Rawest Araştırma Müdürü Roj Girasun, “Diyarbakır’ın İnsan Hakları Algısı” araştırmasının sonuçlarını Medyascope'a yazdı: "90’lardan günümüze üstü örtülen, görmezlikten gelinen, iç hukuk yolları kapatılan, ağır insan hakları ihlallerinde mağdurlarının kapısını çaldığı barolar ile içeride çaresiz kaldıkça dışarıda yolları aşındırılan Avrupa kurumları bu güveni sebepsiz kazanmadı."
Türkiye’de, bir kesim tarafından zaman zaman nostaljik güzellemelerle anılan doksanlar, Kürtler için
adaletsizliğin, faili meçhullerin, ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir dönem olarak hafızalara kazındı.
O hafızanın en acı olaylarından biri 1994 yılının mart ayında yaşandı.
1994’ün mart ayında askeri operasyonların en yoğun olduğu dönemde Şırnak’ın Cudi Dağı eteklerindeki Uludere’ye bağlı Kuşkonar ve Koçağılı köyleri tanık ifadelerine göre iki uçak ve bir helikopter tarafından bombalandı.
Saat 11.00’de başlayan bombardıman bittiğinde yüzlerce kişinin yaşadığı köyde 38 kişi hayatını kaybetmişti. Koçağılı Köyü’nde yaşamını yitirenlerin sayısı 13, Kuşkonar Köyü’nde ise bu sayı 25 idi. Köylüler yakınlarını topluca defnettikten sonra bir daha köylerine dönemedi.
Hükümet olayla ilgili tanıdık açıklamalar yaptı ve saldırıyı PKK’nin gerçekleştirdiğini iddia etti.
Ama örtbas edilemeyecek kadar büyük olan olay hadise Meclis’e taşındı.
Dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe, “Eylem hazırlığı içindeki bin kişilik terörist grupla ilgili ihbar üzerine Stoker Tepe ile Kuşkonar Köyü’nün kuzeyindeki kayalıklara hava harekâtı düzenlenmiştir” dedi.
Genelkurmay ise “o gün bölgede uçmadık” diyerek köyün bombalandığını yalanladı.
Hava Kuvvetleri de soruşturmayı yürüten savcılığa aynı yönde evrak gönderdi.
Tanık ifadelerinde yer alan uçakların izi yıllarca sır olarak kaldı.
Ta ki olayın mağdurlarından birinin, hakkında açılan bir başka dava dosyası sebebiyle hemşehrisi olan Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’ye başvurmasına kadar.
Müvekkiliyle görüşürken Türkiye tarihinin en önemli hak ihlallerinden biriyle karşı karşıya olduğunu fark eden Elçi, hemen savcılığa ilk suç duyurusunda bulundu, tanıklıkları belgeledi, dosyayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıyarak, oradan ihlal kararı aldırdı.
Tabii AİHM’in verdiği bu ihlal kararının öncesinde, yurt içinde seyreden süreç epeyce meşakkatliydi.
Genelkurmay’ın böyle bir olayın gerçekleşmediğine dair beyanları ve bölgede o gün bir uçuş gerçekleşmediğine dönük savunmasına karşın karar duruşmasından birkaç ay öncesinde davanın avukatı Tahir Elçi, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne başvurup, o tarihte (26 Mart 1994) TSK’ya ait uçakların o bölgede uçuş yapıp yapmadığının bilgisine ulaşmak istedi.
Bu talebe karşılık Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden gelen bir sayfalık bir uçuş çizelgesi köylülerin iddialarını kanıtladı.
Gelen çizelgeyle hangi tarihte, hangi saatte, hangi uçakların, hangi üsten kalktıkları, hangi koordinatlara,
hangi saatte yüklerini (bomba) boşalttıkları, ne kadar yük boşalttıklarına dair onlarca detay ortaya çıktı.
Ama dosyanın gönderildiği askeri savcılık uçakların köylüleri bombaladığına dair kanıt olmadığını, olayın da zamanaşımına uğradığını belirterek, dosyayı takipsizlikle kapattı.
Tahir Elçi, olayda yaralanan 41 köylü adına 2006’da AİHM’e başvuru yaptı, soruşturmanın etkisiz biçimde yürütüldüğünü bildirdi. Hükümet ise “olayın üzerinden 20 yıl geçtikten bir karar verilmesinin adil olmadığını” söyleyerek kendini savundu.
AİHM ise dosyayı esastan incelemeye karar verdi.
Günün sonunda AİHM, köylülerin cenazelerini komşu köylere defnetmeleri, hiçbir yardım almamaları, köylerini terk etmek zorunda kalmaları, evlerinin nedensiz tahrip edilmesi gibi olguların da insan haysiyetiyle bağdaşmayan muamele sayılacak asgari eşiğe ulaştığı sonucuna vardı. Hem sorumluların cezalandırılmasını istedi hem de yakınlarını kaybedenlere 20 bin euro ila 135 bin euro arasında değişen oranlarda tazminat ödenmesine hükmetti.
Elçi, bu karar üzerine konuyu bu kez yurt içindeki sorumluların yargılanması ve tazminat ödenmesi için Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı.
Tahir Elçi’nin ölümü sonrasında Elçi yerine avukat Neşet Girasun aynı davayı takip etti ve mahkeme 26 yıl sonra dosyayı karara bağladı. AYM’nin kararında, “Olay tarihinden bu yana geçen zamanla birlikte delilerin kaybolması, yaşananların hatırlanmasının güçleşmesi, askeri makamlarca arşiv kayıtlarının belli bir zaman sonra imha edilmesi gibi nedenlerle delil toplamak zorlaştığından adli makamlarca bu aşamadan sonra olayda sorumluluğu olabilecek kişilerin tespiti mümkün olmamıştır” denmesine rağmen zamanaşımı nedeniyle ihlalin sonuçları giderilemeyecek olduğu için başvuruculara gördükleri zarara göre 30 bin ila 40 bin lira arasında değişen oranlarda tazminat ödenmesi gerektiğine karar verildi.
Böylelikle daha önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Türkiye’yi 2 milyon 310 bin euro gibi rekor tazminata mahkûm ettiği) Şırnak’ın Koçağıllı ve Kuşkonar köylerinin savaş uçakları tarafından bombalanması davası ile ilgili bir karar da AYM’den gelmiş oldu ama bu geç ve eksik gelen adaletin ancak AİHM’de tecelli edebildiği hakikati de daha açıktan görünmüş oldu.
Geçtiğimiz aylarda Rawest Araştırma’nın Tahir Elçi’nin öldürüldüğü sırada başkanlığını yaptığı Diyarbakır Barosu için yaptığı, “Diyarbakır’ın İnsan Hakları Algısı” araştırması bu acı hikayelerin bölgede nasıl izler bıraktığını ortaya koyuyor.
Katılımcılar devletin dün de bugün de insan haklarına gereken önemi vermediği, insan haklarını koruma hassasiyetine sahip olmadığını düşünüyorlar.
Dolayısıyla insanlar 90’ların korkusundan tamamıyla kurtulabilmiş değiller.
Dikkat çeken en önemli bulgulardan biri de kurumlara duyulan güvenle ilgili… Diyarbakırlı katılımcıların en az güven duyduğu kurumların başında mahkemeler, Cumhurbaşkanı, Meclis/TBMM gelirken, en çok güven duyduğu kurumlar ise sivil toplum kuruluşları, barolar, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği olarak sıralandı.
90’lardan günümüze üstü örtülen, görmezlikten gelinen, iç hukuk yolları kapatılan, ağır insan hakları ihlallerinde mağdurlarının kapısını çaldığı barolar ile içeride çaresiz kaldıkça dışarıda yolları aşındırılan Avrupa kurumları bu güveni sebepsiz kazanmadı.
Kendi vatandaşlarının güvenini kaybetmiş bir devletin, üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken bir sonuç bu.