Malazgirt Savaşı ve Kürtlerin tartışmalı rolü

Faik Bulut-GAZETE DUVAR

Türkiye’de tabu görülüp günümüzde bitmek bilmeyen tartışmalara yol açan isim ve kavramların sayısı az değildir. Bunlar arasında Kürt, Kürtçe, Kürt ulusu, Kürdistan, Kürtlerin tarihteki rolleri vs önemli bir yer tutar. Mesela Saddam dönemi dâhil Irak merkezi yönetimlerinin kabul edip anayasada tescil ettikleri Kürdistan ismi, Türkiye’deki egemen siyasetçiler ile medyada hala sansürlüdür. Mesela kayıtlı resmi adı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi veya kısa adıyla IKBY olarak söylenmektedir. Biricik istisnası, çözüm sürecinde Kasım 2013 yılında Mesut Barzani’nin Diyarbakır’ı ziyareti sırasında görüşen dönemin başbakanı R. T. Erdoğan’ın idi. Barzani’yle buluşmasında şöyle demişti: “Sizin şahsınızda Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki değerli kardeşlerimi selamlıyorum…” Erdoğan olumlu anlamda bir daha Kürdistan lafını etmedi. Halbuki Türklerin Orta Asya ve Anadolu’daki (Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri) atalarının böyle kompleksleri olmamıştır. Geçmişten bir örnek verebiliriz: Divanı Lugat’il Turk yazarı Kaşgarlı Mahmut tarafından 1074’te çizilen dünya haritasında Kürt ve Oğuz boylarının yurt edindikleri bölgeler gösteriliyor. Kürtlerin yaşadıkları coğrafya için Arap alfabesiyle “Erdu’l Ekrad” (Kürt Toprağı/Kürt Diyarı/Kürt Yurdu/Kürt Ülkesi) diye yazılmış. Çünkü Arapçada (Erd) veya (Ard) toprak yurt, diyar, ülke manasına gelir. Günümüzde bu kavram, Kürdistan olarak adlandırılıyor. Alparslan’ın oğlu Sultan Melikşah ise, elinde bulunduğu ülkelerde idari taksimat yaparken Kürtlerin bulundukları bölgeye de Kürdistan adını vermişti.

Tartışmalı iki konu daha var: 1071 tarihli Malazgirt (Bizans ile Selçuklu) ile 1514’teki Çaldıran (Osmanlı-Safevi) isimli iki savaşta Kürtlerin rolü. 26 Ağustos’ta şaşalı biçimde kutlanması düşünülen Malazgirt Meydan Muharebesi yıldönümü münasebetiyle, bu savaş öncesi ve sırasında Kürt-Türk ilişkilerinin ayrıntılarını vermek durumundayım. Malazgirt Savaşı’nda Kürtlerin rolü hakkındaki görüşleri dört bölümde toparlamak mümkün: 1) Türkçü ve Turancı, daha geniş anlamda Ülkücü kesim. 2) Türk-İslamcı kesim. 3) Sol kesim. 4) Kürt kesimi. İlk küme, Kürtlerin rolünü küçümseyen bir tutum içindeler ve savaşın ana maksadının Anadolu Türkleştirmek olduğunu savunuyorlar. Dolayısıyla saferi kazanan Alparslan ordusunun Türk kimliğiyle hareket ettiğini iddia ediyorlar. İkinci çevreden İslami yönü ağır basanlar, Kürtlerin rolünü kabulleniyorlar ama bu katılımın “din kardeşliği” ve İslam/Cihat adına yapıldığı iddiasındalar. Milliyetçi yönü ağır basanlar ise bölgenin Türkleştirip Müslümanlaştırılmasında Türklük davasına/Türk kılıcının gücüne vurgu yapıyorlar. Sol kesim, bu ayrıntıları pek önemsemiyor. İlgilenenler ise, bu tür teferruatı deşip irdeleme taraftarı değiller. Okuyabildiğim biricik istisnası, Ayşe Hür’ün Radikal gazetesinde çıkmış 9 Eylül 2012 tarihli makalesiydi. Kürt kesiminde ise genel bakış şudur: Kürtlerin Selçuklu ordusuna yardım etmeleri, Çaldıran’da zaferin yolunu açmıştır. Örneğin Yaşar Kemal, Ocak 2007’de düzenlenen “Türkiye Barışını Arıyor” başlıklı etkinlikte şöyle demişti. “Türk’ün Türk’ten başka dostu vardır. Malazgirt’ten bu yana Kürtler Türklerle dosttur.” Abdullah Öcalan’ın avukatlarının 18 Ağustos tarihli açıklamasında da benzer bir görüş egemendir: “Şovenist tarih yazıcıları, Alparslan’ın 1071 Malazgirt Savaşı’nı saf Türk savaşı olarak yansıtıyorlar. Bu savaş, sadece bir millete indirgense bile niceliğe bakıldığında Türklerden daha çok Kürtlerin savaşı olabilir. O zamanlar Kürtlerin bölgede dört beş emirliği vardı ki, bunların Alparslan’a verdikleri asker sayısı, Türklerin sayısından üç-dört kat fazlaydı.” Selahattin Demirtaş da eski bir konuşmasında aynı noktaya, Kürt-Türk kardeşliğine vurgu yapmıştı. Bu tür açıklamaları saf tarih diliyle değil, barış siyasetini tarih diliyle anlatmaya yönelik bir diplomatik yaklaşım olarak almak lazım. Ancak Turancı kesimden bir kalem erbabı, Demirtaş’ın kamu diplomasisine yönelik bu iyi niyetli ifadesiyle alay etmiş; Selahattin Bey’in adını “Silho” lakabıyla yazmak suretiyle yine Malazgirt üzerinden güya reddiyecilik yapmıştı. (bkz. Meryem Aybike Sinan, “Malazgirt Yalanına El Cevap”, haber7com. Sitesi, 29 Şubat 2016)

Malazgirt Savaşı konusunda yazan önemli tarihçi ve eserlerinin adlarını sıralayalım: Urfalı Mateos Vakayinamesi; Sibt İbn’ül Cevzi, Mirat’ül Zeman fi Tarih’il Âyan; Garsunnime, Uyun’ül Tevârih; İbn’ül Ezrak, Mervani Kürtleri Tarihi; İbn’ül Devaddari, Kenz’ül Durer ve Cami’ül Ğurer; İbn’ül Esîr, el Kâmil fi’l Tarih; İbn-ül Nedim, El Fihrist; Usame İbn Munqız, Kitabu’l İ’tibar: İbretler Kitabı; Savaş meydanına gidip orada günlük gelişmeleri kayda alan Bizanslı tarihçi Michael Attaleiates, The History; İmadûddin el İsfahani, Nuṣretü’l Fetre ve Uṣretül Kaṭre; İranlı tarihçi Ahmet Kesrevî, Şehriyaranî Gümnam; Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı; Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Selçuklular Tarihi; Faruk Sümer, İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti; M. Ali Köymen, Malazgirt Meydan Muharebesinde Rol Oynayan Unsurlar, Milli Kültür dergisi 1977. Bu kaynaklara son günlerde bulabildiğim üç önemli ortaçağ tarihçisinin eserini daha eklemek gerek: Yazarının adıyla anılan Ebu’l Hica Tarihi, İbn’ül Qalanisi’nin Zeyl-u Tarihi Dimaşq ve Muhammed Ben Şakir El Kutubi’nin Uyun-ül Tevarih. İlk iki ismin önemi şuradadır: Ebu’l Hica, Malazgirt Savaşı’ndan 90 yıl, İbn’ül Qalanisi de 120 yıl sonra eserlerini kaleme alıp savaş hakkında bilgi verdiler. Aynı savaştan bahseden en önemli iki kaynak olarak başvurulan Sibt İbn’ül Cevzi, meydana gelişinden tam 180 yıl, İbn’ül Devaddari ise 260 yıl sonra olaya ilişkin haberleri ve rivayetleri yazıya geçirdiler. Öte yandan bu kaynakların Malazgirt’e dair bilgileri arasında belli oranda tutarsızlıklar ve çelişkiler de bulunuyor. Sözgelimi Türk asıllı İbn’ül Cevzi, bu savaşa 10 bin kadar Kürt (aslında Kürt ve diğer etnik unsurlar) katıldığını söylerken, bu sayı İbn’ül Devaddari’de 10 (Kürt ve diğer unsurlarla birlikte), İbn’ül Nedim ile (Kürt kökenli) İbn’ül Esir’de 15 bin, İmadûddin el İsfahani’de 14 bin ve Usame İbn’ül Munqız’da 13 bin olarak geçiyor. Keza o zamanların bilginleri ve tarih yazarlarından bir kısmı İbn’ül Cevzi’nin aktarımlarını genelde abartılı bulmuşlar; Hacer el-Askalânî de İbn’ül Nedim eserleri hakkındaki oldukça olumsuz konuşmuştur. İbn’ül Devaddari’nin eserini 1981yılında incelemiş olan Selahaddin el Muneccid, “onun Arapçasını hayli zayıf ve bilgilerini güvenilmez” bulur.

Günümüz Türkiyesi’nde Malazgirt Savaşı’nı irdeleyen yukarıda bahsedilen dört kesimden her biri, doğal olarak, kendi siyasi görüşleri temelinde adı verilen bu eserler arasında işlerine yarayan bilgileri alarak Türkçü, İslamcı yahut Türk-İslam veya Kürt-İslam sentezinin doğruluğunu kanıtlama yoluna gidiyor. Tarihe bakarken neredeyse Osmanlıdan başka bir şey görmeyen kimi AKP’li bazı siyaset ve kalem erbabı, Türk-İslam ekseninde “fetihçi ruhu”nu diriltip hayata geçirme yolunda Malazgirt olayını yorumluyor. İki örnek verelim: Konuşmasından ülkücü olduğu anlaşılan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in 17 Temmuz 2017’de katıldığı “Doğru Tarih” isimli bir yayın programında Malazgirt olayı konuşulmadan önce Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun şu koçaklaması dillendiriliyor: “Aylardan ağustos, günlerden Cuma/ Gün doğmadan evvel iklimi Ruma (Rum diyarı/ülkesi)/ Bozkurtlar ordusu geçti hücuma/ Yeni bir şevkle inledi gökler/Ya Allah, bismillah, Allahüekber/ Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu/ Ardında Oğuzun elli bin tuğu/ Andırır Altaylardan gelen bir çığı/Budur peygamberin övdüğü Türkmen…” İslamcı görüşleri çok belirgin olan Ahmet Anapal isimli bir tarih yorumcusu, 22 Ağustos 2017’de katıldığı Akit TV’de açık açık söyledi: “Malazgirt, bir Türk zaferi değildir; Anadolu’yu İslam’a açan bir Ümmet-i İslam zaferidir.” İlginç olan şey, o konuşurken ekranın arka fonunda yeşil renklerle şöyle bir ibare yazılmıştı: “3 bin nişanlı melek at sürdü Alparslan’ın ardından!..”

Dönemin MHD milletvekili ve eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu, Malazgirt’te Kürtlerin de bulunduğunu söyleyen dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerine karşı çıkmış; Türkçü görüşleriyle birlikte Kürt varlığını inkâr eden bir demeç vermiştir: “Büyük Selçuklu Devletinin ordusunda sadece devşirmeler vardı. Bunlar Hıristiyanlardı. Bunun dışında herhangi bir şekilde diğer unsurlardan asker yoktu. Alparslan Anadolu’ya geldiğinde bu topraklar Bizans’ın kontrolündeydi. Diyojen’in ordusunda Hıristiyan Peçenek Türkler vardı. Bunlar savaş sırasında Alparslan’ın ordusunun yanına geçince savaş kazanıldı. Dolayısıyla Kürtler yoktu…Kürtlerin bir devleti ya da beyliği yoktu. Alpaslan’ın ordusunun Kürt unsuru bir yerden kendisine katması mümkün değildi.” (Gazete 2023 sitesi,” Malazgirt Savaşında Kürtler Var mıydı”, 3 Mart 2015) Oysa Halaçoğlu’nun iddiasının tersine; Bizans hükmü altında veya ondan bağımsız halde bulunsa bile Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde irili ufaklı dört Kürt beş beyliğinden söz edilebilir. En önemlileri Şeddadi ve Mervani beylikleridir. Halaçoğlu’nun değinmek zorunda kaldığı üzere Alparslan’ın ordusunda bulunan “devşirme Hıristiyanlar sadece Türk boylarından değillerdi; aynı zamanda Bizans hükmünden canı yanmış bir kısım Ermeni ve Gürcü unsurlardı. Daha sonra bunlara Bizans ordusundan devşirilmiş olan çok sayıda Hıristiyan Türk boyu (Peçenek, Ak-uz/Ak-oğuz) boyları da vardı. Üstelik Selçuklu ajanları, Peçeneklerle sıkı bir rüşvet pazarlığına girişmişlerdi. Mesela Peçenek komutanları sormuşlar: “Ne kadar vereceksiniz?” Selçuklu ajanı, “şu kadar maaş ve para veririz”. Peçenekler, “ Olmaz, o kadarını Bizans İmparatoru da veriyor?” Selçuklu ajanı, “savaştaki ganimetlerden aldıklarınız sizin olacak” şeklinde bir teklif götürünce, bu kez Peçenekler, “Aynı adet Bizans’ta da var; niye gelelim ki!” diye reddetmişler. Sonra hangi yağlı teklif sunulmuşsa, bazı Türk boyları, savaş başlamadan az evvel, Selçuklu tarafına geçmişler. Yani Selçuklu Oğuzlarının Türk olduklarını bilmeleri veya titreyip kendi Türk özlerine dönmeleri diye bir durum yok ortada. Halaçoğlu’nun “Alparslan ordusunda Kürtlerin bulunduğuna ilişkin belge, kayıt ve bilgi yok” derken de hakikati söylemiyor. Aşağıda bunu yalanlayan tarih bilgileri mevcut. Mesela sanırım o tarihte Muş yöresinde müftülük makamında bulunan Molla Yahya, Bağdat’taki Abbasi Halifesi’nin “cihat için Alparslan’ı destekleyin, onun kazanması için dua edin” yolundaki ferman ve fetvasına istinaden bizzat giderek Alparslan’la görüşmüş. Aplarslan da ona, “Biz zaten amca çocuklarıyız” mealinde bir şey söylemiş.

Bu açıklamalardan sonra Malazgirt olayı öncesinde Kürt beyliklerinin konumu ve ardından Türk-Kürt ilişkilerine ilişkin arka plan bilgisi vermekte yarar var.

Türk tarih tezinin belirgin isimlerinden olup bir dönem askeri ve sivil kurumlarda Türk-İslam sentezine dayalı asimilasyoncu görüşlerini yaymaya çalışan Prof. Dr. M. F. Kırzıoğlu, “Kars ve Ani kentlerinin tarihlerini, Maden Devri’nden ele alır ve o çağdan 10. yüzyıla kadar olan zaman içinde, oralara egemen olmuş bütün kavimlerin “Türk olduklarını” iddia eder. Mesela aynı yüzyılın ortalarında o bölgeye hükmetmekte olan Şadili aşireti mensubu Kürtleri “Müslüman Türkler” ve çağdaşları Ermeni topluluğunu ise “Gregoryan Oğuzlar” diye niteler. (Kırzıoğlu, Kars Tarihi, 16-17, 68 ve devamı) Halbuki şimdiki Kars-Ermenistan sınırında yerleşen o zamanki Şadililer, daha önce İran’dan gelmişlerdi. 951 yılında Divin’de Şeddadi devletinin (beylik, prenslik) temelini attılar. Sonra’dan Gence’yi ikinci başkent yaptılar. Selçuklular, 1040 yılında İran Rey şehrinde devlet kurduklarında, onlarla işbirliği yapıp zaptettikleri Ani şehrini üçüncü başkent ilan ettiler. Arran (sınırın iki yakasındaki geniş Iğdır Ovası) ve Azerbaycan’da 249 yıl hüküm süren Şadililer, Arap kaynaklarında Şeddad ve Şeddadiler diye geçerler. Bağırlarından iki önemli hanedanlık daha çıkardılar: Eyyübiler ve Kutluşahlar. Ortaçağ tarihçilerinden İbn-ül Esir, İbn Halikan ve modern Rus tarihçisi V. Minorsky, Şeddadilerden “Ravadi/Rewadi” diye söz ederler. Bu isim, Yemen asıllı Arap kabilelerinden olup İslam fetihleri sırasında Azerbaycan-Ermenistan-Gürcistan taraflarında kendi adlarıyla bir beylik-devlet kuran ve Ravvadiler ismiyle karıştırılmamalıdır. Gerçi bu beylik içinden bir kol, ikinci bir beylik sıfatıyla Mamlanlar adını almıştır. Önceleri tümüyle Arap olan bu kavmin bir kısmı Ermenilerin etkisinde kalırken, diğeri de zaman içinde Hezbani (aşiret) Kürtlerinin etkisiyle Kürtleşmiştir. (Hasan Uğurlu Can, Geçmişten Günümüze Bir Kürt Aşireti: Şadiler, Giriş bölümü ve devamı)

Selçuklular ile Kürtlerin ilk karşılaşması nerede ve ne zaman olmuştur? Gerçekliği onaylanmayan rivayet şöyledir: Selçuk Bey’in torunu Çağrı Bey. 1015-1016 yılında başında bulunduğu bir grup Türkmenler, Gaznelilerin elinde bulunan Horasan topraklarını aşarak ilk kez Kuzeydoğu Anadolu sınırlarına dayanmış. Bizans himayesinde bulunan Ermeni egemenliğindeki Vaspurakan’a (Van) saldırmış. Türkmenler, baskın yaptıkları mıntıkalarda yağma ve talana girişmişler. Bundan iki-üç yıl sonra da Şadilerin hükmündeki Nahçivan’a girmişler. Yağmadan sonra, geldikleri diyara dönmüşler. Tarihleme açısından bu rivayet imkansız sayılır ve Çağrı Bey efsanesine eklemlenmiş görünüyor…1034 yılı dolayında büyük bir Oğuz topluluğu, Horasan’ı geçerek önce İsfahan’ı yağmalamış; ardından Tebriz’e geçerek Azerbaycan hükümdarı (Yemenli Arap Ezd aşiretine mensup) Ravvadili Vahsudan’ın hizmetine girmiş…Türkmen boylarıyla Kürt Şadili kavminin ilk çarpışmaları, 1046-1047 yılında meydana gelmiştir. Tuğrul Bey’in amcasının oğlu ve Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Süleymanşah’ın oğlu Kutalmış, bir ordu ile gelip Şadili beyliğinin hükmündeki Gence’yi kuşatmıştır. Bir buçuk yıl süren kuşatmayı yakından izleyen Bizanslılar ile Gürcüler, Türkmenlerin geri çekilmeye mecbur ettiler. Sonraki yıllarda Bizans imparatorluğuna bir tâbiyet (bağlılık) anlaşması imzalanmış ancak Şeddadi (Şadili) hükümdarı Ebul Usvar Şavur, bu anlaşmayı 1049 yılında bozmuştur…Aynı tarihlerde İbrahim Yınal ve ardından Tuğrul Bey’in bölgeye yaptıkları seferlerden sonra Kuzeybatı İran’daki Kürt beyleri ve çoğu Ermeni olan Gregoryanlar Tuğrul’un beylerbeyliğini yani egemenliğini tanıyıp hükmü altına girdiler. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ölümü üzerine yerine kardeşi Çağrı Bey oğlu Alparslan geçti… Şeddadi hükümdarı, Ebul Usvar, Alparslan’ı, devletinin ikinci başkenti olan Divin’de karşılayıp bağlığını bildirdi. (C. Cahen’in adı geçen eserinden aktaran Hasan Uğurlu Can, adı geçen eser)

11. yüzyılın ilk çeyreğinde (Abbasiler devrinde) Kuzeybatı İran (Azerbaycan-Gürcistan-Kars ve Iğdır vs) bölgelerinde irili ufaklı birçok Müslüman beylik/devlet kurulmuştu. Sözgelimi Kürtleşmiş (Arap asıllı) Şirvanşeyhler, Arap veya Gürcü kökenli Caferoğulları, Kürt Şadiler (Şeddadiler), (Urmiye merkezli) Hezbani Kürtleri, Tebriz merkezli (Arap asıllı) Ravvadiler, Cürcan ve Taberistan merkezli Kürt Ziyariler, İran ve Irak’taki Şii inançlı Buveyhiler, Diyarbakır-Silvan merkezli Mervani Kürtler. İran taraflarından Anadolu (daha çok Kafkasya) yönüne akın eden Türkmen beyleri ve boylarının henüz bir devletleri yoktu. Bunlar, nizami bir yere de bağlı değillerdi. Bütün kavim ve kabileler, başlarındaki bir aşiret reisi yahut bir önder yönetiminde, toplumlararası herhangi bir kurala uymazlardı. Yani hesaplarını geldiği şekilde hareket ederlerdi. 1040 yılında Selçuklu devleti kurulduktan sonra Kafkasya, Anadolu ve Irak’a yönelik seferler ve göçler hem artarak sıklaştı hem de daha organize bir şekil aldı…Romen Diyojen (Romanos Diojenes), doğu sınırlarını kesin bir güvence altına almak için 1070-1071 kışında Rum, Ermeni, Bulgar, Alman, Frank, Gürcü, Hazar, Peçenek, (Uz (Hıristiyan Oğuz), ve Kıpçaklardan oluşan, sayıları 30 bin ile 600 bin arasında olduğu tahmin edilen bir ordu kurdu….Diyojen Erzurum’a doğru hareket ederken, o sırada Alevi/İsmaili Fatımi devletinin vezirliğini eline geçirmiş bulunan Hamdani asıllı Nasıruldevle, Horasan’da bulunan Alparslan’a, Mısır’ı fethederek Fatımi devletini yıkmayı önerdi. Karşılığında ise kendi ve ekibiyle birlikte Şii Fatımilerden ayrılarak Sünni Abbasi halifeliğine katılacaktı. Alparslan, Abbasi halifesinin de çağrısı üzerine Temmuz 1070’de Horasan’dan kalkıp önce Arran ovasına gitti; oradaki Gence hükümdarı Şadili/Şeddadi beyi II. Fadlun’u yanına alarak Mısır üzerine sefere çıktı. 1054’te yine Şeddadilerle beraber bir türlü alamadıkları Malazgirt ve çevresindeki beldeleri aldılar. Silvan ve Diyarbakır yolunu tuttular. Bölgeye hükmeden (ve Selçuklulara bağımlı) Kürt Mervani beyliğinin askerlerinden bir kısmını birliklerine katarak Urfa üzerinden Halep, ardından Şam’a gittiler. Ancak Bizans imparatorunun Doğu Anadolu’ya gelip Selçukluların fethettikleri yerleri geri almak üzere sefere çıktığını duyan Alparslan, bir kısım kuvvetlerini Suriye’deki fetihlere devam etmek üzere bırakarak Şeddadi hükümdarı Fadlun ile birlikte Bitlis üzerinden Ahlat’a geri gitti. Ahlat’a varınca Selçuklu Sultan’ının elinde 15 bin asker vardı. Bunların bir kısmı Azerbaycanlı (Ermeni ve Gürcü), bir bölüğü Kürt Şeddadi, geriye kalanı da Horasan (Oğuz Türkmenleri) askerleriydiler. Mervani beyliğinin vermek zorunda olduğu kuvvetleri katarsak, Kürt ve diğer Müslüman (büyük olasılıkla Arap) birliklerinin yaklaşık toplam sayısı 10 bin askerdir. Horasan askerleri ise Alparslan’ın emrindeki özel birliklerdir ki, sayısı 4 bin dolayındadır. M. A. Köymen’e bakılırsa Malazgirt’e giderken yoldaki başka kavim ve topluluklardan katılanlarla birlikte Alparslan’ın ordusu 40 bin oluvermiştir. (Malazgirt Myedan Muharebesi, s. 116) M. Halil Yinanç ise, Buhti, Beşnevi, Humeydi, Hakkaari ve Zevzani (Zaza) Mürt kabilelerinin katılımıyla Kürt asker sayısını 27 bin olarak vermiş. Osman Turan, Malazgirt önündeki Alpraslan ordusunun toplamının 50 bin olduğunu yazmış. Etnik bakımdan ordu saflarında Türkmen, Kürt, Arap, Fars, Müslümanlaştırılmış Ermeni ve Gürcüler varmış. (Hasan Uğurlu Can, s. 128-129.)

Bu bilgilerden hareketle, şu çıkarsamayı yapabiliriz:

Bir: Türk-İslamcı fetihçilere ve resmi söylemlere göre Malazgirt Savaşı, “Anadolu’yu fethetmek suretiyle Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için yapılmıştı.” Oysa tarihi veriler bunu ispat etmiyor. Tersine, yukarıdaki örnekte belirtildiği üzere böyle beyliklerini egemenlik altına almak; bu arada sıkışmış olan Sünni Abbasi Halifeliğini, Bağdat’ta yerleşmiş Şii Buveyhilerle Mısır’daki Alevi (İsmaili) Fatımi devletinden kurtarmaktı. Nitekim Tuğrul Bey, Bağdat’a gidip Büveyhilerin elinden yönetimi aldıktan sonraki süreçte yeğeni Alparslan, Malazgirt’ten önceki seferini Fatımi devletini devirmek üzere yapıyor. Bizans imparatoru Diyojen, Doğu Anadolu’daki topraklarını fetheden Alparslan üzerine yürümek için sefere çıkınca, Selçuklu hükümdarı Mısır’a yürümekten vazgeçerek Ahlat’a geri dönüyor. Esasen Alparslan’ın Bizasn İmparatorluğu’na bir savaş açma niyeti de yoktur. Çünkü Bizans İmparatoru’nun kendisine yönelik sefere çıkmasını engellemek amacıyla bir heyet gönderiyor ve belli oranda Bizans devletine vergi vermesi karşılığında anlaşma istiyor. Fakat İmparator bu öneriyi reddetmenin ötesinde Selçuklu elçisine asıl niyetini de açıklıyor: Bizans ordusu, elinden alınan Ahlat, Van, Malazgirt gibi yöreleri geri almakla kalmayacak; Selçuklu başkenti İsfahan’ı da fethetmek üzere harekete geçecekmiş. Şunu bile ileri sürmek mümkündür: Aslında Hanefiliğin gayet tutucu bir yorumunu benimsemiş olan Alparslan, Şafii mezhebinden olan başveziri Nizamülmülk’ün etkisiyle Şafii ve Eşari taraftarlarına daha yumuşak davranırken, aynı başveziri Azerbaycan-Kars-Van-Diyarbakır yöresindeki Kürt beyleri ve aşiretlerini ikna edip kendisine katılmak üzere o bölgelere göndermişti. Buna rağmen savaş öncesinde askerlerine moral vermek babından yaptığı dini içerikli ajitasyon konuşması sayılmazsa, Alparslan’ın “cihat” yolunda bir çağrısı olmamıştı. Bunu yapan Abbasi halifesiydi. Malazgirt Savaşı öncesinde bir fetva çıkartmış; Bizans ordusu karşısında verilecek “cihat için” bütün Müslümanların dua etmesini istemişti.

Dikkat edilirse ne Türklük ne de İslamlık ülküsü var bu savaşta. Kaldı ki bizzat Selçuklu Türkmenleri ve Müslüman olmayan konar-göçer Oğuz boyları (Selçuklular Sünni Müslüman olan Türk oğuz boylarına Türkmen, Müslümanlaığı kabul etmeyenlere Şamanist ve Alevilikten yana olan Oğuzlara da Rafızi/Bâtıni ismini takmışlardı) arasında da ciddi çatışmalar söz konusuydu. Fransız doğubilimci Claude Cahen, Ortaçağ Türk toplumundaki ayrışma ve çatışmayı öne çıkaran yorumuna bakalım: “Tuğrul Bey, her ne kadar gücünün önemli dayanağının Türkmenler (kitle tabanının) olduğunu biliyorsa da. Bu onun çetin bir sorunla karşı karşıya bırakıyordu: Onlarla çatışmayı göze alamıyordu ama Türkmenler, kendisiyle aynı amaçları gütmüyorlardı. Giderek artan sayıda Müslüman beyliklerince başbuğ olarak tanınmak istiyorsa, Türkmenlerin yağmacılığını kısıtlamak zorundaydı. Oysa onlar açısından yağmacılık, savaşmanın biricik amacıydı. İran’ın kuzeyinden geçen ve çok kullanılan bir yol, Bizans İmparatorluğuna ait Ermenistan ve Anadolu’ya gitmekteydi. Türklerin Orta Asya’daki gazilerden öğrendikleri yöntemlerle Bizans’a karşı bir kutsal savaş açılabilirdi. İşte, 1049 yılında İbrahim Yınal’ın, 1054’te Tuğrul Bey’in Ermenistan’a yaptıkları seferlerin gerçek nedenleri bunlardı. Bu seferler, Kuzey-batı İran’daki Kürt beylerinin egemenliğinin tanınmasına ve Gregoryenler arasında saygı duyulmasına yol açtı. Tuğrul Bey, Bağdat’a inip ‘Doğu’nun ve Batı’nın Hakanı’ unvanı almasıyla birlikte, uzunca bir dönem Bağdat’taki merkezi hükümeti fiilen yöneten Şii inançlı Buveyoğulları yenilerek devreden çıkmış oluyordu…O sıralar Mısır’da devleti kurmuş olan İsmaili mezhepli Fatımilerin himayesiyle büyük bir koalisyon kurulmuştu. Koalisyonda (komutan) el Basari’nin başında bulunduğu Türk birlikleri, Irak ile Mezopotamya’daki kimi Şii prensleri (emir, bey, aşiret reisi unvanlı siyasi-askeri önderleri), Arap Bedeviler ve Türkmenler (son iki topluluk da yerleşik olmayan konar göçer nitelikli silahlı milisler-F.B.) yer almıştı. Aynı zamanda Türkmenler arasında da bir hoşnutsuzluk vardı. Aile ve sürülerinden uzakta, develeri için çok sıcak bir iklimde, yağmacılığa girişemeden ve büyük çapta yerleşme olanakları olmadan Irak’ta uzun süre kalmaları, onları kızdırmıştı. Tuğrul’un çevresindeki beyler, o zamana kadar, o zamana kadar onu bir beylerbeyi olarak görmeye alışmışlardı. Şimdi onun İranlı bir Müslüman olan hükümdar gibi davranmasına; çevresinde sadece İranlı ve hatta Arapları görmek istemesine içerliyorlardı. Hizmetleri karşılığında çok az para aldıklarına inanıyorlardı. Sonunda şu oldu: İbrahim Yınal ile üstü örtülü biçimde Arslan (İsrafil) oğlu Kutalmış tarafından yönetilen Türkmenler, bahsedilen koalisyonla bağlantı halinde isyan başlattılar.” (C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, e yayınları, s. 41-43)

Sonlarken konuyu bağlayalım: Malazgirt Savaşı’nda diğer etnik unsurların yanında Kürtler de vardı. İster Kürt adıyla anılsın isterse Şeddadi, Mervani vs beylikleri ismi altında toplanmış olsun Kürt kökenli askerler savaş meydanına gönderilmişler. Esasında her iki beyliğin orduları da sırf Kürt askerlerden ibaret değildir. İçinde Ermeni, Gürcü, Fars ve Arap kökenli olanları da vardı. Ön cephe mi, arka cephe mi olduklarına ilişkin tartışmalar var. Kanımca, Kürtlerin varlığı önemliymiş ama Kürt kesiminin iddia ettiği kadar tayin edici, belirleyici değilmiş. Daha önemlisi var: Malazgirt’te Kürt beyleri, gönüllülük temelinde savaşa girmiş değillerdi. Bölgeyi ele geçirmesinden sonra “Hakan” ve “beylerbeyi” konumuna geçen Tuğrul Bey, bu siyasi ve idari pozisyonu, kendisiyle yapılan anlaşmayla çevredeki Kürt beyleri tarafından kabul edilmişti. Anlaşma gereğince alt kademedeki Kürt beyleri de, daha üst kademede bulunan Selçuklu Sultanlarına bağlanmışlar; onları yıllık vergi ve savaş zamanında onlara asker vermeye mecbur edilmişlerdi. Yani din kardeşliği, işin süslü vitriniydi.

Faik Bulut-GAZETE DUVAR

 

Siyaset Haberleri

Bakan Reşid: Vatandaşlardan nüfus sayımı için memleketlerine dönmelerini istiyoruz
Kürdistan Bölgesi ve Irak'ta nüfus sayımı süreci başladı: 2 günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi
İran ile Elon Musk 'arasında gizli görüşme'
Fransa, 40 yıldır cezaevinde tutulan FHKC üyesini serbest bırakıyor
Bakan Işıkhan: Belediyelere haciz işlemi başlatacağız