Söyleşilerim her zaman röportajı yaptığım kişiyle ilgilidir; elbette genel konular ve gündem hakkındaki fikirlerini sorarım ama odak noktam insanın kendisidir. Amacım da sohbet ettiğim insanı ve düşüncelerini -kısa bir süre içinde de olsa- mümkün olduğunca tanımak ve tanıtmaya çalışmaktır. Bu yüzden uzaktan yapılan söyleşileri sevmiyorum, hem soruyu sorduğum andaki ifadeyi göremeyeceğim hem de ara sıcak soruları kaçıracağım için… Ayrıca karşılıklı yapılan söyleşilerdeki sohbet tadı, maalesef sadece soru cevap içeren yazılı söyleşilerde olmuyor ama en azından bilgi verebiliyor. Bu haftaki konuğum tarihsel TKP’nin 99’uncu kuruluş yıldönümü sebebiyle iletişim kurduğumuz TKP'nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı; partisine yönelik yasaklama ve baskılar sebebiyle uzun yıllar yurtdışında faaliyet göstermek zorunda kalan TKP’nin, ülke içinde yasal ve örgütsel bir yapıya kavuşabilmesi için mesai harcayan önemli isimlerden… Aynı zamanda son 20 yıldaki tutumundan, yazılarından ve söylemlerinden dolayı en çok eleştiriye de maruz kalanlardan… Dolayısıyla tarafsız olmak adına, derinlemesine hakim olmadığım bu konuda danışabileceğim bir çok akademisyen, tarihçi ve gazeteciden görüş aldım.
Nabi Yağcı nam-ı diğer Haydar Kutlu, Türkiye siyaset tarihinde -Mustafa Kemal’in emriyle kurulan resmi Türkiye Komünist Fırkası hariç - ilk kez TKP ve TİP’in birleşmesi ile kurulan Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni (TBKP) resmi devlet evraklarına tüzel kişi olarak kaydettirerek, nihayet yasala çıkan komünist hareketin önemli bir tanığı olarak “Elele Özgürlüğe” isminde bir kitap yazdı. Bu kitapta, belki de benim gibi TKP’nin kuruluş veya dağılma dönemine yetişememiş olan nesillere, bir mücadele insanı olarak şahit olduklarını aktarıyor. Kimileri için kitap, tarihsel TKP tarihi açısından önemli bir kaynak olarak görülüyor, konuştuğum bazı değerli akademisyen ve gazeteciler ise bu kitabı Yağcı’nın TKP sonrası dönemdeki duruşunu muhasebe dışı tutarak şahsi tarihini aklama çabası olarak görüyor ve bu döneme dair bir muhasebenin de yapılmasının şart olduğunu söylüyor.
TKP’nin son temsilcilerinden biri olarak kendisine, TKP’nin neden kurulduğu ya da dağıldığı, partinin kuruluş tarihinin ona göre hangisi olduğuna dair ya da ilerici gençlik hareketinin neden günümüze gelemediği konusunda sorular elbette sorulabilirdi ancak ben birey olarak kendisiyle daha çok ilgilendiğim için, -cevap hakkı da tanıyabilmek adına- onun en çok eleştirildiği konularda soru sormayı seçtim. Lakin bazı soruları, Sayın Yağcı’ya göre maddi hatalar içerdiği gerekçesiyle, cevap vermeyi uygun bulmadığı için çıkarmak durumunda kaldım, yine de gönderdiğim soruların çoğu hoşuna gitmese de nezaket içerisinde beni kırmamak adına yanıtladı. Kendisi sorduğum sorularla ilgili söyleşi öncesi birkaç yorum eklemek istedi, dolayısıyla söyleşiye başlamadan evvel kendisinin sorularım hakkındaki yorumlarını okuyacaksınız. Ayrıca bir gazeteci olarak yargı mercii olmaktan ziyade aracı konumunda bulunduğum için, değerlendirmeyi okuyuculara bırakıyorum.
“‘KARARLI BİR KOMÜNİSTMİŞSİNİZ’ SÖZÜNÜZDEN BUGÜN OLMADIĞIM İMASI ÇIKARILABİLİR, O NEDENLE SORUNUZDAKİ BU İFADEYİ DÜZELTMEM GEREK”
Önce sorularınızın tümü üzerine birkaç şey söylemek gerek. Bizim toplumumuzun belleği tarihsel derinlikten kopuk günü birlik bellektir, hep söylerim biz uzun bir bugün yaşıyoruz, geçmiş yok, geçmiş yoksa gelecek de yok. Gelecek adına sonsuz beklentiler var ve asla gerçekleşmeyen. Kuşkusuz özellikle günümüz genç tarihçileri, araştırmacıları çok önemli çabalar harcıyorlar. Ancak onların geçmişe dair bulguları toplumsal belleği henüz derin biçimde etkilemekten uzak. O nedenle de tarih boyu çözülmemiş sorunları sanki bugün önümüze çıkmış gibi tartışıyoruz. İşte Kürt sorunu, Ermeni sorunu, laiklik, İslam gibi temel sorunlar. Bu sorunların bağlandığı temel bir sorun var ki üzerinde en az durulan konudur, özellikle solun birkaç istisna dışında üzerinde durmadığı. Bu sorun devlet sorunudur. Durulmuyor çünkü doğu sorunu diye solun başlı başına bir konsepti yok. Olsaydı bizde devletin batıdan çok farklı olduğunu görür ona göre düzen karşıtı bir siyaset üretebilirdi.k Özellikle demokrasi konusunda, zira devlet ve demokrasi bir madalyonun iki yüzü gibidir. Oysa bizdeki solun aklı devlet ve devrime takılı kalmış. Kapitalizme karşıyız, sosyalizm istiyoruz, devrimciyiz demekle olmuyor bu işler. Kısacası fikir tembeliyiz. Birileri özgür düşünceyle farklı fikirler ileri sürdüğünde ise rahatsız oluyor, kirpi gibi dikenlerimizi çıkarıyor, saldırıyoruz ona. Bunları şu nedenle en başta söylemek gereğini duydum; önemli zamanınızı benimle röportaj için ayırmışsınız, çok teşekkür ederim. 1960’lı yıllardan buyana siyasi mücadele içinde oldum ki bu yıllar Türkiye tarihinin en çalkantılı yıllarıydı. Kaç askeri darbe, kaç seçim, kaç siyasi lider, kaç toplumsal mücadele gördüm ve çoğunun da içinde fiilen bulundum. Fakat benim bu siyasi tarih içinde karakteristik yerim o tarih itibariyle 70 yıldır yasak olan komünist partisini yoldaşlarımla birlikte yasala çıkarmış olmaktır. Komünist partisinin yasallık kazanması yalnızca kurumsal bir olay değil Türkiye’nin hukuksal düzeninden kamusal bilince kadar pek çok şeyin değişmesi anlamına gelir. Bütün bu değişimin tarihçilerce, sosyologlarca, siyaset bilimcilerince derine inen araştırmaların konusu olmak gerekirken ne yazık ki bu yakın tarih bile incelenmiyor. Örneğin bana 22 soru sormuşsunuz ama içinde bu konu öne çıkarılarak sorulmuş bir soru yok. Yani Cumhuriyet tarihi boyunca cehennem zebanisi gibi görülen komünistler, komünist fikirler nasıl oldu da gün ışığına çıkabildi sorusu. Yanlış anlamayın sizi eleştirmek için söylemiyorum, dediğim gibi geçmişe karşı meraksızlık, tarih bilincimizin geriliği genel toplumsal bir zafiyetimizdir. Zorunlu gördüğüm bu değinmeden sonra sorularınızın yanıtına geçebiliriz.
Geçmişle başlayalım; Tokat Niksar’lısınız, bize biraz oralardan bahseder misiniz? Bir çocuk için oralarda büyümek nasıl bir şeydi? Ben Tokat merkeze gittiğimde Gıjgıj tepesine çıkmış ve çok sevmiştim.
Tokat yeşil Tokat adıyla ünlüdür ama şimdi maalesef o Tokat yok. Çocukluğumda etrafta geniş üzüm bağları vardı, yazın faytonlarla gidilirdi. Tokat'ın üzümü ve şarabı da ünlüdür. Fakat o bağ ve bahçelerin yerini şimdi beton binalar almış durumda. Benim çocukluğumun geçtiği ev de öyle, yeşillikler içine gömülü bir evdi. Osmanlı döneminden kalma ahşap konak. Gazi Osman Paşa’nın konağı olduğu söylenir. Çocukluğumda artık bu konağın eski sakinleri yoktu. Zaten artık ev bizim de değildi, babam ağabeyimi okutabilmek için kendi hissesini satmıştı. Babam küçük bir memurdu ve orada ikimiz vardık yalnızca. O nedenle üzerimde bir aile baskısı duymadım, çevreden sosyal bir baskı da duymadım. Ben özgürlük duygumu çocukluğumda kazandığımı söyleyebilirim. Bağ bahçe içinde, ağaçların tepesinde, yalın ayak, başı kabak büyüdüm. Kendi göbeğimi hep kendim kestim çünkü çocuk olarak naz yapacağım kimse yoktu. Bu ise özgüven kazandırdı bana. Yıllar sonra yurt dışından Türkiye’ye döndüğümde o evin halini görünce ağlamıştım. Dağa kadar uzanan muazzam bahçenin tam orta göbeğinden, eskiden derenin geçtiği yerde asfalt yol geçiyordu, etrafta çirkin beton binalar... Bizim ev ise çökmüştü. Sonraları ciddi restorasyon çabaları oldu, Tokat’ın tarihsel değerdeki evlerinin bir kısmı yok olmaktan kurtarıldı ama bizim ev o şansa sahip olmamıştı. Tokat bilindiği gibi Osmanlı-Selçuklu döneminin önemli bir kentidir, dolayısıyla hem mimari olarak hem el sanatları olarak önemli bir tarihsel mirasa sahiptir. Tokat’tan söz açılınca ve özellikle tarihinden, Ermenilerden söz etmemek olmaz. Geçmişte ciddi bir Ermeni nüfusunun olduğu Tokat’ta bugün tek bir Ermeni mezarlığı bile yoktur. Ne olmuştu onlara? Bunu herkes sormalı.
“DAL DENİLEN YANİ ‘DERİN ARAŞTIRMA LABORATUVARI’ DİYE ÇOK İRONİK BİR ADI OLAN BİR İŞKENCEHANEDE İŞKENCELER GÖRDÜM”
Sizi sosyalizmle, komünizmle tanıştıran kim/ne? Özel olarak TKP’ye yönelişiniz nasıl gelişti?
Özel bir kimse yok. 1960’lı yılların siyasi ortamı içinde büyüdüm. Ağabeyim Isparta’da ziraat mühendisi olarak memurluk yapıyordu ben de onun yanındaydım. Lisede okuyordum. Nurculuk Isparta’da çok baskındı. Okulda öğretmenlerimizin pek çoğu Nurcuydu. Ağabeyim ilerici bir insandı, o tarihlerde Isparta gibi bir yere YÖN Dergisi geliyordu ve o da alıyordu. Bu dergiyi okumaya başladım, solculuğum öyle başladı. Buna henüz solculuk da denemez, o tarihlerde kavga ilerciler ile gericiler etiketlenmesi arasında gidiyordu. Ben ilericiler safındaydım. Hatta yerel bir gazetede gizli isimle yazılar yazmıştım lise sırasında. Çetin Altan, İlhan Selçuk ile gözümüz açılmıştı. Sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdim, girer girmez de öğrenci hareketlerine katıldım. Fikir Kulüpleri Federasyon İstanbul sekreterliği içinde oldum (FKF). FKF 1960 sonrası birinci Türkiye İşçi Partisi (TİP)'nin gençlik örgütü gibiydi. 1968 gençlik direnişinin içinde aktif olarak yer aldım, üniversite işgalinin güvenlik komitesi içindeydim. Aynı sıralarda TİP’e üye oldum, 1964 yılında. TİP’ten sonra ise, 1974’te TKP’ye,Türkiye Komünist Partisi’ne katıldım. Bu süreç yani 60’lı yıllar, 70’li yıllar iki satırda anlatılabilecek şeyler değil, koskoca bir tarihi anlatmak gerek. Ben “Elele Özgürlüğe” kitabımda bu sürece değiniyorum, o nedenle kitabıma atıf yaparak bu sorunuzu geçeceğim. Fakat geçmezden önce kendimi sizin yerinize koyarak şu soruyu sorardım; Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 15 milletvekiliyle girmiş, köylere kadar sosyalizm fikirlerine öyle ya da böyle taşımış ilk ve son yasal sosyalist bir parti olan TİP nasıl ve neden yok oldu? 1960 sonrası kitlesel bir güç haline gelmiş olan ilerici-devrimci gençliğe ne oldu? Kitabımda en azından satırbaşı olarak bu sorulara yanıt aradım. Kestirmeden yanıtım şudur: TİP’ten sonra solun bütün kesimi -TKP de içinde- Türkiye gerçeklerinden kopuk doktriner bir sosyalizm/komünizm fikrine saplanmıştır. Halen de solun bu hastalıktan kurtulamadığı kanaatindeyim.
TKP’ye girdiğinizde “Haydar Kutlu” ismini seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Bu ismi ben seçmedim, gizli bir parti olduğu için TKP, parti üyeleri geçek isimleri ile çalışamazlardı, onlara parti yönetimi tarafından bir parti adı verilirdi, bana da Haydar Kutlu adı verilmişti. Bu adı benden önce TKP Genel Sekreteri olan İ. Bilen koymuştu.
Uzun yıllar sonra sürgünde kaldınız. Ülkeden bu kadar uzak kaldıktan sonra, yıllar sonra Esenboğa'ya indiğinizde ne hissettiniz?
Özgür olduğumu… Çünkü artık yasal dünyaya kendi kararıyla ayak basan bir komünisttim, yasal parti olma hakkını bize vermeyecek olsalardı bile, ben yasala çıkmış bir komünist olarak yargılanacaktım. Ülkemize kendi isteğiyle dönmüş insanlar olarak varolacaktık. Bu sonuç kendi irademizle kazanmış olduğumuz özgürlüktü. Daha henüz dönüş yolunda uçaktayken bu özgürlük duygusuydu içime dolduran ve aynı zamanda buna güç veren...
Ankara Emniyeti Terörle mücadele Şubesi'ndeki gözaltı sürecinde neler yaşadınız? Sizi orada en çok zorlayan neydi?
Kitabımda bu süreci bütün ayrıntılarıyla anlatıyorum, bu süreci anlatmada çok yetersiz olacak birkaç şey söyleyebilirim ancak. Orası adına DAL denilen yani Derin Araştırma Laboratuvarı diye çok ironik bir adı olan bir işkencehaneydi. Pek çok solcunun geçtiği yer. İşkencehanenin nasıl bir yer olduğunu sanırım anlatmama gerek yok. Nihat Sargın da ben de işkence görmüştük. Orada beni zorlayan bir şey olmadı çünkü yasal bir komünist partisini kurmak üzere gelmiştim, dolayısıyla gizleyeceğim bir şey yoktu, aksine zorlananlar beni sorgulayanlar oldu. Avrupa kamuoyu, Türkiye demokratik kamuoyu bizi destekliyordu, herkes hükümete yasal olmak için gelenlere ‘bu şiddet niye’ diye soruyordu. Derin devlet kuşkuluydu, hükümet içinde gizli bir ilişkimiz olduğunu sanıyorlardı. Adnan Kahveci gibi; -oysa yoktu böyle bir şey- olmuş olsaydı bu partimizin başarısı sayılırdı. Üstelik bir ordu gelmemişti ülkeye gelen yalnızca iki kişiydi. Bu durum gerçekten de devleti zora sokmuştu. Yargılanmamız boyunca da çok zorlandılar ve sonunda kazanan biz olduk. Biz Türkiye’ye dönme kararımızı açıkladığımızda soldan bazıları hükümetle anlaştığımızı söylediler, oysa böyle bir şey de yoktu. Aksine daha yola çıktığımızda Cumhurbaşkanı da Başbakan da bizi ‘terörist’ olarak kamuoyuna tanıtmışlardı, açıkça gelmeyin diyorlardı. Poliste gördüğümüz muamele, 2,5 yıl süren tutukluluğumuz ve yargılanma sürecimizden sonra artık anlaştılar diyen kalmamıştı.
Behice Boran’ı biraz da sizin ağzınızdan dinlesek; Nasıl bir insandı? Aranız nasıldı? Birlikteyken neler tartışırdınız mesela?
Bence burada sorulması gereken Behice Boran’dan önce Nihat Sargın’dır. Onca yaşına rağmen yasal bir komünist partisi için Türkiye’ye dönme yürekliliğini göstermiş olan bir devrimci Nihat Sargın… Ne yazık ki eski TİP cenahı içinde bile Sargın’ın hakkının verilmediğini düşünüyorum. Tıpkı ilk TİP’in kurucularından olan Mehmet Ali Aybar’ın hakkının verilmediği gibi... Behice Boran’a gelince, hiç kuşkusuz Boran hem bir fikir insanı hem bir sosyalist önder hem de bir kadın olarak verdiği mücadele emsalsizdir. Bunları üç cümle ile anlatmam olanaksız. Boran ile doğrudan kişisel ilişkime gelirsek, elbette TİP içindeyken tanıyordum onu. Fakat daha özel yakın ilişkimiz TİP ve TKP birlik sürecinde gelişti. İkimiz de bu birleşmenin hem doğru hem de zorunlu olduğuna inanıyorduk. Her ikimiz de bu konuda birbirimizin samimiyetinden kuşku duymuyorduk. Bu güvenin, bu birliğin başarıyla sonuçlanmasında belirleyici olduğunu söyleyebilirim. Kişisel ilişkimize gelince bunu politik göçmenliğin acısını yaşayan bir ana oğul ilişkisi olarak özetleyebilirim. TİP ve TKP birleşerek TBKP’ni (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) kurduğumuzu kamuoyuna açıkladıktan üç gün sonra Behice Boran’ı kaybettik, bir kalp krizi geçirmişti. Boran’ın ölümü bizim ülkeye dönüşümüzü tetiklemiştir. Onun için TBMM önünde resmi cenaze töreni yapılmıştı. Onun şu sözünü hatırladıkça içimi acıtır: “Başıma çok şeyin geleceğini biliyordum ama bu yaşımda politik göçmen olacağım hiç aklıma gelmemişti.” Boran ile TİP TKP birliği üstüne yaptığımız toplantılarda tartışmışızdır ki bu tartışmalar adı üstünde birlik konusu üstünedir.
“OSMANLI DEVLETİNİN SÜNNİ İSLAM’I DEVLET RESMİ DİNİ OLARAK KABUL ETMESİNDEN SONRA ALEVİLİK BASKI ALTINA ALINMIŞ, YOK EDİLMEK İSTENMİŞTİR”
Yaşamınızın önemli bir kesiminde kararlı bir komünistmişsiniz. İllegal mücadele, sürgün, hapis, açlık grevleri vs… TBKP’nin kapatılması sonrasında köklü bir dönüşüm sürecine girdiniz. Tasavvuf da var bu dönüşümün etkisinde… Bu dönüşümü nasıl açıklıyorsunuz?
“Kararlı bir komünistmişsiniz” sözünüzden bugün olmadığım iması çıkarılabilir, o nedenle sorunuzdaki bu ifadeyi düzeltmem gerek. Bugün de kararlı bir komünistim. Fakat elbette yirmili, kırklı yaşlarımda olduğu gibi genç değilim, şimdi ağırlıkla düşünsel çaba harcıyorum. Dünkü mücadelemden, mücadelemizden deneyimlere dayalı teorik sonuçlar çıkarmaya uğraşıyorum. Artık gençlik dönemimin ezberlerine kendimi bağlı hissetmiyorum. Kendimi Marksizm içindeki “Eleştirel Marksistler” safında görüyorum. Bu akım daha 1940’larda başlayan ve Frankfurt Okulu adıyla ünlenen akımdır ki bugün de eleştirel Marksitler çizgisi varlığını sürdürmekte… Sorunuzdaki tasavvuf düşüncesine gelince, bu düşünce beni dönüştürmüş değil, ben dönüştüğüm için bu fikirsel akımı keşfettim ve elbette tasavvuftan pek çok şey alıp düşünce birikimime kattım. Tasavvuf düşüncesi hem bir inanç hem de bir kültürdür. Anadolu’da halkların içinde gelişmiş bir düşünce ve yaşam tarzıdır. Tasavvuf temelinde Alevi-Bektaşi düşünce, inanç ve yaşam tarzı olan bir senkretizmdir. Yani Anadolu’nun çok etnisiteli, çok dinli ve çok farklı kültürlü yapısı içinde ortaya çıkmış, ötekine hoşgörüyle bakan, diğerini ötekileştirmeyen, ‘hem o hem o’ diyebilen bir aydınlanma akımıdır. Batı aydınlanmasını önceler. Ama ne yazık ki Osmanlı devletinin Sünni İslam’ı devlet resmi dini olarak kabul etmesinden sonra bu düşünce tarzı baskı altına alınmış, yok edilmek istenmiştir. Bugün de Aleviler üstündeki baskılar bilindiği üzere sürüp gitmekte… Bir fikir vermek için tasavvufi akımlar içinde olan Mutezile akımın bir düsturunu aktırmakla bu konuyu noktalayayım. Şöyle demişlerdir; “Biz Allah’ı aramak için yola çıktık, insanı bulduk.”
Sosyalizme, komünizme hala inanıyor musunuz? Fukuyama “sosyalizm dönecek ama eski SSCB sistemi olursa gene çökmeye mahkumlar” mealinde bir şeyler demişti.
İnanmakla sosyalizm, komünizm gelecek olsaydı kestirmeden inanıyorum derdim. Oysa Marksizm’in özü olan tarihsel materyalizm metodolojisiyle bakmak gerek. Yani olayların tarihsel gelişimi içinde sosyal mücadelelerin mantığına... Bazıları sosyalizmin, komünizmin geleceğini proletaryanın bugün bir sınıf olarak misyonuna bağlı görüyor ve eğer böyle bir sınıf bugün bu misyona artık sahip değilse, böyle bir gelecek yani sosyalizm bitmiştir diyor; bazıları da sosyalizm bitmemiştir demek için böyle bir sınıf misyonunun halen varlığını ileri sürüyor, somut durumun somut tahlilini yapamıyor ve sınıfsal değişimi görmüyorlar. Bana göre bir sınıfa bu proletarya da olsa bir sınıfa böylesi bir misyon yüklemek dün de yanlıştı, bugün ise tümüyle geçersizdir. Ya da Marx’ın, Engels’in görüşlerinin bugün de geçerli olup olmadığıyla bağlı olarak sosyalizmin geleceği tartışılıyor. Bana göre bu yaklaşımlar yanlış olduğu kadar tarihsel materyalist metodolojiye terstir. Bilindiği gibi sosyalizm düşüncesi ilkin ütopyacı sosyalistler tarafından dile getirilmişti, kapitalizmin ilk eleştirisini yapanlar da onlardı. Sınıfların varlığı, sınıf mücadelesi de Marx’ın keşfettiği bir şey değildir. Marx bütün bu kapitalizm eleştirmenlerinin fikirsel ve pratik mirasını kendi düşüncesine katıp kapitalizmin bilimsel yani toplumbilim temelinde karakterini, eğilim anlamında yasallıklarını ortaya koymuştur ki bu koyuş halen bazı noktalarda revize edilmesi gerekse de varlığını korumakta… Her halde bu konuyu enine boyuna burada ele almam mümkün değildir. Ancak bugünü, sosyalizmin geleceğini ilgilendiriyor olması açısından bana göre çok önemli olan bir noktaya değinmekle yetineceğim. Bu Marx’ın dehasını ortaya koyan “Yabancılaşma” teorisidir. Kapitalist özel mülkiyet temelinde yükselen sanayi devrimiyle birlikte aynı zamanda yabancılaşma dediğimiz olgu da eş zamanlı olarak doğdu. Kapitalizm doğduğu andan itibaren derin bir eşitsizlik ve sömürü yarattı. Bugün günümüzde bunun azaldığını söylemek hiç mümkün değil. Yalnız buradan bakarak sosyalizm mutlaka gelecektir denebilir ama ben öyle demiyorum çünkü kapitalizm sömürdüğü, ezdiği yoksul sınıflar üstünde o sınıfların aynı zamanda kendi varlıklarına, emeklerine ve hatta doğaya yabancılaştıran bir negatif ideoloji yaratmıştır ve yaratıyor. Siz pazara bir meta üretirken veya pazardan bir meta satın alırken kapitalizmin yabancılaştırma ideolojisini de farkına varmadan üretir veya satın alırsınız. Yani kendi bindiğiniz dalı kesersiniz. Bu günümüzün tüketim kültürü demektir. Günümüzün ekolojik felaketlere gebe olduğu artık sokaktaki insanın bile gördüğü çıplak gerçektir. İster işçiler olsun ister burjuvalar hep birlikte aynı felakete doğru koşuyor. Daha çok lüks tüketim eşittir daha çok ekolojik felaket… Yabancılaşma bu işte. Dolayısıyla kapitalizmin dünde bugünde yarattığı eşitsizlik ve adaletsizliğe bakarak sosyalizm mutlaka gelecek demek dünkü yanılgı olur. Sosyalizm gelmeye debilir, felaketler gelebilir. Fakat bu felaketlerden sosyalizm olmaksızın kurtuluş yoktur demek bana göre gerçekçi bir saptama olur. Bunun için kapitalizmin yarattığı modernist uygarlığın eleştirisi şarttır. Doğayla uyum içinde olmak, her şey insan için dememek, daha mütevazi bir yaşam seçmek. Bu ise hemen bugünden yarına olacak bir şey gibi görünmüyor bana. Bu noktada Tasavvufi yaşam kültürünü tekraren hatırlatmak isterim.
Yapay zekanın her geçen gün insan işgücünün yerini alması sonucunda 10 ila 20 yıl içerisinde insan emeğinin %80'ininin yerini alması öngörülüyor. Dolayısıyla yakın gelecekte işçi-emekçi sınıfı diye bir şey kalmayacak. Bu durumda emek-sermaye çelişkisi ortadan kalkacak. Kapitalizm ve sosyalizm bu geleceğe hazır mı?
Bu yapay zeka meselesi kuşkusuz ki ciddi teknik ve bilimsel bilgiye sahip olarak yanıtlanacak bir mesele. Böyle bir donanıma sahip değilim ancak yine de şunu söyleyebilirim; insan zekâsı milyonlarca yıl içinde evrimleşerek gelişmiştir. Dolayısıyla bu gelişmenin bir bilgisayar donanımıyla karşılanabileceğini hiç sanmadığım gibi, yapay zekânın örneğin aşkı çözümleyebileceğini daha da önemlisi felsefe yapabileceğini hiç sanmıyorum. Emekçi sınıflar ile ilgili mesele ise yapay zekâdan çok kendi kendini programlayabilen robotlarla ilgilidir. Buradaki sorun ise bana göre emekçi sınıfların kalıp kalmamasıyla ilgili değildir, kuşkusuz ki sanayi proletaryası anlamında bir emekçi sınıfı bugün bile artık yok ama bu durum emek sermaye çelişkisinin kalktığı anlamına gelmez. Örneğin siz de emekçisiniz sermaye ile çelişkiniz yok mu?
Bu konuda şunu da söylemek isterim: Biz sosyalistler, komünistler olarak bugün geleceği kuracak özgür insanların ortaya çıkacağı bir toplum için mücadele etmeliyiz, bu toplumu adlandıracak olanlar, sosyalist ya da komünist tarzında, o özgür insanlar olacak, yalnız adlandırmak da değil böyle bir toplumu inşa edecek olanlar da onlar olacak. Biz o özgür insanları bugünden programlayamayız, istesek de bunu başaramayız. Savaşsız, sömürüsüz, doğa ile eşit paylaşım ilişkisi içinde, yabancılaşmayı kırmış özgür insanların topluluğu olarak bir gelecek ütopyam var ama bu geleceğe ertelenmiş bir hayal değil. Bugünün kapitalist toplumu içinde, kapitalizme karşı mümkün gördüğüm bir ütopya. Yolu ise bugünden radikal demokratik değişim için mücadeledir.
“ŞİMDİ GERİYE DÖNÜP BAKTIĞIMIZDA AVRUPA PROLETARYASINDAN DEVRİM BEKLENTİSİNİN BİR YANILSAMA OLDUĞUNU GÖREBİLİRİZ”
“İbn-i Haldun'la ilgili Marks'ın öncülü deniyor” demişsiniz bir söyleşinizde; bunu biraz daha açar mısınız?
Bu söz bana ait değil, İbn-i Haldun üzerine araştırma yapan Batılı birkaç araştırmacıya aittir. Hemen işaret etmeliyim ki Batıda İbn-i Haldun üstüne olağanüstü çalışma ve literatür varken bizde onlarla kıyaslandığında neredeyse yok kertesinde. Bu da bizim utancımız olmalı. Fakat yukarıdaki sözü, yani Marx’ın öncülü olduğu saptamasını abartmamak gerek. Ancak İbn-i Haldun’un klasik tarih anlayışından farklı olarak sosyal tarih akımının, uygarlıklar tarihi anlayışının öncülü olduğunu söylemek abartı olmaz. Örneğin Fernand Braudel gibi tarihçilerin öncülü...
Birçok sol akım tarafından SBKP'nin, çöküşten çok öncesinden başlayarak yozlaştığı, çürüme, yabancılaşma ve bürokratlaşma yaşadığına dair eleştirilerle farklı yollar arandığını görüyoruz. (Avrupa komünizminden silahlı mücadeleye) Bu süreç içinde TKP merkezinin Moskova'da ve ona biat etmiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunuz biraz karışık. Bu eleştiriler elbette vardı ama farklı yollar derken örneğin silahlı mücadele dediğinizde neyi kastettiğinizi anlayamadım. Çünkü burada iki şey hep karıştırılıyor, iktidarın alınmasıyla tek ülkede sosyalizmin inşası… İktidarın alınması konusunda Latin Amerika solcuları içinde silahlı mücadele diyenler ve yapanlar vardı, bugün de var. Küba devrimi de silahsız devrim değildi. Ancak eğer Sovyetler Birliği değerlendirme konusu olacaksa meseleye buradan bakılamaz. Burada önemli olan bu sorunu işçi, asker Sovyetlerinin iktidarı zor yoluyla alması değil, tek ülkede sosyalizmi inşa etme yolunu yani Leninist yolu tutmuş olmaları ile ilişkilendirmektir. Lenin’de bu durumu kucaklarında bulduğunu söyler yani tek ülkede sosyalistler iktidar olabilirler ama sosyalizmin inşası başka şey; Lenin tek ülkede sosyalizmin inşasını ilkesel olarak savunmamıştır ama buna zorunlu kalmışlardır. Etrafı emperyalist kuşatma altında olan bir ülkede sosyalizm kaçınılmaz olarak devletçi sosyalizm olmuştur ve dolayısıyla da bürokratik yozlaşma kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Bugün bu yol yani Leninist strateji Sovyet deneyiminin derslerinden sonra artık geçerli değildir bana göre. Eğer Marksist metodoloji ile tarihten ders çıkaracaksak… TKP olarak Moskova’ya biat etme sözünüze gelecek olursak; biat sözünüze itiraz edeceğim ama alınganlık yaptığım için değil, bu sözün gerçeği ortaya koymada yerinde olmadığı için... Yine geliyoruz tarihe, tarih tarih… Sorunun dilini çözebilmek için Üçüncü Enternasyonal'e, yani Komünist Enternasyonal'e gitmek gerek. Başta Lenin olmak üzere hemen hemen bütün komünist önderler ve partiler o tarihlerde Avrupa’dan başlayacak bir proleter devrimi bekliyorlardı ve dolayısıyla Komintern’e dünya devriminin merkez kumandanlığı olarak bakılıyor ve gönüllü olarak benimseniyordu. Yalnız TKP değil, Avrupa komünist partileri de içinde olmak üzere bütün komünist partilerince... Şimdi geriye dönüp baktığımızda Avrupa proletaryasından devrim beklentisinin bir yanılsama olduğunu görebiliriz. Aynı zamanda Komintern’in faklı ülkelerin ulusal karakterlerini gözardı eden bürokratik bir mekanizmaya dönüşmüş olduğu eleştirisini de yapabiliriz ki ben kitabımda buna işaret ettim.
TKP’nin gerek Kürt gerek Ermeni sorununa ilişkin sorunlu hali malum. Sizin de buna karşı eleştirel tutumunuz var zaten. Ancak kurumsal özeleştiri konusunda yine de bir eksiklik görüyor musunuz?
Kurumsal derken her halde parti eleştirisini kastediyorsunuz. Tarihsel TKP söz konusu olmadığına göre bu soruyu yeni TKP kurumlarına, partilerine sormanız gerek, bana değil, zira onların içinde değilim.
Eski yoldaşlarınızdan Yavuz Gemici size ithafen bir şiir yazdı; orada sizi acımasız bir şekilde eleştiriyor. Bazı söylemlerinizden yola çıkarak oluşturmuş mısralarını… Bu yazdığı şiir üzerinden neler söylersiniz?
Böyle bir şiiri görmedim gerçekten, beni eleştiren çok insan var, demek ki bir de şiir yoluyla eleştirilmişim. Ben ancak bu yoldaşıma eleştirmiş olsa da şiir yazacak denli beni önemsemiş olduğu için teşekkür edebilirim, başka ne diyeyim ki?
Her şeyin çok daha geriye gittiği günümüz koşullarında, geriye dönüp ‘yetmez ama evet’ diyerek karşıladığınız Anayasa referandumuna ilişkin şimdi ne düşünüyorsunuz? O dönemdeki öngörülerinizle bugünkü süreci nasıl açıklıyorsunuz? Bir de AKP için bir zamanlar “devrimsi bir dönüşüm” nitelemesinde bulunmuştunuz. Bu yargının bir savrulma olduğunu düşünüyor musunuz? Devrim niteliğinde başlayan süreç ne zaman farklı bir yöne doğru gitmeye başladı sizce?
Yetmez ama evet meselesi bugünlerde pek çok kişinin ağzındaki sakız oldu, yerli yersiz kullanılıyor. Neredeyse AKP’yi yetmez ama evet diyenler iktidara getirdiğini söyleyecekler. Yine tarih diyeceğim, 1990’larda henüz üzerinde yeterince durulmamış olan yakın tarihsel dönemdir. Bu konunun üzerinde de çalışıyorum, söylenmesi gereken çok şey var ama kısaca birkaç şey söyleyeyim; 12 Eylül faşist darbesinin bu toplumu açık hapishaneye çevirdiği on yılı aşkın bir sürenin sonunda Türkiye’de 1990’lı yıllardan başlayan olağanüstü bir dönem yaşandı. Ben bu dönemi cumhuriyet tarihinin yarım kalmış aydınlanması olarak görüyorum. Yalnızca gazetelere bakılsa bile bu sözümün abartı olmadığı görülebilir. Ki bu tarihlerde henüz AKP iktidarda da değildi. Aynı yıllarda bir yandan Kürtler üzerinde, Kürdistan’da faili meçhul cinayetler sürerken aynı zamanda Türkiye’nin hiç dile getirilmeyen, getirilmesi yasak olan, tabu olan konular kamuoyu gündemine girmişti. Kürt sorunu başta olmak üzere Ermeni soykırımı kamuoyu önünde ilk kez dile getirilmişti. Militan laisizm eleştirilmeye başlanmıştı, resmi tarih, resmî ideoloji de eleştirilerin odağındaydı. Kuşkusuz en önemli konu o tarihlerde askeri vesayet ve derin devletin varlığı üstüne olan tartışmalardı, Kontr Gerilla, Özel Harp Dairesi, Ergenekon gibi konular… Bu yıllara gelene dek bu konuların kamuoyu önünde tartışılması vaki değildir. İşte o nedenle ben yarım kalmış aydınlanma diyorum. Cumhuriyet tarihi boyunca baskılanmış, üstü örtülmüş konular birdenbire su yüzüne çıkmıştı. Çünkü 12 Eylül faşizmi sağı da solu da tarihle yüzleşmeye zorlamıştı. AKP olgusu da İslami kesim içinde bu derin siyasal ve sosyal alt üst oluşun bir sonucudur. Fakat bu süreci asıl tetikleyen şey 28 Şubat post-modern darbesidir ki henüz iktidarda AKP yoktu. 28 Şubat’ın tetiklemiş olduğu bu siyasal, sosyal ve kültürel alt üst oluşu ‘devrimsi değişim’ olarak niteledim ve halen de bu analizin doğru olduğuna inanıyorum. Ama AKP için devrimci lafım yoktur. Özellikle bizim sol devrim dendiğinde sosyalist devrim gibi bir şey anlıyor, ya da devrim denilince iyi bir şey gibi... Oysa devrim, radikal sosyal bir deprem demektir, iyi şeyler de getirebilir kötü de. Fransız devrimi diyoruz bu devrim yalnız iyi şeyler mi getirmiştir? Devrimciler birbirlerini giyotine götürmüşlerdir. Bolşevik devriminde de benzer şeyler olmuştur.
Birçokları gibi ben de AKP’yi iki döneme ayırıyorum; birinci dönem reformist bir siyaset izlediği dönemdir. Yani uluslararası ilişkilerde barışçı çizgi izlediği, örneğin AB’ye tam üyelik politikası gibi ya da Kıbrıs sorununda barışçı bir çözüm aradığı gibi... İçerde ise 12 Eylül Anayasasını kaldırıp yeni bir Anayasa yapma eğilimi gibi… Ve tabi en önemli sorun olan Kürt meselesine barışçı çözüm arayışı gibi… PKK ile bile görüşmeler yapması, Oslo görüşmesi gibi… AKP’nin birinci dönemiyle ilgili olarak Taraf’taki yazılarımda birkaç kez şunun altını çizdim; AKP’nin reformist politikası ve enerjisi bir yere geldiğinde bitecek ama eğer o nokta gelmezden önce radikal demokratik muhalefet ortaya çıkmaz ise gericileşme, otoritarizm kaçınılmaz olur demiştim. Bence olan budur. Deniz Baykal’lı ana muhalefet, bütün bu reformist politikalara hayır demiştir. Yetmez ama evet diyenleri eleştirenler bu gerçeğe gözünü kapayanlardır. Şunu da eklemeliyim, hiçbir zaman AKP’ye oy vermedim, tersine 2011 seçimlerinde artık reformist politikaların sonunun geldiğini görerek Taraf’ta bundan böyle AKP milliyetçi otoriter bir çizgiye girecek uyarısını yaptım. Yazım ortadadır. Ve o seçimde yine Taraf gazetesinde içinde Kürtlerin olduğu, solun olduğu Emek ve Demokrasi Bloğunun adaylarına oy vereceğimi yazdım. Ama bizim insanlarımız araştırmak yerine inanmak istediğini gerçek sayıyor. Açık söylemiş oluyorum ki burada kendi adıma bir savrulma görmüyorum. Gündelik yorumlarımda gereksiz vurgularım oldu ama bunlar esası değiştirmez. Kendi siyasi geçmişimdeki yanlışları açıkça eleştirmiş biri olarak, böyle bir savrulmayı kendimde teşhis etmiş olsaydım bunu dile getirmekten çekinmezdim.
“KÜRTLERİN, İÇİNDE AKTİF YER ALMADIĞI BİR MUHALEFET HAREKETİ SONUÇ ALAMAZ”
Bugün yüzlerce gazeteci, onlarca milletvekili, parti başkanları ve sayısı 70 bini aşan öğrenci tutuklu; binlerce imzacı akademisyen yargılanıyor, keza KHK’ların etkisiyle bugüne kadar hiç görülmemiş boyutlarda bir beyin göçü yaşanıyor; ülkenin gidişatıyla ilgili bir öngörünüz var mı?
Hep söylüyorum bir ülkede cezaevleri patlayacak kadar dolmuş ise o rejim ayakta kalamaz. Tek adam rejimi de ayakta kalamayacak. Ancak mesele bu rejimi sonlandıracak radikal demokratik muhalefetin olmasıdır. Bu konuda HDP’yi önemli görüyorum ama CHP’nin HDP, genelince Kürt fobisini terk etmesi şarttır. Yani HDP ve CHP yakınlaşması ve tabii ki tüm diğer sol ve demokratik güçlerin barış ve demokrasi ittifakında buluşmaları koşuluyla… Kürtlerin, içinde aktif yer almadığı bir muhalefet hareketi sonuç alamaz.
Bir yazınızda toptancı bir şekilde Türkiye solunun “darbe yanlısı” olduğundan ve AKP'nin Türkiye'nin gelişmesinin önünde engel olan Kemalizm’e karşı desteklenmesi gerektiğini yazmıştınız. Bu konuda neler söylersiniz?
Böyle bir genelleme yaptığımı sanmıyorum, bana bunları nerede ve ne bağlamda yazdığımı ya da söylediğimi gösterirseniz ancak o zaman bir şey söyleyebilirim. Geçmişte TİP, TKP olarak bile baksak solun bütünün darbe yanlısı olduğunu söylemem olanaksız, öyle değildik çünkü.
Cumartesi Anneleri eylemi karşısında basına da yansıyan dışlayıcı tavrınızı ve nedenini öğrenmek istiyorum. “Oradan tesadüfen geçiyordum, benim alakam yok” gibi söylemlerinizin sebebi nedir?
Bu da kusura bakmayın, üstelik tanıkları da olan bir yakıştırmanın sakız haline getirilmesidir. Öyle anlıyorum ki kitabımda verdiğim yanıtı okumamışsınız, üstelik Taraf gazetesinde de yazmıştım. Gerçekten de Cumartesi Anneleri eyleminin olduğu gün benim Galatasaray'da kiralık ev tutmak için bir emlakçi ile randevum vardı, eşim ile birlikte. Polisler tanıdıkları için ikimizi de aldılar. Tesadüfen geçiyordum gibi bir lafım da yok. Kaldı ki daha önce bu eyleme ben de katılmıştım. Umarım ki bu yanıtımdan sonra artık bu konu bir son bulur. Açıklamaktan gına geldi zira.
“Herkesi de kendi geçmişiyle yüzleşmeye davet edici olduğunu” söyleyerek “Dersim katliamına TKP’nin yanlış bakışı nedeniyle açıkça özür diliyorum” diye bir demeç vermiştiniz. Bugünlerde, Dersim belediyesine kayyım atanmasıyla birlikte, kayyımın ilk icraatı, halkın iradesi olan Dersim Belediyesi tabelasını kaldırarak yerine Tunceli Belediyesi yazan tabelayı koyması ve TKP’li Fatih Maçoğlu’nun bu tabelayı değiştirememesi konuşuluyor. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Kuşkusuz gibi doğru bir tutum değil. Ama şu sıra solcular, demokratlar öylesine ağır baskılar altında ki doğrusu bu konudaki keskin eleştirilerimi şimdilik saklı tutmak istiyorum.
Sizi Kadro Dergisi aracılığıyla tek parti iktidarına destek üreten eski TKP kadrolarına benzeştiren bazı sosyalistlerle karşılaştım. Haksız bir yaklaşım mı sizce bu?
Kusura bakmayın ama bu sosyalistler kimlerdir, hangi gerekçelerle ve somut hangi yazılarım nedeniyle bunu söylemişler buna dair hiçbir şey söylemiyorsunuz, yani karanlığa sıkılmış bir kurşun gibi, nasıl bir yanıt verebilirim? Ben ki Kemalizm’i radikal biçimde eleştirdiğim için eleştiriliyorum, Kadro Dergisi ile nasıl bir benzetme kurulabilir? Kimlerdir bu yakıştırmayı yapanlar bilmiyorum ama bana kalırsa böyle söyleyenler utangaç, gizli Kemalist olmalılar.
Her ne kadar Türkiye Siyaset Tarihi için çok aydınlatıcı bir kitap olsa da bazı çevreler “Elele Özgürlüğe” kitabınızda TBKP sonrası dönemi es geçtiğinizi ve kendiniz için bir resmi tarih yazmaya çalıştığınızı söylüyorlar. Ne diyorsunuz?
Böyle diyenler sanırım kitabı okumamışlar, zira bu kitabım zaten yasallaşma mücadelemizin yani yasal TBKP’nin 30’uncu yılı nedeniyle yazılmıştır, bunu kitapta açıkça söylüyorum. Üstelik yine açıkça söylüyorum ki ben burada TKP tarihi yazmıyorum, ben kendi içinde olduğum mücadeleleri anlatıyorum yani kendi hikâyemi yeni bir tarih anlayışıyla, mikro tarih anlayışıyla anlatıyorum. TBKP’den sonraki sürece de değiniyorum yani Sosyalist Birlik Partisi’nin kuruluş sürecine. Daha sonrası ise artık benim örgütlü olarak içinde olmadığım bir süreç… Biz yasallık mücadelesiyle birlikte aynı zamanda solun mümkün en geniş birliği için çalışma hedefini öne koymuştuk. O nedenle TBKP’nin örgütsel gücünden geniş bir sol birlik oluşması için feragat etmiştik. Sorulması gereken şey, bizden sonra SBP ve sonra BSP (Birleşik Sosyalist Parti) ve nihayet ÖDP’nin neden başarılı olmadığı ama bunun hesabı herhalde TBKP’ye sorulamaz.