Bağımsızlık ilan etmenin size uluslararası bir konum kazandıracağını, Birleşmiş Milletler nezdinde size ifade hakkı getireceğini, sizi uluslararası yardım alma niteliğine kavuşturacağını ve size yönelik bir saldırının uluslararası hukukun ihlali anlamına geleceğini görmüyor musunuz? Özerklik hiçbir yasal ya da uluslararası koruma getirmemektedir. İskandinavya’dan tutun da Kafkasya’ya, Yunanistan’dan tutun da Kıbrıs ve Yugoslavya’ya kadar, pek çok ülkenin derhal sizi tanımaya hazır olduğunu görmüyor musunuz… Acele edin, birkaç ömürde bir halkınız için doğan bu tarihi fırsatı, kaçırmak üzeresiniz. Fazla zaman kalmadı. Acele edin, acele edin…”
Öncelikle Kürt Sfenks’inin sakalının öyküsünü anlatmama izin verin, çünkü bizler en son aptallığa ulaşmadan önce, 1919-1922 dünyasına sunulan öykü buydu. Paris Barış Konferansına ulus olan ya da ulus olmak isteyen tüm halkların; etnik grupların, aşiretlerin ve benzerlerinin temsilcileri katılmıştı. Paris Barış Konferansı tüm umutların birbirleri ile çarpıştıkları bir yer olmuştu. Woodrow Wilson bir ürün çeşidi olarak “self-determinasyonu” pazarlıyordu. Kendi “parlak geleceği”ne ilişkin prensipleriyle donanmış olan, Amerika kıtalarındaki yayılışını kutsayan genç bir süper devletin başı olarak Woodrow Wilson’ın, Fas’tan tutun da Mandalay’a kadar, oy hakkı bulunmayanların siyasi haklarını Avrupa sömürgeci imparatorluklarında savunmakla kaybedecek fazlaca bir şeyi yoktu. (Ne var ki, Wilson Manila’da, Filipinlilerin aynı self-determinasyon istemlerini, (peygamberliğini New York’lu John O’Sullivan’ın yaptığı) Amerikan’ın parlak geleceğine yönelik bir hakaret olarak görüyordu). Avrupalıların kendi imparatorluk emellerini kaçınılmaz bir kader olarak görmüş olmaları olgusu Wilson için bir şey ifade etmiyordu. Amerikalıların imparatorluğu hariç, tüm diğer imparatorluklar inceleme altına alınıyor ve her yerde herkesten, taleplerini ve temsilcilerini Paris Barış Konferansına göndermeleri istenmişti. Ve herkes de çağrıya karşılık verdi. Buna Kürtler de dahildi.
Kürtler, sömürgeci güçlerin hak ettiğini düşündüklerinden daha az şey talep eden tek grup olarak kısa süre içinde Konferansın yıldızı haline geldiler; süper yıldız olamasalar da! Böylece herkes sonunda adil bir pay elde edebilmek için daha fazla şey isterken, Kürtler daha az şey isteyip sonunda hiçbir şey elde edemediler.
Bunun nasıl gerçekleştiğini açıklayayım. Kürdistan da dahil olmak üzere, Avrupalıların Ortadoğu’ nun kuzeyi için hazırladığı etnik haritalar, 20. yy’ın gelişiyle birlikte etkileyici bir doğruluk kazanmaya başlamıştı. Britanya Kraliyet Coğrafya Cemiyeti tarafından çizilen ve 1906 yılında yayımlanan büyük bir renkli harita Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgeleri öyle isabetli bir doğrulukla tanımlıyordu ki, bugün 93 yıl sonra bile bu harita rakipsiz olmaya devam ediyor. Bu harita Paris Konferansı esnasında o bölge ile ilgili çalışmaların temel haritası haline gelmişti.
“Maunsell’in Haritası,” İngiliz hükümetinin I. Dünya Savaşı öncesi I. Anlaşma kapsamındaki alanın etnografik haritası.
Kendi halkının çıkarlarını doğal olarak tüm diğer halkların çıkarından daha çok öne çıkaran konferanstaki Ermeni heyeti, bu haritayı tamamen göz ardı etmiş ve bağımsız bir Ermenistan’ın sınırları hakkında Ermenilerin hazırladığı başka bir haritayı konferansa sunmuştu. Ermeni heyetinin sunduğu harita günümüzdeki Türkiye Kürdistanı’nın tümünü, Irak ve Suriye Kürdistanın’dan büyükçe parçaları ve bir önlem olarak haritaya dahil edilen Türklerin, Türkmenlerin ve Arapların yaşadıkları geniş bölgeleri kapsıyordu. Bu haritanın kapsadığı topraklar Adana ve Akdeniz’den Karadeniz Kıyıları’na ve Azerbaycan ortalarına dek uzanıyordu. Ermeniler bunda ciddi miydi? Hem evet hem hayır. Zaten diplomasi ve görüşmeler sanatı da tüm bunlardan ibaret değil midir. Ben burada Ermeni heyetini eleştirmiyorum. Tam tersine, her şeyden ve herkesten önce kendi halkının çıkarlarını düşündükleri için onları takdir ediyorum. Keşke Kürt heyeti de bunu yapabilseydi.
Ermeni heyeti, Konferansın o başlangıç aşamasında talep ettikleri o geniş toprakların tümünü alamayacaklarını elbette biliyordu ve zaten böyle bir arzusu da yoktu. Eğer Ermeniler istedikleri her şeyi elde etselerdi, Kürtlerin, Türklerin ve Türkmenlerin ardından küçük bir azınlık olarak kalacaklardı. Ermeniler daha sonra taleplerini yumuşatarak, 1921 Sevr Anlaşmasında görülen taleplere dönüştürdüler: Ermenistan Platosu ve Antik Merkezi Ermenistan’dan oluşan bir Ermenistan’dı bu talep. Ermenistan’ın o “yumuşatılmış” versiyonuna rağmen Kürtlerin hala sayıca Ermenilerden daha fazla oluşları hiçbir sorun teşkil etmemişti. Bu Kürt çoğunluk idare edilebilir bir düzeydeydi; ve daha da önemlisi, Kürtlere dayatılacak birkaç kitlesel göç dengeyi arzulanabilir bir orana getirebilirdi. Ermeni talepleri standart taleplerdi. Çok şey iste; kendi adil hakkından daha fazlasını elde et; alandaki etnik olgularla oynayarak bu hakkı adil hale getirmek üzere derhal işe koyul.
Oysa Kürtler hiç de böyle değildi. Paris Konferansındaki Kürt heyeti elbette İngilizler tarafından çizilen etnik haritayı kullandı; Kürtlerin “Kürdistan” haritası, ancak İngilizler tarafından çizilen harita kullanıldığı zaman bir anlamı olan unsurları içeriyordu. Ancak Kürtlerin konferansa sundukları haritaya yansıyan Kürt toprak talepleri kuzey Kürdistan’ın tümünü Van’dan tutun da Ardahan’a, Muş’tan Maku’ya kadar dışarıda bırakıyordu. Kürtler, Ermenilerin “yumuşatılmış” taleplerinde istedikleri ve Sevr Anlaşmasında onayını aldıkları tüm toprakları özenle kendi taleplerinin dışında bırakmışlardı. Kürt haritası Ermeni taleplerini yalnızca makul bir şekilde, ilk Kürt Tarih kitabının yazarı olan Şerafeddini Bitlisi’nin doğum yeri olan Bitlis şehrini içine alma noktasında çiğnemektedir.
Paris Barış Konferansının hazırlık aşamasında, kendi ülkelerinin kuşa çevrilmiş halini, yani kuzey Kürdistan’ın tümünü, Fırat nehrinin batısında kalan tüm Kürtleri, (sınırdaki dar bir şerit dışında) İran’daki tüm Kürtleri, Suriye Kürtlerinin çoğunu ve Kafkasya’daki tüm Kürtleri bilerek ve kasıtlı olarak dışarıda bırakan bir toprak parçasını değerlendirmeye sunan bir Kürt heyeti vardı. Düşünün ki, yine bu aynı konferansın hazırlık aşamasında Polonyalılar, 1200 yıl önce kendilerine ait olduğunu ileri sürerek Berlin’i talep ediyor, Ermeniler 2100 yıl önce sadece 8 yıllığına Büyük Tigran’ın egemenliği altında bulundu diye Antakya’yı talep ediyorlardı!
İngilizler tarafından çizilen harita mevcutken ve Kürtler tarafından da kullanılıyorken, Kürtleri böylesine yüce gönüllü davranmaya sevk eden şey eğer düpedüz cahillik değilse nedir? Hiç kuşkusuz yanlış yapılan öncelikler sıralamasıdır. Kendi halkının çıkarlarını savunmak üzere konferansa gönderilen bu Kürt heyeti, benzersiz bir erkeksi cömertlikle, Kürt anavatanından birkaç parçayı dostlara ve komşulara vermemeyi bir şekilde gururuna yedirememişti. Bu pehlivanların sefalet içindeki kendi halkları pahasına bu cömertliği sergilediği kimin umurundaydı.
Kürt liderler yanlış yola sapmış yüce gönüllülüklerinden vazgeçmek yerine Kürtleri lanetlerler
Öncelikleri yanlış sıralamaya ve cömertliğe yönelik bu eğilim günümüzde de sürüyor. Kısa bir süre önce kurulan Sürgünde Kürt Parlamentosu’nun (1995 yılında Lahey’de yapılan) ilk birleşimine ilişkin belgelerde, hemen Paris Barış Konferansı’nı insan aklına getiren tuhaf bir paragrafı da içeriyordu. Sürgünde Kürt Parlamentosu’nun Kuruluş Deklerasyonu’nun 1995 yılında Paris Barış Konferansından tam 76 yıl sonra onaylanan “Kürdistan Halkları ve Dini Cemaatler” başlıklı I. Maddesinde şöyle denilmektedir:
“Kürdistan’da Kürtlere ek olarak, Asuriler ve Ermeniler yaşamaktadır. Onlar da işgalci güçlerin zulmüne maruz kalmışlardır. Böl ve yönet politikalarına tabi tutulan Kürdistan halkları, zaman zaman kendi aralarında savaşmış ve birbirlerini ortak anavatandan göç etmeye zorlamışlardır. Bu faktörler Asuri ve Ermeni nüfusun düşük kalmasına yol açmıştır. Günümüzde onlar Kürdistan’da nüfusun yaklaşık olarak %10’unu teşkil etmektedir. Kürdistan’da yaşayan halklar farklı inançlara ve dinlere sahiptirler. İnananların önemli bir kısmı Müslüman’dır. Bu inanç çeşitliliği, Kürdistan’ı işgal eden güçlerin bir inanç grubunu başka bir inanç grubuna karşı kışkırtmasını ve her iki grubu da karşılıklı olarak zayıflatmasını mümkün kılmıştır…”
Demek Kürdistan nüfusunun %10’u Ermeni ve Asuri, öyle mi? Peki bunun nasıl bir rakama tekabül ettiğini söyler misiniz? Parlamento aynı belgede günümüzde 40 milyon Kürdün yaşamakta olduğunu belirtmiştir. Bu durumda, söz konusu açıklama günümüzde Kürdistan’da 4 milyon Ermeni ve Asuri’nin yaşadığı anlamına geliyor. Galiba birilerinin bu güzel haberi Ermenilere ve Asurilere vermesi gerek! Kürt Parlamentosunun bu ihtiyat dolu kararına göre Kürdistan’da, Ermenistan Cumhuriyetinde (ve henüz kurulmamış olan Asuri ülkesinde) yaşayanlardan daha fazla sayıda Ermeni ve Asuri yaşamaktadır.
Parlamentonun verdiği toplam 40 milyon Kürt rakamını 25 milyon gibi daha ılımlı bir rakama indirdiğimizde bile, yine Kürdistan’da günümüzde 2.5 milyon Ermeni ve Asurinin yaşadığı gibi bir rakam karşımıza çıkıyor. Ermenilerin kendi istatistikleri Suriye’de 75.000 Irak’ta 10.000 İran’da 150.000 ve Türkiye’de 75.000 Ermeninin yaşadığını belirtmektedir (Bournoutian, 1994, 18386). Bu da, İran, Irak, Suriye ve Türkiye devletlerinin tümünde toplam 310.000 Ermeni yaşadığını gösteriyor. Bunların tümü Kürdistan topraklarında yaşıyor olsalar bile ki önemli bir kısmı Kürdistan topraklarında yaşamıyor yine de Kürtlerin toplam nüfusunun %01.2’sini teşkil edeceklerdi. Gerçekte ise, Kürdistan’da yaşayan Ermenilerin nüfusu 10.000’in altındadır, Asuri nüfusu ise 250.000 gibi bir rakamdır. Ermeniler ve Asuriler birlikte toplam Kürt nüfusunun %1’ini teşkil etmektedir ve Kürtlerin yoğun nüfus artışı ile Asurilerin batıya göçleri nedeniyle bu oran hızla düşmektedir. Bu Parlamento, Kürdistan’da yaşayan bu iki azınlığın nüfusunu on kat yükseltirken, hem de bunu sözümona haklarını savunmakla yükümlü olduğu Kürtlere rağmen yaparken, dünyanın neresinde, hangi kanıtlara veya hangi gerekçelere dayanmıştır?
Üstelik hepsi bu kadar da değil. Kürt parlamenterler daha da ileri gitmişlerdir. Bu Kürt parlamenterleri Kürdistan’daki Ermeni ve Asuri nüfus için verdikleri 4 milyon rakamının bile fazlasıyla düşük olduğuna inanmaktadırlar. I. Maddeyi bir kez daha okuyun. Bu maddede şu vurgulanıyor; “Bu faktörler [çatışmalar ve göçler] Asurilerin ve Ermenilerin nüfuslarını düşük tutmuştur.” Peki bay ve bayan parlamenterler sizce doğru rakam nedir? %20 veya %40 falan mı? Ya da belki de tam tersi. Neden %90 Ermeni ve Asuri, %10 da Kürt olmasın ki? Gördüğünüz gibi, kendi yüzlerini kurtarmak için Mısır’ın tarihi mirasını feda eden Mısır liderleri yalnız değiller. Kürt liderler de yanlış yola sapmış yüce gönüllülüklerinden vazgeçmek yerine Kürtleri lanetlerler.
Üstelik bu tahrifat rakamlarla da sınırlı kalmıyor. Kürdistan parlamentosunun şu sözlerinin geçtiği I. Maddeye biraz daha yakından bakın; “…Kürdistan halkları zaman zaman kendi aralarında savaşmış ve birbirlerini ortak anavatandan göç etmeye zorlamışlardır.” Bundan olsa olsa şöyle bir anlam çıkar; Kürtler günümüzde hala, başkalarını “göç etmeye” zorlayan iç savaşlardan önce yaşadıkları yerlerde yaşadıklarına göre, diğer herkesi zorla göç ettirenler Kürtler olsa gerek.
Ermeniler ve Asuriler bile, kendilerini göç etmek ya da ölmek zorunda bırakan şeyin Osmanlı ordusu ve Talat Paşa’nın zulmü olduğunu kabul etmektedir. Kürt parlamenterleri, ortada çok az suç olmasına ya da hiç olmamasına rağmen, suçu kendi halklarına atfeden dünyadaki yegâne temsilciler olsa gerek. Üstelik tüm diğer ulusal liderlerin kendi bileşenlerini, eski ya da yeni, büyük ya da küçük, tüm günahlardan arındırdığı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu size hatırlatmak isterim.
Hiç kuşkusuz, Ermeniler ve Asuriler kendi haklarını korumak için dünya çapında yetenekli liderlere ve gürültücü örgütlere sahiptirler. Peki Kürt liderlerin ve Kürt parlamenterlerin de Kürtlerin haklarını korumaları gerekmiyor mu? Yoksa onlar şu eski özdeyişten habersizler mi: “Eğer ben kendimi saymazsam, kim beni sayar?” Sürgündeki ilk Kürt Parlamentosunun Anayasasının, “4 milyonluk” hayali Ermeni ve Asuri yurttaşın hakları için kaygılanmak yerine, Kürdistan’ın gerçek yurttaşları olan on milyonlarca Kürt üzerinde yoğunlaşması gerekmez mi?
Ermenistan Cumhuriyeti Anayasası’nın neresinde Kürtler kendi isimleriyle anılıyor? Ermenistan, ülkesinde yaşayan tüm Kürt nüfusunu 1991 ile 1994 yılları arasında sürdü. Aynı dönemde NagornoKarabağ’daki Ermeni askerlerinin yardımıyla Kafkasya’daki tarihi Kızıl Kürdistan tamamen ortadan kaldırıldı. Bu olaylar geride 200.000 Kürt mülteci, kesin sayısı bilinmeyen ölümler, yaralanmalar ve sefalet bırakarak bitti. Ancak son sekiz yıldır Kürtlere karşı girişilen bu hak ihlallerine ilişkin olarak, Ermeni kaynaklarında vicdanın sesini ifade edebilecek tek bir kelimeye, tek bir pişmanlık belirtisine rastlamak mümkün değil; tıpkı tüm bu yapılanların itirafına rastlamadığımız gibi. Kürt parlamenterleri 80 yıl önce cereyan eden ve geride 600.000 Kürt ölü bırakan olaylar hakkındaki üzüntülerini ifade edip Ermenilerden özür dilemekte fazlasıyla ileri gitmişlerdir. Oysa Ermeniler, Asuriler, Ruslar ve Türkler henüz bu Kürt kurbanları için özür dilemiş değillerdir.
Sürgünde Kürt Parlamentosunun parlamenterleri, siz tam da Paris Barış Konferansındaki Kürt delegelerin torunları olmayı hakkediyorsunuz. Ama geriye dönüp 1919 yılına ve Paris’e bakmanız gerekmiyor. Çünkü bugün yerel Kürt şeyhleri, ağaları ve siyasi parti liderleri arasında size eşdeğer olan pek çok yetenek var.
Sayın Talabani Kürt muhalefet partilerinin artık Kerkük’ü Kürdistan’ın birleşik parçası olarak değerlendirmediklerini söyledi. (New York Times, 3 Mayıs 1991)
1992 Yılında Ankara’da kendilerine “Musul Vilayeti Konseyi” diyen Kürt şeyhlerinden ve ağalarından oluşan bir birlik tarafından bir Self-Determinasyon Deklerasyonu yayınlandı. Bu Kürt şeyh ve ağalarının çoktan unutulmuş Osmanlı Türk isimlendirmesi olan “Musul Vilayeti” adını yeniden canlandırmış olmaları, onların Kürtlerin haklarından ziyade Türk hükümetinin haklarını yeniden gündeme getirme hevesinde olduklarının kesin bir işaretidir. Daha da önemlisi, bu Kürt şeyhleri ve ağaları Kerkük’teki Kürt petrol kaynaklarını Irak’ta yaşayan “Türkmen ailelere” ve “Türk vatandaşlarına” armağan etmeye hazırlar. Onların bu deklerasyonunda şöyle deniliyordu: “Irak Hükümeti, inisiyatifi yeniden ele almak ve en değerli ganimetini, yani bu doğal kaynakların tek yasal sahipleri olan Kürt aşiretlerine, bazı Türkmen ailelerine ve bazı Türk vatandaşlarına rağmen sömürdüğü Kerkük petrol yataklarını kurtarmak üzere başlattığı sahtekârca girişimler dikkate alındığında…” Bu şeyhler ve ağalar daha sonra, petrol gelirlerinin %30’unu Kerkük’ün bu “Türk vatandaşları”na tahsis edilmesini önerdiler.
Bu saygıdeğer Kürt şeyhleri ve ağaları, “Türk vatandaşları” derken elbette Irak’taki Türkmenler’den söz etmektedirler. Peki Irak’ta, Kerkük’teki petrol yataklarından elde edilen petrol gelirlerinin %30’unu hakkedecek Türkmenlerin nüfusu ne kadardır acaba? Tüm Irak’ta yaşayan Türkmenlerin nüfusu yaklaşık olarak 360,000’dir. Bu rakam, Türkmenlerin 1947’den sonraki nüfusu dört katına çıkarılarak elde edilmiştir; 1947 yılında İngilizlerin denetimi altında yapılan Irak resmi nüfus sayımında ülkedeki Türkmenlerin nüfusu 92,000 olarak tespit edilmiştir (H. Batatu, 1978, 40). Mevcut nüfusun muhtemelen yarısı Kürt topraklarında yaşamaktadır. Bu ise, 1990 yılı itibariyle Irak Kürdistanı’nın tümünde 180,000 Türkmen’in yaşadığı anlamına gelmektedir. 1990 Yılında Irak’ta yaşayan ya da Irak Kürdistan’ından olup dışarıda mülteci olarak yaşayan Irak Kürtlerinin nüfusu yaklaşık olarak 3.9 milyondu. Bu yüzden Türkmenler Irak Kürdistanı nüfusunun yaklaşık olarak %4.6’sını teşkil ediyordu. Bu Kürt şeyh ve ağalarını, söz konusu Türkmen nüfusun Kerkük petrol gelirlerinin %30’unu hakkettiğine karar vermelerine yol açan zihinsel saçmalık, Sürgünde Kürt Parlamentosu parlamenterlerinin, Kürdistan’da yaşayan Ermeniler ve Asurilerin nüfusu için kendi icatları olan “4 milyon” rakamını bile düşük bulmalarına yol açan aynı saçmalığın ta kendisidir.
Kürt aşiret liderleri ve şeyhler 1991 yılında Ankara’da kendi uluslarının servetinin %30’unu başkalarına hibe etmekle meşgulken, Kürt siyasi liderleri de Kerkük petrolünden vazgeçip bir önlem olarak şehri pazarlık konusu yapabilecekleri nosyonu ile oynamakta şeyh ve ağalardan daha cömert davranıyorlardı. Kürt cömertliğinin bu unutulmaz jestini yapan kişinin kendisi de bir Kerküklü olan Kürt siyasi lideri Celal Talabani’den başkası değildi. Onun bu konuyla ilgili açıklaması 3 Mayıs 1991 tarihli New York Times gazetesinde çıktı: “Sayın Talabani Kürt muhalif partilerinin Kerkük’ü artık Kürdistan’ın birleşik bir parçası olarak değerlendirmediklerini söyledi.”
Demek Kerkük Kürdistan’ın birleşik bir parçası değilmiş, öyle mi Bay Talabani? Peki şehrin 3800 yıl önce Kürtlerin Hurri ataları tarafından kurulup Arrap’he olarak adlandırılması sizin için hiç mi bir şey ifade etmiyor? Arrap’he’nın birçok tüccar ailesinin ortaya çıkarılan, tercüme edilen ve yayınlanan tüm arşivlerinde buranın bir Sami (yani Asurlular, Babilliler ve günümüzdeki Araplar gibi) şehri olmayıp, bir Hurri metropolü olduğuna işaret etmesinin de mi bir anlamı yok? Elbette Türkmenler bölgede 3000 yıl daha ortalıkta yoklar. Siz modern bir Kürt lideri olarak, Sasani kaynaklarına göre sizin atanız ve Kerkük ile Süleymaniye’nin kralı olan Yezdankart’ın (Domitianus), Partiya’daki diğer federe Kürt krallıklarının Pers işgalcilere karşı savunulmasına katılmasını, diğer Kürtleri savunurken M.S. 226 yılında kendi krallığını ve hayatını kaybedecek kadar kendisini Kürt hissetmiş olmasını nasıl yorumlarsınız acaba? Bay Talabani, aynı Sasani kaynakları Kral Yezdankart’ı bir “kurt”, yani Kürt olarak tanımlamaktadır.
Böyle bir tarihsel geçmişe rağmen, eşsiz Kürt hicivcisi Rıza Talabani’nin ve bizzat Talabani aşiretinin doğum yeri olan Kerkük, böylece Celal Talabani tarafından Kürdistan’ın birleşik parçası olmayan bir şehir olarak ilan ediliyor. Antik Arrap’he’nın 3,500 yıllık arşivleri arasında korunan aile isimlerinden biri “Tella” olarak geçmektedir (Grosz, 1988; Dosch, 1981). Bu isim size bir yerlerden tanıdık geliyor mu bay Talabani? İsterseniz şöyle bir deneme yapın; Tellawand>Talawan>Talaban. Evet, evet, kendi soyadınız ve aşiretiniz beyefendi!
Peki ne oluyor da, Kürtlerin yaşam alanı olan Kerkük’ün 3,800 yıllık Kürt tarihi bu Kürt lideri etkilemiyor da, Türk hükümetinin 81 yıl önce sona eren fethe dayalı iddiaları etkiliyor? Türklerin 1536 ile 1917 yılları arasında Kekük’ü aralıklarla işgal ettikleri doğrudur. Ancak bu zaman diliminin yarısından fazlasında, Kerkük Türklerin denetiminin dışındaydı ve Persler ya da yerel Kürt prensleri tarafından yönetiliyordu. 1750’li Yıllardan 1830’lu yıllara kadar Irak üzerindeki Osmanlı otoritesi neredeyse yok gibiydi. Gürcistanlı Memlükler (paralı askerler) Bağdat’tan babadan oğula geçen bir yönetim ile ülkeyi yönetiyor, Kürt Baban prensliği ise Kerkük’ü ve orta Kürdistan’daki diğer komşu şehirleri yönetiyordu (Longrigg, 1925, bölümler 711).
Eğer daha önce yapılan fetihler toprak iddialarını meşrulaştırıyorsa, o zaman Türklerin kesintisiz olarak 500 yıl boyunca ellerinde tuttukları Atina, Belgrad, Sofya ve Kudüs üzerinde çok daha tartışmasız hakları var demektir; zira Atina 1829 yılına kadar, Belgrad ve Sofya 1878 yılına kadar ve Kudüs 1917 yılına kadar Türklerin elinde olmuştur. Türkler bu şehirlerden her birini ellerinde tuttukları zaman diliminin yarısından da az olan bir dönem boyunca Kerkük’ü ellerinde tutmuşlardır. Ne Yunan ne Sırp ne Bulgar ne de İsrail liderleri kendi anavatanlarını Türklerin yönetimi altına sokmak gibi bir heves içinde değillerdir. Bu yalnızca Kürt liderlerine özgü bir durum. Ah bu hastalığın sebebini bir anlayabilsek!
Mesud Barzani ile Celal Talabani’nin Ağustos 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne geldikleri zamanı hatırlıyorum: Washington’a yapılan bir iadei ziyaret ve Capitol Hill’de yapılan çeşitli toplantılardan sonra, Human Rights Watch’un Genel Merkezinde bir basın toplantısı yapmak üzere New York’a gelmişlerdi. Bu tam da bir düzine yeni ve bağımsız ülkenin Avrupa ve Asya’da ortaya çıktığı bir dönemdi. Yugoslavya’daki karışıklık henüz başlamamıştı. Hem ezilen hem de pek fazla ezilmeyen etnik gruplar için yeni bir ulusal selfdeterminasyon, kurtuluş ve bağımsızlık dönemi başlamıştı. Kürdistan sınırlarında, bileşenleri aynı zamanda İran ve Türkiye’de de yaşayan üç yeni cumhuriyet ilan edilmişti: Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan. Öyle ki, İran’da, bağımsızlığını henüz yeni kazanmış Azerbaycan Cumhuriyetin’de yaşayanlardan daha fazla Azeri yaşıyordu ve halen de yaşamaktadır.
Yine Ağustos 1992 yılında, George Bush başkanlık seçimlerinde yeniden adaylığını koymuştu. ABD ekonomisinin durgunluğa girdiği bu dönemde George Bush’un ikinci bir kez seçilebilmek için kullanabileceği en kusursuz başarı, Irak karşısındaki “kansız” zaferdi. Saddam gazabından kaçmak için karlı dağları aşan bir milyon Kürdün görüntüsü, kolay etkilenen Amerikalıların belleğinde hala tazeliğini koruyordu. Amerikan kamuoyunun sempatisi sayesinde ABD kuzey Irak’taki Kürtler için bir “güvenlik” bölgesi oluşturmuş ve Kürtlerin kendi güçleri Irak Kürdistanı’nın yarısını kendi denetimleri altına almıştı. Bay Bush Saddam’ı nasıl yumruklayıp Kürtlerin üzerine nasıl titrediğini sık sık seçmenlere hatırlatıyordu. Saldırıya uğramış bir Irak Kürdistanı, George Bush’un tam da seçimlerin birkaç ay öncesinde izin verebileceği bir şey değildi yani.
İşte böylesine mükemmel bir zemin söz konusu olduğundan, ben de kendimi Ağustos 1992’deki o toplantının seçkin dinleyicileri arasında, Barzani ve Talabani şirketinin huzurunda buldum. Barzani ile Talabani, her zaman yaptıkları gibi, Saddam Hüseyin’in işlediği hak ihlallerini sıraladıktan sonra, Irak Kürtleri için daha fazla para talep ettiler; o anda o toplantı odasında bulunmayanlardan bile. Barzani ile Talabani konuşmalarını tamamladılar ve sıra sorulara geldi. 1992 Yılının Ağustos ayında olduğumuz için, ben kendi adıma oldukça vazgeçilmez bulduğum soruyu sordum: “Niçin bağımsızlık ilan etmiyorsunuz? Bunun için zamanın uygun olduğunu görmüyor musunuz; Kürtler bu doğrultudaki son fırsatı 1919 yılında kaçırdığından beri hep bu fırsat penceresinin açılmasını beklediler.” Talabani şöyle cevap verdi; “Bağımsızlık ilanı politik olarak gerçekçi değil.” Etrafındaki Batılı dostlarına bakan Barzani ise, “onlara sorun” diye cevap verdi. Soğukkanlılığımı kaybederek şöyle dedim; “Her gün yeni bir ülke bağımsızlığını ilan ediyor. Üç tanesi tam sizin yanı başınızda bağımsızlığını ilan etti. George Bush Kürtlerin boğazlanmasına izin vermeyi göze alamaz. Üstelik George Bush bunu göze alabilse bile, herhangi bir başka güç, sırf son beş yıl içinde Irak Kürtlerine yapılanlardan daha fazla ne yapabilir ki. Bağımsızlık ilan etmenin size uluslararası bir konum kazandıracağını, Birleşmiş Milletler nezdinde size ifade hakkı getireceğini, sizi uluslararası yardım alma niteliğine kavuşturacağını ve size yönelik bir saldırının uluslararası hukukun ihlali anlamına geleceğini görmüyor musunuz? Özerklik hiçbir yasal ya da uluslararası koruma getirmemektedir. İskandinavya’dan tutun da Kafkasya’ya, Yunanistan’dan tutun da Kıbrıs ve Yugoslavya’ya kadar, pek çok ülkenin derhal sizi tanımaya hazır olduğunu görmüyor musunuz… Acele edin, birkaç ömürde bir halkınız için doğan bu tarihi fırsatı, kaçırmak üzeresiniz. Fazla zaman kalmadı. Acele edin, acele edin…”
Ancak Kürt liderleri kendi acı çeken halkları için bağımsızlık gibi bir şey ilan etmekte hiç de acele etmiyorlardı. Bunu yapmak yerine, yabancı dostlarını gücendirmemek için yanıp tutuşuyorlardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi, o zamanda bu durum bir özgürlük çağrısına cevap vermekten daha ciddi bir anlama, her Kürde annesinden emdiği süt aracılığıyla geçen bir çırpınış anlamına geliyordu. Bu iki Kürt, kendi halkı için, Ankara, Bağdat, Şam, Erivan, Tahran, Tel Aviv ve Washington’daki dostları için ne olursa olsun, bunlar iyi ahbaptır. Bu dostlukların yapısı ve yönelimi tarihsel olarak belgelenmiştir ve bu ayrıntılar üzerinde daha fazla durmak gerekmiyor.
1992 Yılının Aralık ayına gelindiğinde, George Bush seçimi kaybetmiş, eski Yugoslavya’da savaş başlamış, uluslararası arenadaki etnik self-determinasyon heyecanı uçup gitmiş ve Amitai Etzioni gibi akademik bilirkişiler “Self-Determinasyonun Kötülükleri” başlıklı manifestolar (Foreign Policy, 89, Kış 1992-93) yumurtlamaya başlamışlardı. Kürtler bir kez daha önceliklerini yanlış sıralamayı başarmışlar ve üstelik bu defa büyük bir başarı sağlamışlardı!
Tüm bunlardan dolayı halk suçlanmalı mı? gibi bir soru akıllara gelebilir. Mısırlıların tarihsel mirasının su altında kalmasını planlayan ve bu mirası kurtarmaya çalışan yabancılara eziyet etmekten keyif alan Başkan Nasır’ın Mısır Hükümeti değil miydi? Enver Sedat ile Hüsnü Mübarek hükümetleri, Sfenks’in sakalı ile ilgili cereyan eden tartışmayı hokkabazca bir çabuklukla bertaraf etti. Peki Kürtleri yanlış yönetenler Kürt liderler değil mi? Daha iyi bir liderlik, 1919 yılında yapılan tarihsel hataların 1991’de tekrarlanmasının önüne geçmez miydi?
Son yıllarda, pek çok Kürt, Türkiye’deki Kürtlerin daha örgütlü ve sistematik liderliğini takdir etmeye başlamıştır. Eğer bu liderlik 1991 ve 1992 yılında Irak’a da yansımış olsaydı her şey daha farklı olabilir miydi? İranlıların bu soru karşısında pratik bir cevapları vardır. İtalyan gazeteci Oriana Fallaci 1972 yılında İran Şahı Rıza’ya, kendisinin niçin İranlılara, İsveç kralının İsveçlilere davrandığı kadar soylu davranmadığı gibi keskin bir soru sormuştu. Şah’ın cevabı da bir o kadar keskin olmuştu: “İranlılar ne zaman İsveçliler gibi davrandılarsa ben de o zaman onlara İsveç kralının İsveçlilere davrandığı gibi davranacağım.” İranlılar bu açıklamayı şiddetle kınadılar. Daha iyisini hakkettiklerine inanan İranlılar, İslam Cumhuriyeti’ni kendi başlarına getirmek üzere harekete geçtiler. Şimdi onlara hakkettikleri gibi davranılıyor.
Şahın bu özdeyişinden yararlanarak, liderliği değiştirmenin hemen hemen aynı sonucu doğuracağını söyleyebiliriz. Hükümetler ve liderler, kendilerini oluşturan bileşenlerin ahlaki yapılarını, bilinç düzeyini, birleşmişliğini ya da bölünmüşlüğünü yansıtırlar. Bütün kendi parçalarının toplamından oluşur. Bir lider, bir parlamenter ya da bir barış heyeti niçin temsil ettiklerinden daha iyi ya da daha kötü olsun ki? Kürtlerin yanlış sıralanmış öncelikleri ifadesini, Kürt liderlerinin yanlış sıralanmış önceliklerinde bulmaktadır. 1992 Yılından bu yana hiçbir Kürt Ermenilerin Ermenistan’da ve Azerbaycan’da Kürtlere karşı yaptığı hak ihlallerini ne öğrenme zahmetinde bulunmuş ne de herhangi bir şekilde Ermenileri protesto etmiştir. Ha keza Irak’taki Kürt aydınları da kendi Kürt yönetimlerinin 1992 yılından bu yana yaptığı hak ihlallerini herhangi bir şekilde kınamamışlardır.
Son zamanlarda genç bir Kürt eylemci beni, Azerilerden tutun da Cengiz Han ve Hun imparatoru Atilla’ya kadar, Kürtlere ve Ermenilere karşı tarihsel olarak işlenen hak ihlallerini protesto eden bir Ermeni grubu tarafından düzenlenen bir dayanışma programına katılmamı istedi. Ben de Ermenistan’daki Kürtlere yönelik etnik temizliği ve Kızıl Kürdistan sorununu gündeme getirdim ve bu genç eylemcinin önce Ermeni gruptan tüm bu yapılanları ve kendi hükümetini kınayan bir açıklama yapmasını istemesini istedim. Ben bunun, herhangi bir ortak çalışmadan önce yapılmasını istedim. “Evet, ama siz toplantıya katılabilecek misiniz?” diye soruyordu hala!
Belki de Kürtler önce vatandaşlar ve ancak ondan sonra liderler kendi uluslarının önceliklerini başka halkların önceliklerinin üstüne koyma soyluluğu göstermelidir. Önce yükseltilmesi gereken şey tek tek her Kürt bireyinin bilinç düzeyidir. Bu bilinç düzeyinin yükseltilmesi başarıldığı zaman, bu durum kaçınılmaz olarak aydınlara, temsilcilere ve liderlere de yansıyacaktır. Çünkü temsilciler tam da şöyle kişilerdir: onlar politik, düşünsel ve psikolojik olarak kendi halkını temsil eder ve o halkın durumunu yansıtır. Hiçbir ulus, böylesi erdemleri önce bireysel vatandaşlar arasında yerleşik hale getirmeden, önceliklerin tesis edilmesini ve kendi liderlerinin yükümlülüklerini yerine getirmesini bekleyemez.
Yukarıdan dayatılan bir değişim diktatöre tekabül eder: ve hepimiz çok iyi biliyoruz ki, diktatörler toplumsal ufukları genişletmez, tersine daraltır. Bu bağlamda 1820’de Thomas Jefferson şöyle yazıyordu:
“Toplumun nihai güçlerinin güvenli kaynağı olarak halkın kendisinden başka hiçbir şey tanımıyorum, ve eğer biz halkın bu denetimi sağduyulu biçimde uygulayacak kadar aydınlanmış olmadığına inanıyorsak, yapılacak şey bu gücü halktan almak değil, onlara bu sağduyuyu kazandırmaktır.”
*Harvard Üniversitesi Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Kürsüsü
İngilizceden çeviren: Cemal Atila
Kaynak: Nerina Azad