleti ibaresi kullanılması, bağımsız ya da federe bir devlet kurma, farklı bir dil kullanma amacı, belirli bir azınlığı öne çıkaran hedefler içeren ifadeler. Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, insan haklarına, eşitlik vc hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılıklar içermektedir.
Tüzük ve programın belirtilen kısımları Türkiye Cumhuriyeti üzerinde bir azınlık oluşmasına ve millet bütünlüğünün bozulmasına neden olabilecek, sadece belli bir kesime yönelik, bölgecilik ve ırkçılık içeren niteliktedir’’.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın bu ihtarına, PAK Yönetimi olarak siyasi ve hukuki perspektifimizi içeren kapsamlı bir yanıt verdik .
Burada öncelikle PAK programında Kürtçe ana dille eğitim talebinin ‘’ farklı bir dil kullanma amacı’’ olarak tanımlandığına ve bu ‘’amac’’ın ‘’ırkçılık içeren nitelikte’’ olduğu iddiasına dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Elbette ki bu ‘’amac’’ın, ‘’ Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırılıklar içer’’diği iddiası da işin başka bir boyutunu ifade ediyor.
PAK’a yapılan bu ihtardaki yaklaşımdan hareketle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ya da herhangi bir savcı, her an, TRT KURDİ Koordinatörü ve Yöneticileri ile Üniversitelerin Kürt Dili Bölümü Başkan ve Öğretim Üyeleri’ne ‘’ırkçılık’’ tan ve ‘’Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne……..aykırı’’ davranmaktan dava açabilir.
TC Anayasası’nın 3. Maddesi zaten ‘’Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir’’ diyor. Bu madde daha en başta, Kürt dilini ve her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü yasaklamaktadır.
‘Kürdistan’ ve Kürtlere Siyasi Statü Talebi Hep Yasak Olmuştur
TC Anayasası ve tüm Kanunlarında ‘’Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’’ ifadesiyle, hem ülke olarak Kürdistan’ın varlığı, hem de Kürdistan’da bir siyasi statü hakkı reddedilmektedir.
Türkiye Devleti’nin bu anlayış ve siyaseti yalnızca Türkiye ve Kuzey Kürdistan bağlamında değil, Kürdistan’ın diğer parçalarının siyasi statü hakkı söz konusu olduğunda da geçerli olmuştur.
Türkiye Devleti kuruluşundan bu yana kesintisiz bir şekilde ‘’Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın toprak bütünlüğü’nden yanayız’’ demiştir; buradaki kastı da Kürdistan’ın bu ülkelerin egemenliğindeki parçalarının kendilerini bir siyasi statü ile yönetme haklarının reddidir.
1991 Yılında Körfez krizi ile birlikte Güney Kürdistan’da federe bir statü gerçekliği öne çıktığında, Türkiye Devleti’nin ilk tepkisi ‘’Kuzey Irak’ta herhangi bir devlet oluşumuna izin vermeyeceğiz’’ şeklinde olmuştu. Şimdi de aynı söylem Rojava Kürdistanı kastedilerek, ‘’Kuzey Suriye’de herhangi bir devlet oluşumuna kesinlikle izin vermeyeceğiz’’ şekline dönüşmüştür.
Ama Güney Kürdistan Federe Devlet olarak Irak Anayasası’nda yerini buldu, şimdi de yapacağı bağımsızlık referandumu ile bağımsız bir devlete doğru yol almaktadır. Bu gerçekliğe rağmen, Türkiye Devleti Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan , ne yazık ki hala şunları söylemektedir:
"Erbil’de yapılacak olan referandumu doğru bulmuyorum. Bu konu ile ilgili olarak Kuzey Irak Yerel Yönetimine düşüncemizi ilettik. Çünkü yarın Kuzey Irak Yerel Yönetimi bundan pişman olacak. Zira Barzani ve Kuzey Irak Yerel Yönetimi henüz buna hazır olmadığı gibi bu Irak’ın bütünlüğüne de aykırı bir adımdır. Bizim bütün derdimiz de Irak’ın toprak bütünlüğünü de sağlamaktır. Böyle bir adım attığınız zaman ‘Parçalamaya başladım’ demektir. Bunu diğerleri takip edecektir. Bu bakımdan buna sıcak bakmıyoruz".
Kuzey Kürdistandaki bir referandum olasılığına ilişkin de şu tepkiyi veriyor Türkiye Devleti Cumhurbaşkanı:
“Türkiye’de nerede olacak? Türkiye’de böyle bir adımı atmak sıkar. Türkiye’de böyle bir adımı atacak olanlar şu ana kadar atardı. Şu an bedelini çok ağır ödüyorlar’’.
Türk devlet yöneticilerinin bu açıklamalarında elbette ki, iç seçim hesapları, Türk toplumunun şoven duygularının okşanması vb. etkenler de önemli rol oynamaktadır.
Ama, Türkiye Devleti’nin, Kürt milletini, Kürdistan’ı, Kürdistan halkının iradesini yok sayan ve Kürdistan halkının siyasi bir statü ile kendisini yönetme hakkını reddeden bu ‘’rüya’sından artık uyanması gerekiyor.
Türkiye Devleti, 94 Yıldır uyguladığı inkar, asimilasyon ve imha siyasetiyle ne Kürtleri, ne Kürdistan’ı , ne de Kürdistan halkının özgürlük talebini ortadan kaldırabilmiştir.
Kürtçe eğitim hakkını yasaklamak, TBMM’de ‘Kürdistan’ adını kullanmaya para cezaları getirmek, OHAL yasakları, şiddet, ölüm ve yıkım uygulamaları hiçbir soruna çözüm getirmemiştir, getiremeyecektir.
Kürdistan ve Kürt milleti tarihsel, coğrafik, etnik, sosyal, siyasal bir gerçekliktir.
Her milletin olduğu gibi Kürt milletinin de kendi geleceğini belirleme ve bir siyasi statü ile kendisini yönetme hakkı vardır.
Kürtleri, Kürdistan’ı kabul eden ve Kürdistan’a siyasi statü hakkını içeren, demokratik, siyasal bir çözüm sürecini tüm Kürt partileriyle birlikte diyalog yoluyla başlatmak Türkiye Devleti’nin atacağı en doğru adım olacaktır.
Kuzey Kürdistan’da elbette ki bugünkü eşitsiz koşullarda bir referandum Kürdistan halkına bir tuzak olacaktır. Ama, Kuzey Kürdistan’da da her yönüyle Kürdistan halkının özgür iradesini ortaya çıkaracak Türk Devletiyle eşit koşullar oluştuğunda neden referandum yoluna başvurulmasın? Referandum gibi demokratik, meşru, insani bir yol mu iyidir; ölüm, yıkım, şiddet ve katliamlar mı?
Güney Kürdistan’daki bağımsızlık referandumuna ve ortaya çıkacak meşru iradeye saygı duymak, Rojava Kürdistan’ına saldırıdan vazgeçerek, Kürtlerin hak ve özgürlüklerine saygı duymak , Türkiye Devleti’nin atması gereken makul ve doğru adımları ifade edecektir.
Kürdistan isminin Anayasa ve yasalarda yasaklanmasına , TBMM’de bu ismi dile getirmeye İçtüzük değişikliğiyle para cezası teklifinin eklenmesi trajedinin bir boyutunu oluşturmaktadır. Trajedi bununla bitmiyor. Bu yasaklamalara gerek kalmaksızın kimi Kürt siyasetçileri ‘’Ortak Vatan Türkiye’’ diyerek zaten ‘’Kürdistan’’ isminden vazgeçmiş bulunuyorlar. Bazıları da ‘’Kürdistan ismi bugün reel değildir’’ diyerek, ‘’Kürdistan’’ isimli parti kurulmasına karşı çıkmaktadırlar.
Elbette ki en geniş kitleleri daha uygun araçlarla örgütleme ihtiyacı bir gerçekliktir; ama Kürdistan halkının siyasal temsilcileri olarak, kendi ülke ismimizle siyaset yapmamızın siyasal, ulusal ve tarihsel bir görev ve gerçeklik olduğu da madalyonun diğer yüzünü oluşturmaktadır. Bugün her iki ihtiyaç, görev ve gerçekliğe uygun yeni bir bakış açısı geliştirmek önemlidir.
Evet, bu şartlar altında öne çıkarılması gereken tutum, yeni İç Tüzük’le oluşturulmaya çalışılan yeni anti-Kürt dalga karşısında Kürdistan, Kürt, Kürtçe gibi yasaklanmak istenen kelime ve kavramları sahiplenmektir. Sadece Kürtler değil, onlardan daha çok, demokratım, aydınım, barışçıl yöntemleri benimsiyorum, adaletten yanayım diyen herkesin bu yasağa karşı çıkması gerekmektedir. Yasağa boyun eğmek, Kürt ve Kürdistan meselesinin barışçıl ve demokratik yollarla çözümü yerine şiddet, yasak ve çözümsüzlüğü dayatan siyasete de boyun eğmek anlamına gelecektir.
08.07.2017
Mustafa Özçelik
PAK Genel Başkanı