Kürt Sanat ve Kültür Camiasının Müzmin Şikâyeti. “Değerimiz Bilinmiyor”*

.

 Mihemed Şarman

 

Girizgâh

Kültür ve sanat mahfillerimizde[1] sanatsal üretimlerimize dair kritik ve yorumlarımızın temel zemininin çoğunlukla şikâyet, sitem, dahası suçlama söylemi üzerine kurulduğuna şahit olmuşumdur.[2] Bu iddiamın büyük oranda birçok kişi tarafından paylaşıldığına olan inancım veya ön kabulüm, böylesi bir yazıyı yazma konusunda bana cesaret verdi. Bu hassas konunun birçok yanlış anlamalara, bilinçli çarpıtmalara müsait olduğunu göze alarak yazıyorum.

Nurdan Gürbilek, bir yazısında Türk edebiyatının eleştiri bakiyesi besmelesinin bir (onlarda) varlar ve (bizdeki) yoklar dikotomisi  üzerine kurulu olduğunu söyler. Bu durumu, Kürt sanat cenahına uyarlarsak bizde de bir tür kıymet verilmesi/verilmemesi sorunsalının olduğunu söyleyebiliriz. Bu ikili durum çerçevesinde oluşan argümanlar, çok geçmeden uzun bir şikâyet zinciri biçimini alıp can sıkıntısından çektiğimiz ve elden düşürmediğimiz bir tespihe dönüşür. Tespih mecazını, tespihle yapılan amelin faydalı hatta kutsal bir amaca matuf “olmaklık”ının karşılığı olarak da kullanıyorum. Çünkü bu sahada üretim yapanlar ve takipçi çevre içinde büyük bir kesimin Kürtçe çalışmalara tarihsel mağduriyetinden ötürü bir tür kutsallık (karekî pîroz) atfedildiğini; haliyle bu dille yapılan şeyler de bir tür dava ve özel bir ereğe ilişkin çalışmalar olarak görülüp lanse edildiği bilinir[3].

Şikâyetin Bazı Formları Üzerine Kısa Bir Değini

Bu şikâyetlerin, yakınmaların ve dahası ağır suçlamaların bir kısmı “Kürtler” diye kendinin dışında tanımlanan Kürt halkına, Kürt siyasetin öznelerine, bir kısmı da sanatsal üretim yapan tabakaya yöneliktir. Konunun nesnesi ya da muhatabı değişse de şikâyetin muhtevası ve formu aynı kalmaktadır. Kadirbilmezlik, vefasızlık, ilgisizlik, maddi ve manevi destek görememe ve elbette başkasına tanınan teveccühün kendisinden esirgenmesi gibi dört ya da beş başlık altında izah edilebilecek, elden ele dolaştıran bir şikayet buketinden bahsedebiliriz. Elbette bütün edebiyat çevrelerinde, farklı uluslardan, işin öznelerinin yapacağı türden şikâyetler de mevcuttur. Ama Kürt cenahında bu durumu sorun haline getiren birtakım özgül nedenler vardır. Şikâyet edenlerin argümanlarının büyük bir kısmının gerçeklikten uzak olması, şikâyetten kendilerine düşen payın görmezden gelinmesi, tüm kritik ve yorumların hep bu söyleme sığdırılması ve en önemlisi bu şikâyetlerin derininde yatan, yazının son kısmında ele almaya çalışacağım patolojik tarihsel bakışın bulunduğunu söyleyebiliriz. Buna ek olarak şikâyet sahibinin Kürtler diye üst perdeden başlayıp bazen de durumu yumuşatmak için Biz Kürtler diye konuya girişmesi; ama her halükârda kendini konunun dışında konumlandırması da takdire şayan bir durum. Öznelerin şahsi kırgınlık, arzu ve öfkesine toplumsal bir kılıf bulup oradan muhatabın sürekli sigaya çekilmesi, bu halin en karakteristik özelliği olsa gerektir. Kürtçede, saydığımız duruma çokça uygun düşen ve sıklıkla kullanılan bir deyim de bulunmaktadır: “Giyayê hewşê bi berxa hewşê tehle.” Motomot çevirisinin Avludaki kuzuya avludaki ot acı gelir manasına gelen ve acı gelmemesi gerektiği öncülünü içinde barından bu deyim, kabaca kendi üretimini veya kendinden olanın kötü görünmesi yahut kaile alınmaması olarak çevirebiliriz. Burada kuzu vurgusu da hayli anlamlı zira. Hem büyümemişlik vurgusunu hem de şımarma istidadını taşımaktadır. Yine belki vaktinden önce gözü dışarıdalık imasına da dikkat buyurmak gerekir. Kuzu, evin yeni yetme çocuğu olarak evden kaçabilme/ayrılma potansiyeli ve isteğini de içinde taşırken kuzuluğundan mütevellit, şımarma hakkına da sahiptir. Bütün veçheleriyle düşünüldüğünde bu bereketli savın, sözün bu tür muhabbetlerin katalizörü olmaya devam etmesi anlaşılır olacaktır. Şikâyet öznesinin kendini bu cümledeki yerli ve milli kuzu (değer) olarak gördüğünü; fakat maalesef tadının kendi mahallesinden/ulusundan olanlara acı geldiği ima edilir. Belki bu kendinden eminliğe karşı şu sorulabilir: ya gerçekten bu ot acıysa? Burada acı mecazını hem eserlerin  bir bölümünün niteliği(sizliği) için hem de yazının ikinci bölümünde bu suçlama ve sorunların örtük nedenine karşılık olarak kullandığımı söylememde herhangi bir beis görmüyorum.

Kürt Halkına Yönelik Kürt Cenahının Vesveseli Eleştirisi

Şikâyet ve suçlamaların öznesi okur ve yazarlar; nesnesi sanat üretimleri, şikâyet mercii ise kimi zaman Kürt halkı, kimi zaman Kürt siyaseti ve bileşenleri en çok da sanatçı kişilikler olmaktadır. Kritiklerin gerçekleştiği mekânların mahalli kafe, bar gibi sosyal ortamlar, dergiler ve elbette sosyal medya gibi mecraların oluşturduğuna tanık olmaktayız. Kürt siyasi hareketi ve kültür sanat bileşenlerine bazen örtük bazen de ciddi bir dışlanmayı göze alarak yapılan şikâyet ve yakınmaların (yukarıdaki şikayet buketinin aynısını içeren şikayetler) haklı ve yerinde olduğu inancını paylaştığımı söylemeliyim. Hatta otoritenin sansürcü ve yok sayıcı tavrı karşısında bu şikâyetler daha çok karından konuşularak yapılabilmektedir. Siyasi hareketin şimdiye dek kendi ideolojik aparatı olmayı kabul eden, angaje bir sanatçı olmaktan gocunmayan “sanatçılar” dışında herhangi bir sanatçı ve aydını taltif ettiği ya da sahiplendiği pek görülmemiştir. Tam tersine en ufak eleştiriyi bir saldırı ve hainlikle yaftalayıp yoğun bir şekilde köşeye sıkıştırdığı görülmüştür. Bu yazıda Kürt cenahında şikâyetin bolluğuna dikkat çekme isteğinin ağır bastığı kadar  yönünü ve gerekçesini şaşırmış şikâyetler olduğu için bu faslı kapatıyorum. Bunun yerine asıl şikâyetten, şikâyet üreten bize özgü sisteme odaklanıyorum. Bu ilişki ağında bir özne olarak bulunmayan, dolayısıyla kendi adına söz alma imkân ve kabiliyetinden yoksun kalanın Kürt halkı; şikâyet ve suçlamanın öznesi ve taşıyıcısı da okuryazar kesim olmaktadır.[4] Kürt halkının yazar ve aydınlarına sahip çıkmadığı ya da başka ulusların yazar ve aydınlarına daha çok teveccüh gösterdiği, halkın Kürt sanatçısının eserlerine kayıtsız kaldığı, maddi ve manevi motivasyon sağlamadığı gibi mebzul miktarda itham var. İlginçtir, bu ithamların duygusal boyutu zaman zaman baba-çocuk ilişkisinin gerilimini yansıtıyor. Babasının ilgisini çekmek, görünür olmak için bazı çabaların içine giren çocuğun bu çabaları aynı zamanda babasının ona çizdiği sınırların dışına çıkma iznini koparmaya da yöneliktir. Bu çabalar, çizilmiş sınırı aşındırmak yerine daha da kuvvetlendirdiği için söz konusu ilişkiyi çıkmaza sürüklediğini de hatırlamak lazım.[5]

Öznenin emeklerinin müşteri ve karşılık bulmadığı iddiasının gerçekte bir karşılığı olduğuna katılmadığımı hızlıca beyan edeyim. Bu argümanları besleyecek olan somut birtakım verileri, Kürtçe okuyucu sayısı, Kürtçeyi edebiyat düzeyinde takip edebilecek kişi sayısı, yazar ve aydınları finanse edecek kurum ve kuruluşları, satılan Kürtçe kitapların Türkçe kitaplara oranı gibi gerekli malumatı hesaba katmaya hacet duyulmadan yapıldığına kısa bir araştırma yahut inceleme neticesinde ulaşılabilir çünkü. Bir yazarın kitabının ortalama bin adet basıldığı ve bu kitabı okuyacak yeterlilikte olan okur sayısı arasındaki oranı, en yakın komşumuz olan Türkçe edebiyatla -Kürtçenin tüm dezavantajlı faktörlerini dışarıda bıraktığımızda- kıyaslandığında elimizde gerçeğin iddia edilenin tam tersi olduğunu rahatlıkla ispatlayan bir veri bulundurmuş oluruz. Herhangi bir Kürt müzisyeninin, yönetmeninin yahut yazarının bir eserinin Kürtlerin genelinde gördüğü teveccüh hem Kürt nüfusuna hem Kürt okuyucu ve izler kitlesinin sayısına bölündüğünde asıl ilginin kendi sanatçı ve yazarına olduğunu aşağıdaki dipnotta özetle anlatmaya çalıştım.[6] Okunmama ve teveccüh görmeme iddiasına yakın benzer argümanlarla yürüyen Kürt halkının sanatçısına değer vermediği suçlamasına veya şikâyetine de çok kısa değinip halka yönelik eleştiri faslını nihayete erdirmek istiyorum. Burada halka yönelik eleştirinin aynı zamanda muktedire yapılamayan eleştirinin eksikliğiyle de semirmiş olduğunu iddia edebilirim. Bu durum sadece sanat ve edebiyat alanında değil, birçok alanda Kürtlerin karşı karşıya kaldığı bir şeydir.

Kürtçe ile ilgilenen, sanatsal üretimlerini Kürtçe yapan sanatçıların Kürt halkı tarafından yeterince ilgi, kadir kıymet görmediği varsayımının da en az yukarıdaki iddia kadar çürük ve gerçeklikten uzak olduğunu kaydetmek gerekir. Tek başına Mehmet Uzun örneği bile bu iddiayı çürütecek cinstendir. Kürtçe kitapları ve Türkçe çevirileri ile kitap okuyan-okumayan herkesin; evine girdiği ve gittiği yerde büyük bir yazar kadar, bir aydın, kanaat önderi olarak karşılanan bir isimdi Uzun. Şair Cegerxwin’in[7] halktan gördüğü teveccüh, şiirlerinin dilden dilme dolaşması mela, seyda gibi sıfatlarla anılması da yargımıza denk düşecek başka bir örnek olarak verilebilir.[8] Yurtiçinde ve yurtdışında başarı gösteren herhangi bir Kürt müzisyen, yönetmen ya da yazar uzun süre Kürtlerin gündemini meşgul etmektedir. Kalite ve niteliğine bakılmadan, Kürtçe yazılmış her eser kendi dar çerçevesinde saygı gördüğü gibi üreticisine de bir tür aydın/mamoste muamelesi yapılır. Her ne kadar bazı Kürt sanatçılar arada, Kürtler bizimle ilgilenmiyor deyip sanat üretimlerini kesmeyi ve küsmeyi dile getiriyorsa da hareket noktaları ve mukayese şekillerinin problemli olduğu söylenmelidir.[9] Başka ülke ve uluslarda nasıl ki bir pop müziği klasik müzikten daha göz önünde olup izleyici buluyorsa, bir popüler şiir kitabı diğerlerinden daha çok yaygınsa, Kürtler için de aynı durum geçerlidir. Niceliğin egemenliğinin her yerde kendini duyurduğu herkesin malumu.  Kürtlerde durumun buna yakın olmasının neden Kürtlere özgü bir suç ve kabahat olarak algılandığını da sormak lazım. Yazının selameti için bazı görüşlerimi burada sarf etmesem de çok eminim Kürtçe okuyup yazan Kürtler, Kürtçenin hassasiyeti bakımından kendi sanatsal ürünlerine çok daha ilgililerdir. Öyle ki sadece başka dillerden Kürtçeye bazı çeviriler yapmış çevirmenler, özgün üretimleri olmamakla beraber Kürt aydını muamelesi görüp paneller ve söyleşilere davet edilir, çevirileri orijinal eserlerden daha çok yankı uyandırır hatta bazıları kanaat önderi muamelesi görürüler.[10] Bu örnekler bir hayli çoğaltılabilir. İkinci bir husus olarak bu alanda halka yapılan eleştiri, Kürt yayınevlerine ve bu konuda iş yürüten belediyelere bağlı sanat kuruluşlarına yapıldığında daha makul oluyor. Kürt yayınevlerine yönelik eleştirilerin çoğuna katılmakla beraber, yayınevlerimizin çoğunun yönetiminin, yazının devamında ontolojik bir mesele olarak ele aldığımız, yazar ve sanatçılarımızdan oluştuğunu da unutmamak gerekir. Aşağıda görüleceği üzere bu gerçeklikten uzak ve yönünü şaşırmış eleştirilerin temelinde çok daha başka bir sorunun yattığını iddia edeceğim için konunun görünür veçhesini burada noktalamayı uygun görüyorum.

Şikâyet Etmekten Gerçekten Şikâyetçi miyiz?

Şikâyetin ve suçlamaların asıl yoğun ve yıkıcı olduğu mecrayı, okuryazarların birbirlerine ve camialarına yönelik yaptıkları şikâyet ve suçlamalar oluşturmaktadır. Yukarıda, Kürt halkına yapılan şikâyetlere ek olarak; burada yazarların yine birbirlerini sevmediği, eserlerinin görünür olması için bir diğerinin kendisi için gayret sarf etmediği, tam aksine buna köstek olduğu, herkesin kendini sürekli gündemde tutup kendi imgesine yatırım yaptığı gibi birçok sanat ve edebiyat mahfili için geçerli olabilecek ve bir yere kadar da karşılığı olan serzenişler gösterilebilir.[11] Şikâyet ve yakınmanın belli bir raddeye kadar insani bir refleks olduğunu, benzerlerinin de başka camialarda son derece yaygın olduğunu kabul etmek gerekir. Kaldı ki sömürge bir ulus için temelde birbirini sevmemekten, daha doğrusu sevmeyi becerememekten kaynaklı böylesi durumların daha katmerli olmasının bilimsel dayanakları vardır ve bunları başta Frantz Fanon’un olmak üzere birçok teorisyenin metinlerinde işlendiğini görebiliriz. Birbirini sevmeme konusunda son derece mümbit bir çevre olduğumuz fikrine katılmamak elde değil. Aşağıda, çeşitli başlıklar altında inceleyeceğim bu meselenin muadillerine benzeyen görünürdeki yüzü; diğer yandan kökü derinlerde olan, son derece marazi, Kürt halkının tarihsel ve politik durumuna göbekten bağlı; karanlık, karmaşık, “bize” özgü yüzü olduğunu düşünüyorum. Yani bir tarafı kamuya açık, bildik formlarda ve klişeler üzerinden yürüyen mazruf ile zarfın birbirini tamamladığı; diğer tarafı gayya kuyusunu andıran karanlık yüzü. Biraz daha açarsak söz konusu şikâyetlerin konu ve nesnesinin herkesçe bilindiği, üzerinde ortak bir mutabakata varıldığı, tüm veçheleriyle tespit edilip ortaya çıkarıldığı görüşü hâkim. Ama bu apaçıklık çok sıkı örtünmenin, kat kat saklanmanın bir formu, bir sonucu olduğu/olabileceği kanısındayım. Ortada karanlık bir aşikârlık var. Şikâyetlerin kaynağını bir mağara olarak düşünürsek görünürdeki nedenler, mağaranın ağzındaki ağır kaya görevi gördüğünden şüphelenmemiz için haklı nedenlerimiz var. Bu yazıda asıl incelemek istediğim, hatta buraya kadar yazılanların mağaraya gidecek yolu bulmak, bir tür mıntıka temizliği yapmak kabilinden olduğunu söylemek isterim. Bir tür karanlık mağara işlevi gören kıymeti kendinden menkul bir durumdan söz ediyoruz çünkü.

Şikâyet Ediyorum O Halde Varım

Kürt cenahında şikâyet bolluğunun ortaya çıkardığı, ulu orta döktüğü şeyler kadar sakladığı, dibe gömdüğü, kişinin kendine ve başkasına dahi itiraf etmesinden çekindiği birtakım gizil nedenlerin bulunduğu ima edilmişti yukarıda. Burada dile vuran bir şikâyet olarak görünen şeylerin berisinde duran mağaraya göz attığımızda şikâyeti, kendilik ayıbını örten bir kakafoni işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. Müzmin bir hastalığa dönüşen şikâyet, kimi üretimlerdeki her kusuru, niteliksizliği, bayağılığı kişinin kendi kifayetsizlik ve vasatlığından doğan beceriksizliği örtmeye kadir bir tarafının olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Arzulanan ve hak edildiği düşünülen mevki, makam, maddi ve manevi başarıların gerçekleşmemesinin nedenini birbirini çekememe, birbirinin ayağını kaydırma, ikballerinin canına od tıkamaya havale edilmesindeki kayıt dışı faydasına da odaklanmak gerekir. Zira bu işleyiş, üreticinin kendinden kaynaklanan tüm kusurları görünmez ve “Kusursuz Beni”, şikâyet üzerinden görünür kılmakta olduğuna dikkat çekmek isterim. Bazı durumlarda mesele şikâyet ediyorum öyleyse varım gibi patalojik bir yere varabiliyor. Bu saikle üretilen bütün yazı ve söylemlerin kritik ve eleştiri literatürü yerine vazife görmesi, bu ortamda gerçek ve yapıcı bir eleştirinin olanağını başlangıçta yok ettiği ortada. Sürekli bu bahanelerin arkasına sığınma, sanatsal üretimlerde vasata teslim olma, kötüyü ortaya çıkaramama ve iyiyi tanıyamama hali niteliksiz bir sanat ortamını yaratan önemli unsurlardır. Sanatçının eser üretiminde kendi payına düşen ciddi çalışma ve malumatı göz ardı etmesi şikâyetin aslında pek de şikâyet edilecek bir şey olmadığı şüphesini doğuruyor. Bir tür gönüllü şikâyet kardeşliğinin bu derece sarsılmaz bir şekilde devam etmesinin bir nedeninin de burada aranabileceği kanısındayım. Benliği pazarlama teknolojisini yaratan bu şikâyet ortamında şöyle bir soru sorma hakkımız doğuyor: Şikâyet edilmesinden gerçekten şikâyetçi miyiz? Elbette bu daha çok sonuca dair bir belirleme; asıl bunun nedenlerine bakmak gerekir.

Kürtçe Edebiyat ve Sanattan Kürtlüğü Çıkarınca Geriye Ne Kalıyor?

 Durumun genel ve bireysel yönüne hatta bazı kayıt dışı artılarına değindikten sonra yazının dile getirmeye çabaladığı asıl meseleye, daha derinlerdeki sebeplerine, geçmeyi öneriyorum. Önce ilanı malum cinsinden bir hatırlatma yapayım. Yaptığı işi gerçekten seven, kendi ile işi arasına dışarıdan -halkın teveccühü, okuyucu beğenisi, para, şöhret- bazı aparatları koymadan işiyle ontik bağ kuran kimselerin genelde şikâyet konusunda beri durduklarını gözlemlemek kabildir. Şikâyet ve suçlamaya el verenlerin daha çok yaptıkları işleri severek, isteyerek en temelinde kendini tanıyıp anlamaya matuf kılarak yapanlardan çok, işlerine tesadüfen yahut tarihin kötü tokadıyla, mecburi, bahtsız bir şekilde maruz kaldığını iddia edenlerden geldiğini temaşa ediyoruz. Konu dışı olarak bu genel ilkeyi hatırlatma nedenim Kürt sanatçısının kendine dönüp bakmasının kendisine iyi geleceğine dair olan inancımdan geliyor. Öznenin işini sevme ve işiyle doğrudan bir bağ kurma konusundaki yetersizliğini dile getirmek elbette bir tespit; ama bu tespitin berisindeki yakın ve uzak nedenleri ortaya çıkaramamak kolaycılık ve haksızlık olacaktır. Ortada bir sevgisizlik ve memnuniyetsizlik varsa bu durama yol açan özgül nedenlerimize bakmalıyız. Sanırım bu faslı hem isim ve hem sıfat olarak bulunduğu, iliştirildiği kavramı hızla sorunsallaştıran “Kürt” kelimesiyle başlatabiliriz.

Kürt Edebiyatından Sinemasına, tiyatrodan müziğe oradan tarih ve folklor sahasına hasılı birçok akademik çalışmaya varacak kadar üretimlerin tümünün başına konulan Kürt kelimesi, nesnesi ile sıfatı arasında hızla bir mesafe açıp iş ortaklığı yaptığı kavram/nesnenin etrafına hızla sanat dışı duvarlar örmektedir. Bu sıfat, benzeri arasında bir ayrışmayı gerekli kılan bir sıfattır esasında.  Kürt kelimesinin tarihsel bakiyesinden dolayı bu normal tanımlama çabası hızla sorunsallaşma istidadına sahiptir. Başa gelen -Kürt Edebiyatı, Kürt Sineması vd- Kürt kelimesi kendisine getirilen sahayı iş(ti)gal eder ve tüm politik tarihsel ağırlığıyla, bütün marazlarıyla üzerine çöker. Buna “Kürtlüğün tarihsel yükü” de diyebiliriz. Bir tarafta bu yükün altında ezilmiş olmaktan türeyen serzeniş; ama öte yandan bu yükün altına girildiği için “seçilmiş insan” muamelesi görme arzusundan neşet etmiş bir yük. Özne -burada sanatçı yahut üretici- kendisi ile nesnesi arasında bu engeli aşıp nesnesiyle doğrudan bağlantı kurmaktansa, burada bocalayıp kalmakta, üstelik bocalamanın vebalini asıl ilgi alanına bağlayıp diyeti ondan talep etmektedir. Böylece bu sahalara Kürt kelimesi olmadan yahut mezkûr tanımın/sıfatın muhteva ve etkisini tespit etmeden yaklaşılıyor. Yine Kürt kelimesine nerede başvurup onu nerede göz ardı edileceği konusunda kafa karışıklığı giderilmeden kendisine en başköşe buyur ediliyor. Edebiyat, Kürt Edebiyatı; sinema, Kürt Sineması olarak arz-ı endam eyliyor haliyle. Ama ve lakin her halükârda bu sıfat, açıklayıcı yahut tanımlayıcı bir kimlik kartı olarak değil, müzmin ve ağır bir sorun olarak nesnesini okuyor, okutuyor. Ezcümle bu üretim sahalarıyla değil hep ama başka kılıklarla işin “Kürtlüğüyle” uğraşılıyor. Kürtlüğe dair sorunlar, nesnesinin sorunları ve çerçevesi içinde tartışılıyor. Burada problemi, daha katmerli hale getiren şey Kürtlüğün kendisi oluyor. Çünkü kendi ulusal hakkını tayin edememiş, devlet ve kurumlarına sahip olamamış, kendi adına söz alamamış, hep kıstırılmış, yasaklanmış; yüzyılların yükü, sorunu ve travmasıyla dolu bir Kürt/lükten bahsediyoruz. Sorunun karmaşık veçhesini biraz olsun aydınlığa kavuşturduğumuzu düşünerek meselenin çözümü adına kısa yoldan bir mesafeyi hızla kat etmek için şöyle bir soruyu omuzlayabiliriz artık: edebiyattan, sinemadan, müzikten hâsılı tüm sanatsal üretimlerden Kürtlüğü kaldırdığımızda geriye ne kalır? Biz bunları Kürtsüz (Kürtlükten gelen konuya dair neşet eden duyarlılık olmadan) olarak okuyup sahiplenebiliyor muyuz? Ya da Kürtlükten sanat alanına değil sanattan (sanatın formları ve kriterleriyle) Kürtlüğe gidebiliyor muyuz? Bunlardan Kürtlüğe gitmektense hep Kürtlükten bunlara varmamız ne tür olumsuz sonuçlara yol açıyor? Kanımca bu durumun tahribatını ölçmek ve bu olumsuz gidişi durdurmak için elimizdeki üretimlerden Kürtlüğü çıkararak başlayabiliriz. Kürtlüğü çıkarmaktan kastımız temelde tarihsel ve politik bir mesele olan Kürtlüğün, tarihin ve siyasetin payına düşen, edebiyat ve sanatın dışında kalan kısmıdır. Yeri gelmişken söylemekte fayda var: Kürt sanat ürünlerinde konunun büyük bir hakimiyeti mevcuttur. Haliyle konunun politik ve moral değerlerine dair etkisi üzerinden biçilen bir değer skalası hâkim.  Bu değer skalasına karşılık estetik bir skalayı önermek gerekir. Özetle sanat alımlayıcısının konunun tarihsel, politik, veçhesiyle bağ kurup oradan esere değer -bu yazı açısından Kürtlüğe biçilen değer- biçmesinden “konu”yla amel etmesinden bahsediyorum. Bu durumun kendisi, roman ve deneme yazarı Milan Kundera’nın Roman Kuramı kitabında tesis ettiği görüşlerden birisiyle yakından alakalıdır. Kundera, özetle herhangi bir romanda geçen meseleleri deneme, tez, makale vb türlerle yazabiliyorsanız romanda da bu şekilde ele alınmışsa, onu romandan kolayca atabileceğimizi söyler. Bir romanı iyi ve büyük yapan şeyin (burada tüm edebi yazı formları anlamında) ancak roman türüyle anlatabildiğiniz şeylerdir diye nakleder. Bunun yanı sıra Kürt sanat ürünlerinden Kürtlüğü çıkarmaktan ikinci kastımızın ürün verdiğimiz üretimlerimizin Kürtlüğün dışına çıktığında bir anlamının kalıp kalmadığıyla ilgili. Bu anlam Kürtlük dışında kalanlara nasıl bir evrensel haz/okuma/mesaj içeriyor? Kürtlüğü, üretimlerimizden çıkardığımızda üretimlerimizin sanatsal bir değeri kalıyor mu?” gibi sorular sorarak esere, estetik payeyi geri vermeyi dert edinen bir ölçek.  Bilinen deyişle önce elma armutları birbirinden ayıracak bir ölçek ve ferasette ihtiyacımız var.  

Kendi başına acil ve travmatik bir sorun olan Kürt meselesinin sanat sahası içinde çözmeye çalışmaktan kaynaklanan bakışı/malzemeyi ayıklama çabası, meseleyi tekrardan hakkıyla işleyebilme amacına yöneliktir. Eğer bir sanatçı iş sahasının başındaki Kürtlükten ister gönüllü ister zorunlu bir şekilde kopamazsa ya da bunu kendisi için makul ve müsait yere konumlandırma imkânına sahip olmazsa her iki şeyi de hızlıca elinden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hasılı müzmin şikâyetlerimizin sebebinin büyük oranda sanatın bakışı ve enstrümanlarıyla bu meseleyi ele almak yerine bu meselenin bakış ve enstrümanlarıyla sanatı ele almaktan kaynaklandığı düşüncesindeyim.

Kürtçenin Yazar/Sanatçı Yaptığı Kişiler

Yıllar önce çeşitli edebiyat mahfillerinde Kürt edebiyatına dair sarf ettiğimiz bir iddiamız vardı ve bu iddianın hâlâ (benim açımdan) geçerliliğini koruduğuna inanmaktayım. “Bazı Kürt yazarlar Kürtçeyi yazı ve edebiyat dili yaptılar; bazı yazarları da Kürtçe yazar yaptı” (Burada ve metnin bütününde edebiyat baz alınarak söylenen yazar kelimesini en geniş anlamda tüm sanat dalları adına “sanatçı” olarak okuyabiliriz). İşin kötü tarafı, Kürtçenin (Kürt meselesi diye de okuyabiliriz) yazar yaptığı kişilerin sayısı, yazar olduğu için Kürtçe yazanlardan çok ama çok fazladır. Yazarlık ya da sanatsal üretimler, modern çağda şahsi ve ontik meseleler ve arayışlardan dolayı girmedi; aksine politik, vicdani bir mesele olarak Kürtlerin gündemine girdi.[12] Öyle ki ilk dönem Kürt aydınlarının (Başta Celadet Bedirxan olmak üzere Hawar ekolünün tamamı için geçerli bir belirleme bu) tümü aynı zamanda birer yazar olarak meydana çıkıp iş gördüler. Doksanlarda Kürt müzisyenlerin çoğu birer aydın, kanaat önderi, hatta parti sözcüsü olarak görüldü. Sanat ve politikanın bu kadar iç içe geçmesi, dahası sanatın politikanın bu kadar yedeğinde olması bir zamanlar bir yere kadar anlaşılır ve “normal” bir durumdu; lakin bu iki hattın birbirinden ayrılıp kendi formları ve kaynaklarıyla tanışıp daha sonra birbirlerine bakmalarının vakti çoktan gelmiştir. Bu kendine dönüş ve oradan dünyayı algılayış merhalesine geçilirse, belki o zaman sanat ve politika (en geniş anlamda tarih) birbirlerini kendi enstrümanlarıyla anlayıp anlamlandırma konusunda ilerleme kaydedecek ve sanat ortamımız normalleşip sağlıklı bir işleyişe kavuşacaktır.

Yukarıda Kürtçenin yazar yaptıkları ile Kürtçeyi yazı dili yapanlar gibi zorunlu bir ayrımın gerekliliğinin altını çizdikten sonra bu minval üzerinde konuyu irdelemeye devam edelim. Kürt meselesi olmasaydı biz neleri ve nasıl üretecektik? Eğer bu soruya vereceğimiz cevabın içinde bu mesele bittikten sonra da ciddi arayış ve çalışmalarımızın olacağı fikri bunuyorsa ne âlâ; yoksa gerçekten durum endişe verici bir hayal kırıklığına gebe demektir.

Şikâyet ve yakınmalarımızın büyük bir kısmının hangi durumda, neden bu alanda olduğumuzla ilgili kafa ve arzu karışıklığı olduğunu dile getirebildiğimi umuyorum. Kimlik ve işimizin ayırdının yapılması ve bu konudaki beklentilerimizin nereden niçin kaynakladığını daha görünür kılabilirsek, sanatsal üretim ortamımızın daha sakin, daha az yaygaracı ve elbette daha nitelikli olacağı düşüncesindeyim.

Yaşamımız ciddi, sanatımız ciddi, ortamımız asık suratlı.

Çi bikim ku qewî kesade bazar/Nînin ji kumaşî ra xerîdar(Ji Mem û Zîn’ê)

Adorno, Sanat Şen Midir? adlı denemesinde Schiller’den  “Yaşam ciddidir, sanat ise şen.” cümlesi üzerinden, sanatın şen yani haz veren tarafını tartışır. Kürtler açısından baktığımızda şöyle bir formülasyona başvurabiliriz. Yaşamımız ciddi, sanatımız daha da ciddi, sanat ortamız ise asık suratlıdır.  Aynı denemede sanat yapıtlarının gerçekliğin insanlara hunhar ciddiyetin bir eleştirisi olduğunu kaydedilir. Hunhar ciddiyet Kürt sanat ortamına çok yakışan bir sıfat. Şikayet ve siteme mütemadiyen asık suratlar, her  havadan nem kapma yeteneği, kendi kendini besleme kudretine sahip obur alınganlıklar epey  eşlik eder. 

Bu hunhar ciddiyet, asık suratlı ortamın sanatımızın pazar sorunları, politik atmosferiyle yakından ilgilidir. Sanatla (ya da herhangi bir işle) uğraşan insanların birtakım maddi ve manevi beklenti ve arzuları olduğu herkesin malumudur; bu arzular ve beklentiler o iş sahasının tanımından dolayı karşılık bulmaması ya da imkânsızlıktan ötürü yerine gelmemesi durumunda genellikle ciddi bir memnuniyetsizlik hasıl olur. Bu memnuniyetsizliğin ilk etapta aynı işi yapanlara/meslektaşlarına öfke, nefret, en hafif tanımıyla sevgisizlik olarak yansımasının ise en olası sonuçlar olduğunu söyleyebilirim. Gürbilek, Dostoyevski üzerine yazdığı bir yazısında onun, edebiyatın getirmesini umduğu şölenden mahrum olmanın sıkıntı ve ıstırabı içinde olduğunu kaydeder, bunu da “bu şölende neden ben yokum” cümlesiyle özetler. Kürt sanatçısının  Kürt halkı ve Kürtçenin  içinde bulunduğu durumdan ötürü maddi açıdan eserleriyle ilgili büyük bir beklenti içine girmesi imkân dâhilinde değildir. Kendi kitaplarını bastırmak için uzun süre yayınevi bulamayan Kürt yazarlar, nihayet buldukları yayınevlerine de hâlâ telifsiz olarak eserlerini vermektedir. Birçoğu basım masraflarını da üstlenmektedir. Yine birçok Kürt müzisyen, yıllardır icra ettiği eserlerinden elde edilen gelirin çoğu kendisinden çok, bağlı olduğu sosyal ve siyasi kurumların kurmuş olduğu şirketlere gitmiştir. Son dönemlerde Rojda ve Mem Ararat gibi müzisyenlerin şahsında dile gelen bazı tartışmalar tam da bizden olan bu tuhaf sömürü düzeni ile ilgiliydi. Hâsılı Kürt sanat cenahında, bilhassa edebiyatta, ortada sanatçının ulaşabileceği maddi bir şölen yok. Yani büyük oranda Kürtlük adına başlanılan bir şey, yine Kürtlükten dolayı akamete uğramış gibidir. İşin manevi tatmin veçhesi özenin yahut izler kitlenin sanata dair algısı belirler. Kimi bohem bir hayatı vadeden bir alan olarak, kimi saygı ve takdir görülen bir iş olarak görebilir manevi getiriyi. Manevi tatmin daha çok sübjektif beklentiler üzerine kurulu olduğu için örneklemekten kaçınıyorum. Kürt sanatçısının yine Kürtlükten dolayı dünya nimetleriyle hemhal macera dolu bir ortama sahip olmadığını gözleyebileceğimizi söylemekle yetiniyorum.  Kürtlük kelimesi ve Kürtçeye istinat edilen kutsallık, dava gibi ağır sıfatlardan dolayı o arzuladığı özgürlüğü rahatça yaşayamaz. Bu iş sahalarının başına getirilen sıfatların bu etik ve yargı yükü yüzünden Kürt sanatçısı söylemde son derece özgür ama eylemde oldukça muhafazakâr yahut tutuk, dar bir çizgiye hapsedilir.[13] Misal Kürt sanatçısının sevdiği, kendisi için önemli bulduğu, birçok sanatçının tüm özel hayatının ulu orta bir edebi eser olarak kaleme alınmasında bir beis görülmezken kendi eserlerinde ya da söyleşilerinde biraz olsun bu sıkı çizilmiş edep sınırlarından dışarı çıkılması hoş karşılanmaz, kaldı ki kendisi de bu daireden dışarı adım atmama gayreti içindedir. Yani Kürt sanatçısı için önceden biçilmiş, verili bir ağırbaşlılık vaadi ve dayatması mevcuttur. Kürt sanatçısı için ağırbaşlılık kendi deneyimleri vasıtasıyla doğal tekâmülünün bir neticesi olarak değil; önceden çizilmiş, içine doğduğu bir formun karşılığıdır. Bu ağırbaşlı ve mazbut davranma talebinin bir tür pranga gibi diline ve kalemine dolandığı sık görülmüştür.   “Özgür olmayışımızın ortasında özgürlük benzeri bir şeyi  dile getirir sanat” der aynı yazsında Adorno.  Görüldüğü üzere başta pazar sorunu olmak üzere politik ve tarihsel sorunlar sanatımızın özgürlük benzeri bir alan açmasının yolunu kesmiştir. Üstelik bu durum Kürt siyasi hareketi ve ona bağlı kurumlar aracılığıyla angaje ve didaktik, pragmatist taleplerle daha da içinden çıkılmaz hale getirilmiştir. Buradan hareketle şikâyet bolluğunu, Kürt sanatçısının sorumluluğu ve sözcülüğünü üstlenmek zorunda kaldığı Kürtçe sanat iklimiyle arzu ve seçimleri arasında sıkışmasının geriliminden doğan en bilindik semptomu olarak okunursa ifrata kaçılmış olunmayacaktır. Gerçeği kendine itiraf edememesinden (işinin sıfatından dolayı mağdur kalmasından) doğan öfke ve sevgisizliğin bir yansıması olarak şikâyet, ilk elden aynı işi yapana yani meslektaşına, pastadaki ortağına yönelmiş gibidir.  Şikâyet, böylece şölene iştirak etmemenin, kendi arzusuna ket vurmanın, birçok muadili ortamlara geç kalmanın, seçtiği değil maruz kaldığı yolda yürümenin, bunun formlarında iş üretmenin bariz bir semptomu gibi durmaktadır.

Buradan hareketle şöyle bir sorun(un) “Bu şikâyetler neden bu kadar bol ve bereketli, üstelik hiç yerini bulmaz (mı)?”  neden deva bulmadığının da anlaşılacağını düşünüyorum. Bu sorunun cevabı bizim bu yazıdan murat ettiğimiz gayeyi daha belirgin ve açık kılacaktır. Şikâyetlerin ardı arkasının kesilmemesi daha geniş ve esaslı bir ifadeyle mezkûr ortamlardaki yoğun sevgisizlik, dargınlıkların yerini bulmamasını biraz irdelemek lazım. Şikâyete konu olan şeylerin yerini bulduğunu, birilerinin bu yakınan sese cevap olup ona uygun bir şekilde çözüm bulduğunu varsaysak bile şikâyetlerin kesilmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü dile getirilen eleştiri, bunun ardında sıralanan istekler, öznenin gerçek istekleri değildir. Özne, ya gerçek nedenleri başka yerlerde aramakta, ya kendinden dahi saklamakta hatta bazılarının farkında bile olmamaktadır üstelik Kürt siyasi hareketinin bileşenleri tarafından hiçbir surette hoş karşılanmayacağı için söylemeye cesaret etmemektedir. Edebiyat dışı sert politik bir ahlakla çevrili bir ortamda temel niyetin dile gelme şansının olabileceğine ihtimal vermemek mantıksız bir gerekçe olmasa gerek. Bu imkansızlığın varlığını elinden alan otoritenin değil; varlığını kendisine teslim ettiğini söyleyen otoriteden yani içerden geldiğini de unutmamak lazım. Öznenin gerçeği söyleme cesareti ve imkânı bulmamasının, bulmak istemeyişinin şikâyetin daimiliğinin ve bereketinin de kaynağıdır. Şikâyet burada gerçek şikâyeti saklayan, perdeleyen bir işlev görmektedir, bu yüzden ifşa gibi görünen ama tam da kapanan bir yapı söz konusudur. Kürt sanatçısının burada gerçek manada şikâyetini bile telaffuz edemediğini iddia ediyorum. Söze, dile gelmeden önce harıl harıl işleyen bir oto-sansür var.

Bu yazıda dile getirdiğim bütün iddia ve argümanların tümünü kapsayacak daha genel ve önemli bir soruna bağlandığını, ikinci bir yazıda bu sorunu ele alacağımı şimdiden ifadelendirmek isterim. Konunun önemi ve hassasiyeti bakımından irdelenmesine, açığa kavuşturulmasına yönelik içeriden daha çok yazılara ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Dilerim bu metin, böylesi yazılar üzerinden verimli tartışmalara kapı aralar.

*Bu netameli konuda yazım aşamasında benden eleştiri ve önerilerini esirgemeyip metnin birçok kusurunu kapatacak yorumlarda bulunan Nurdan Şarman, Fırat Aydınkaya, Mustafa Zengin, Apo Kıran, Mehmet Dicle ve yazıya halihazırdaki başlığı veren  Ramazan Kaya’ya  teşekkür ederim.

Dipnotlar

[1] Yazıda bahsettiğimiz durumların tümü olmasa da büyük bir çoğunluğunun Kürt olup Türkçe yazanlar kadar, sanat ve edebiyat dışında kalan sosyal bilimler ve akademik çevre için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

[2] Kürt sanat ve kültür cenahı üzerine içerden bir yazı yazma ihtiyacı nereden, niçin hâsıl oldu, buna gerek var mıydı, sorusunu kendime sorduğumda, sorunun kendisinin de bu cenahın müzmin şikâyet problemine içkin olduğunu fark ettim. Bu yazıda ileri sürdüğüm yahut öyle sandığım tüm görüşler, benim on iki yılı bulan edebiyat üretimimde gözlem ve deneyimlerime dayanmaktadır. Bu gözlemlerimin son otuz yılın bakiyesi ve verileri üzerine kurduğumu hassaten söylemek isterim.  Hali hazırda elimizde bu amaca özel yapılmış kayda değer herhangi bir istatiksel  bilgi ve bilimsel çalışma mevcut değil. Zaten konunun nazikliğine binaen böylesi bir çalışma somut verilerden çok düzenli ve biteviye bir şekilde dile getirilmekle bir söyleme ve oradan artık cisim bulmuş gözlemlere dayandırılabilir ancak. Bu durumda konunun sınırını ve çerçevesini belirleyen şeyin malumatımın, bakışımın ve algılayışımın sınırları olduğunu baştan kaydedelim.

[3] Bu kutsallık Kürtçedeki tam karşılığı Kar û keda  Pîroz etkisi gittikçe azalsa da Kürtçenin serencamına bakıldığında güçlü bir geçmişi olduğu görülecektir. .

[4] Bu yazıda ele alınmamakla beraber Kürt siyaseti, lider ve aydınları da Kürt Halkına karşı böylesi bir konumlanış ve benzeri formlarda siyaset üretiyorlar. Yazıda ele aldığım sanatçılara birçok açıdan benzerlik gösteren bu zümrenin şikâyet, suçlama ve halkı birtakım galiz sıfatlarla aşağılaması acilen ele alınması gereken bir konu olduğunu söylemeliyiz.

[5] Yazıda konunun psikanalisttik boyutuna -bu sahadaki yetersizliğimden ötürü- girmekten özenle kaçınsam da bazı yerlerde buna dikkat çekmek durumunda kaldım. İşin psikanalisttik boyutu, meseleyi tek başına tüm yönleriyle kapsamasa da açıklamaya çalıştığım zeminin önemli bir veçhesini oluşturduğu kanaatindeyim.

[6] Kestirme bir örnekten gidersek, ortalama beş bin kişinin Kürtçe okuyup yazmayla iştigal edildiği varsayılan Türkiye Kürtlerinde, bir kitabın bin adet satılmasının dahi Türkçedeki okur ve yazar ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda oldukça tatminkâr olduğu görülecektir. Okuyucu oranının%40’ı rahatlıkla bulduğu bu korelasyonda Kürtlerin ‘bizi okumuyorlar’ yahut ‘bizi ciddiye almıyorlar’ iddiasını çürütmeye yeterdir. Elbette bu sayı, küçük bir sayı; ama bu sayının bütün Kürt nüfusuyla mukayese ederek yapılamayacağını malum sebeplerden ötürü hatırda tutmak önemli olacaktır. Kürtlerden, yani dilini öğrenememiş bir ulustan bahsediyoruz; bu hesaplamaların tüm bu olumsuz şartları göz önünde bulundurularak yapılması gerektiği ortadadır.

[7] Bu metni yayınlanmadan önce okuyan ve Kürtçede oldukça başarılı eserler veren bir dostum, Kürt halkının sanatçısını sahiplenme konusunda benimle hemfikir olmadığını söyleyerek itiraz etti. İtirazını Ayşe Şan, Mihemed Şexo, Şakiro gibi örnekler üzerinden gerekçelendirdi. Adı geçen ve müzisyen olan bu kişilerin Kürt halkından yakındığını ve halkın kendilerine sahip çıkmadığını, hatta ölüme terk ettiğini aktardı. Arkadaşımın söyledikleri neredeyse herkesin malumu olan gerçeklerdi. Bizim burada konuya bakışımızın, Kürtlerin her ulus kadar meziyet ya da kabahat sahibi olduğunu, bizim kendimize dair kabahatlerimizi çok büyütüp sızlanma malzemesi yapma konusundaki yeteneğimize dikkat çekmek istediğimi söyledim. Yine bahsettiği isimlerin iade-i itibarı yapılmıştır. Sözgelimi bugün Şakiro ismi bir efsane gibi dillerde dolaşıp yediden yetmişe Kürt halkı tarafından dinlenilmektedir. Gözlemlerimizin çoğunun son otuz yılın bakiyesi üzerine yapıldığını tekrardan hatırlatmak isterim.

[8] Halkın sanatçısına karşı büyük teveccühü ve ferasetine karşılık; Kürt siyasi ve partilerin aynı oranda ayak uyduramadığını söylemeliyiz. Hatta halk nezdinde büyük değer gören birçok sanatçı Kürt parti ve siyasi hareketleri tarafından şiddetli bir mobinge maruz kaldığını, parti görüşleri dışına çıktıklarında parti adını kullanarak galiz saldırılara maruz kaldıklarını bu vesileyle belirtmiş olalım.

[9] Buradaki ölçü diye hâkim milletler, yani devleti olan halkları örnek vermemize karşı olabilecek bazı gerekçeler sıralanabilir kuşkusuz. Bu bağlamda Kürtlerle benzer şartlara sahip mahkûm milletlerin davranışı değil, hâkim devletlerin davranış kalıplarının refere edilmesi gerektiği söylenebilir; ama şikâyetin dolayımcısı muktedir halklar olduğu için bir kıyaslama aracı olarak bu örnek seçilmiştir.

[10] Kürt edebiyat çevresinin bu teveccühüne karşılık Kürt yayınevlerinin çevirmenlerin telif ve hakları konusunda sınavdan kaldığını söyleyebiliriz.

[11] Yazının burasına konu görseli niyetine sanatsal bir etkinlik sonrasında bir restoranda oturan yaklaşık on Kürt sanatçı ve aydının çekindiği bir fotoğrafı yerleştirmek isterdim. Yüzlerindeki derin mutsuzluk, büyük keyifsizlik ve sevgisizliğin fotoğraf çerçevesinin dışına taştığı bu görseli elbette içerden biri olarak daha net ve açık görebiliyordum. Ama hepimizin ortak sıkıntısı olan bir meseleye biraz açıklık getirebilmek daha nitelikli bir sanat iklimine kavuşabilmek niyetiyle yazdığım bu yazının birtakım boş ve kötü niyetli polemiklere kurban gitmemesi adına mezkûr fotoğrafı kullanmak istemiyorum. Yine yazıda dikkat çektiğimiz argümanlara kuvvet kazandıracak söylem ve tavır sahibi isimlerin hiçbirine aynı sebepten dolayı yer vermedim.  

[12] Belki bu yargının kapsamını daha da gerilere götürebiliriz zira en temel ve kadim yazılı eserlerimizden biri olan Ehmedî Xanî’nin kaleme aldığı Mem û Zîn eserinin sebeb-i telif bölümü tam da Kürtçe ve “Kürtlük”ün korunması gerektiği, sanat meydanına çıkarılmasının tazyiki üzerine kurulmuş olduğunu ve açık bir şekilde bu ihtiyaca binaen yazıldığı görülmelidir: konuya bahis dizelerinin bir kısmını buraya bırakmak isterim: “Hanî kemalsizliğin kemale ermesinden dolayı, Kelam meydanını boş buldu./Ta ki el âlem demesin ki Kürtler,Bilgisizdir, köksüzdür, temelsizdirler./ Çeşitli milletler kitap sahibidirler, Sadece Kürtler nasipsizdirler./ Nazar ehli demesin ki “Kürtler, Aşkı amaç edinmemiştir./“Bu meyve taze olmasa bile, Kürtçedir, bu kadarı yeter.” Bu edebiyat dışı saiklere  rağmen estetik ve sanatsal niteliği akamete uğramamış, güçlü ve büyük bir eser olmayı başarmıştır.

[13] Kürt yazarı yakın zamana kadar eserlerinde birtakım argo kelimelere ya da küfre yer verdiğinde bile Kürtçe gibi dava güden bir dilin (kutsal bir davanın hem nedeni hem taşıyıcısı olarak Kürtçenin böyle bir halesi oluşmuş ve uzun süre bu pencereden yorumlanmıştır) Kürtçenin böyle kirletilmesinden şikâyet edilirdi. Bu tür yargıların çoğuyla bizzat kendim muhatap olmuşumdur.

KAYNAK: KÜRD ARAŞTIRMALARI

Kurdistan Haberleri

Üçüncü Dünya Savaşı - Arzu Yılmaz*
Eğer Danielle Mitterrand bugün burada olsaydı
Myles Caggins: Kürdistan petrolünün yeniden ihracatı için birçok adım atıldı
Dersim ve Ovacık belediyelerine kayyum atandı
Mesud Barzani: Her türlü barış girişimine destek veriyoruz