Murad Ciwan
Bu yazı, Lozan sürecinde Musul sorununun nasıl başlayıp sonuçlandığına, Kürt-Türk kardeşliğine Türklerce nasıl hançer vurulduğuna ve Kürdistan’ın dört parçaya nasıl bölündüğüne, sürecin tarihsel yanlarına ışık tutmayı amaçlıyor.
Lozan öncesinde Musul’un nüfusu
Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya vilayetleri üzerine yazdığı ve 1890- 1891’de Paris’te dört cilt olarak yayımlanan La Turquie d’Asie adlı eserinde, Vital Cuinet, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Diyarbakır, Halep ve Bağdat vilayetleri ile İran sınırı tarafından çevrelenen Musul Vilayeti’nin yüzölçümünü 75.700 kilometre kare, nüfusunu ise 300.280 olarak verir. Cuniet’nin verdiği sınırlarda Musul, 1890 yılı öncesinde, sadece bugünkü Güney Kürdistan topraklarını değil, Bağdat ve Halep vilayetlerinin devamı niteliğindeki güneyin Arap çöllerinin önemli bir kısmını da içeriyordu. Cuinet’nin belirttiğine göre Musul 3 sancak, 17 kaza, 28 nahiye, 2314 köyden oluşuyordu. Sancaklar, Musul Merkez Sancağı, Şehrizor Sancağı ve Süleymaniye Sancağı’ydı.
Cuinet tüm Musul Vilayeti’nin nüfus bileşimini şöyle verir:
Arap çöllerinde güneyden kuzeye doğru gelip giden göçebe Arap aşiretleri de dahil, Araplar 173.000, Kürtler 74.280, Türkmenler 16.000, Hıristiyanlar 30.000, Yahudiler 6.000 ve diğerleri ise 1.000 idi. (Turquie d’Asie, Vital Cuinet, cilt:2, 1891, Paris, sayfa 764-765 )
Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaştan sonra, kuşkusuz Musul Vilayeti’nin toprak genişliğinde değişiklikler olmuş, aşağı yukarı Güney Kürdistan’ın bugünkü alanlarını içine alır bir duruma gelmişti. Yine üç sancaktan oluşuyordu. Bu sefer Musul Merkez Sancağı’nı, Süleymaniye Sancağı’nı ve Kerkük Sancağı’nı içine alıyordu.
Eskiden Diyarbekir, Bitlis ve Van’da valilik yapmış olan, Birinci TBMM Van mebusu Haydar Bey, Musul sorununun TBMM gizli oturumlarında görüşüldüğü dönemde, kürsüde yaptığı konuşmada Musul’un o günkü durumuna ilişkin şu bilgileri verir:”Musul Vilayeti’nin on yedi kazası vardır. On altısı Türk ve Kürt’tür, yalnız bir kazada Arap, Süryani ve Geldaniler/Keldaniler vardır. Araplar hep çöl tarafındadır ve Musul Vilayeti’ne bağları şahısları, madeleri/malları) ve hayvanları dolayısıyla, daha doğrusu işkembeleriyledir.
Hayvanların otu kalmadığı vakit Musul’a giderler. Oradan kovulduktan sonra Bağdat’a geçerler. Oradan da kovarlarsa Şam tarafına iltica ederler. Binaenaleyh asıl yerleşikler Türk ve Kürt’tür. Musul Vilayeti’nde ve Musul’da bayındır alan altı bin köy vardır. Ahalisi Türk ve Kürt’tür. Altı yüzü Geldani ve Nasturi’dir.” (TBMM Gizli Celse Zabıtaları, Cilt 4, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2. Baskı-1985, s. 178 )
Milletler Cemiyeti(Cemiyet-i Akvam)’nin Musul sorununa ilişkin 1924’te oluşturduğu araştırma komisyonu raporunda Êzidi Kürtlerin nüfusu katılmadığı halde, Musul Vilayeti nüfusunun 8’de 5’inin Kürt olduğu belirtiliyordu. Türkiye, İngiltere ve Irak’ın adı geçen komisyona, ayrı ayrı verdikleri nüfus istatistiklerinde de Kürtler, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya, TBMM kürsüsünde Musul Vilayeti nüfusunun yarıdan fazlasının Kürt olduğunu belirtiyordu. Lord Curzon, Lozan görüşmelerinde, Musul’da Kürtlerin çoğunluğu oluşturduğunu belirtiyor, TBMM’nde Türkiye Başbakanı Rauf (Orbay) Bey, zaten Kürtler çoğunluğu oluşturduğu için Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını istediklerini haykırıyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nda Musul’un İngiliz işgali altına girmesi
Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Musul, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeydi. 1914 yılında çıkan Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında İtilaf devletlerine (İngiliz, Fransız, İtalya ve Rusya) karşı savaşa girdi. 1916 yılında İtilaf devletleri arasında yapılan Syckes-Picot Antlaşması’na göre Musul Fransızlara verilecekti. Rusya da bugün Doğu Anadolu olarak diye adlandırılan vilayetlere sahip olacaktı. Ancak savaş yıllarında Musul’da zengin petrol yataklarının keşfi ve 1917 Bolşevik Devrimi’yle Rusya’nın işgal ettiği Anadolu topraklarından çekilmesi karşısında, İngiltere’nin bir an önce Bolşevizmin Kafkaslara egemen olmasının önüne geçme ve Batum ve Bakü petrollerini ele geçirme arzusu, İngilizleri süratle Musul bölgesini işgal etmeye yöneltti. 25 Kasım 1918’de Osmanlı İmpratorluğu’nun teslim olduğunu belgeleyen Mondros Mütarekesi imzalandı.1 Aralık 1918’de de İngilizler Musul’un merkezini ele geçirdiler.
Daha sonra Türk kurtuluş savaşı, Anadolu’nun Rumlaştırılmasına ve Ermenileştirilmesine karşı savaş sloganıyla başladı. Sivas Kongresi(4 -11 Eylül 1919)’nde çerçevesi çizilen; daha sonra İngilizlerin 11 Nisan 1920’de dağıttıkları son Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda deklere edilen Misak-i Milli, Kurtuluş Savaşı liderlerinin ana hedefi olarak belirlendi. Misak-i Milli sınırları içinde Musul Vilayeti ve bugün Suriye’nin egemenliği altındaki Kürt toprakları da vardı. Savaş, Kürt ve Türk, birbirinden kopmaz bağlarla bağlanmış olan iki anasırı İslamiyenin, Rumluğa, Ermeniliğe ve işgale karşı savaşı olarak gösteriliyordu. 23 Nisan 1920’de açılan Birinci TBMM de her iki halkın temsilcilerinden oluşan bir meclis gibi dünyaya sunuldu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra ortaya çıkan durumda, Wilson Prensipleri’nin bütün taraf devletlerce kabul edilmiş olmasını ve Sevr’de Kurdistan topraklarının önemli bir bölümünün kurulması kararlaştırılan Ermeni devletine bırakılmak istenmesini göz önünde tutan Kürtler, bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için çabalara giriştiler.İtilaf devletlerinin çabalarıyla, Sevr anlaşması bağımsız Kurdistanı red ederek otonom statülü bir Kürdistan’ın geleceğini bile kat’i bir garantiye bağlamadan çok muğlak bir geleceğe havale etmesi, bir nevi rafa kaldırması, üzerinde bağımsız Kürt devleti kurulması gereken toprakların çok büyük bölümünün, kurulması düşünülen büyük Ermenistan devletine bırakılması için çalıştıklarını görünce, Kürdistan’ın Ermenileştirilmesine karşı çıkarak, eşit haklar, kardeşlik ve kopmaz bağlar vadeden Türklerin yanında yer aldılar.
Kimi Kürt aydınlarının bağımsız Kürdistan çabaları, sonradan da sürmekle beraber, ülkenin Ermenilere verilebileceği tehlikesi karşısında, bu çabalar, geniş Kürt çevreleri ve aşiret toplulukları arasında yankı bulmadı. Esas olarak Kurtuluş Savaşı, Kürt Türk her iki Müslüman milletin işgale karşı birlikte savaşı olarak sürdü. 1922’de Yunanlıların Anadolu’dan kesin olarak çıkarılmasından sonra, Savaş, Türkiye’nin; 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi’nde onaylanan zaferiyle sonuçlandı ve Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olan Lozan Antlaşması için girişimlere başlandı.
Nihayet savaştan zaferle çıkmış Türkiye ile İtilaf devletleri ve taraftarları arasındaki barış görüşmeleri, 20 Kasım 1922’de tarihinde İsviçre’nin Lozan kentinde başladı. Lozan’da Türk heyetine İsmet İnönü, İngiliz heyetine Lord Curzon, Fransız heyetine Barrère İtalyan heyetine Marki Garroni, Yunan heyetine Venizelos başkanlık ediyordu.
Lozan Barış Görüşmelerinde Musul
Lozan’daki barış görüşmeleri sırasında, kimi diğer sorunlar üzerindeki tartışmalar sürüp giderken İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, Musul sorununu gündeme alıp Türk Baş delegesi İsmet İnönü’den görüşünü açıklamasını isteyince, İsmet İnönü de bir bildirgeyle görüşünü açıkladı: ”Bildirgeye göre; Süleymaniye, Kerkük, Musul sancaklarından meydana gelmiş olan Musul Vilayeti’nde 503 bin yerleşik nüfus vardır. Süleymaniye ve Kerkük’te Arap çok azdır. Büyük çoğunluğu Kürt ve Türk’tür. Musul merkezinde de 137 bin Kürt ve Türk’e karşılık 28 bin Arap mevcuttur. Arap sayılanlar da aslında Türk’türler, fakat uzun süre Araplarla ilişki kurduklarından Arapçayı da öğrenip konuşmuşlardır. Bölgede bir miktar Yezidi varsa da onlar da Kürt’türler.” ( Türkiye Cumhuriyeti – 1923, Mahmut Goloğlu, Ankara 1971, s. 71)
İsmet İnönü, konuşmasını şöyle sürdürüyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi’ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir.” (a. g. e. , s. 71-72)
İsmet İnönü’nün konuşmasını cevaplamak için söz alan Lord Curzon, TBMM’nde Musul bölgesinden milletvekili bulunmadığını belirterek, varolan milletvekilleriyle ilgili olarak da şunları söyledi: “Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halkoyu ile seçilmiş tek milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların atanmış oldukları ve bunlar arasında bazılarının dil bilmedikleri için meclis çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir.” Lord Curzon, sözü Kürtlerin Türk idaresi karşısındaki tutumlarına da getirerek “Kürtlerin, Türk idaresinden hoşnut kalmadıklarını sürekli olarak açıkladıklarını her kes bilmektedir. Dört yıldır İngiliz Hükümeti’ne, hayal kırıklığına uğramış Kürtlerden, Kürdistan’ın özerkliği ya da bağımsızlığı ile ilgilenmemizi isteyen protestolar gelmektedir” dedi. ( a. g. e. s. 72) Lord Curzon ile İsmet İnönü arasındaki karşılıklı suçlama ve söz düelloları bu çerçevede birkaç kez daha sürdü. Hatta bir keresinde Lord Curzon “Kürtlerle Arapların, getirenin başına atacak kadar seçim sandığını tanımadıklarını” iddia etti.
Lord Curzon’un Kürtler ve Kürt milletvekilleriyle ilgili söz konusu ağır sözleri, Türk heyeti tarafından TBMM’ne iletilince, Kürt milletvekilleri arasında büyük bir öfke ve kızgınlığa yol açtı.
Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey (daha sonra 1925 Şeyh Sait Ayaklanması sırasında Cıbranlı Halit Bey’le birlikte Bitlis’te idam edildi) Büyük Millet Meclisi kürsüsünde şöyle haykırdı: “Lozan Barış Görüşmeleri’nde İngiliz Baş delegesi Lord Curzon, bizlere yani Kürt kardeşlerinize saldırıyor, hakaret ediyor. Kürdistan’dan gelen mebusların, Mustafa Kemal Paşa tarafından tayin edildiğini söylüyor. Kürt arkadaşlarınız için, cahil diyor, Kürtleri temsil edemezler diyor. Cahilliğin anlamı, İngiliz politikasına uymamak ise; biz itiraf ederiz ki cahiliz… Arkadaşlar, mebuslar tayin edilemezler, seçilirler. Millet, mebuslarını seçer… Burada Mustafa Kemal Paşa’nın tayin ettiği mebuslar, uşaklar yoktur (bravo sesleri, alkışlar) Burada, büyük bir milletin vekilleri vardır.” (a. g. e. s. 74) Kürsüde uzun uzadıya konuşan Yusuf Ziya Bey, bu arada ”İngilizler, milyonları ile, altınları ile çalıştıkları halde, Kürtler bu seçime katıldılar ve bu seçime katılmakla bir tek amaç güttüler: Türk kardeşleriyle işbirliği yapmak…. Bütün kanılarını bir ilkede topladılar. O ilke, Türklerle kader birliği yapmaktı. Çünkü varolmak, çünkü esirlikten kurtulmak bu ilkenin gerçekleşmesine bağlıdır… Kürtler, Kürt aydınları, Arnavutluk’un, Irak’ın ve Suriye’nin sonunu görüp dururlarken, İrlanda’nın acılı sesini işitirken hiçbir kandırıcılığa kapılmazlar… İşte o günlerde, o kara günlerde bu toplulukta seçime katılan ve bizi seçip buraya gönderen milletin vekilleri olarak Lord Cuzon’a bağırıyoruz ki; bizler Kürdistan’ın gerçek vekilleriyiz. Senden ve senin siyasetinden Musul’u istiyoruz. Ve alacağız”( a. g. e. s. 74-75) diyerek hemen hemen tüm Kürt kökenli milletvekillerin düşüncelerine tercüman oldu.
Söz alarak aynı doğrultuda konuşan Muş Mebusu İlyas Sami Efendi de ”Kazım Karabekir komutasının Elviye-i Selase (Kars, Ardahan, Artvin)’de yazdığı zafer tarihlerinde bayrağını, mızrağını, atını oynatan, temiz Kürt soyu ve Kürt ulusu” olduğunu vurgulayarak ”Kürtler Musul’u almayı kendilerine görev saymışlardır” dedi. (a.g.e. s. 75)
Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey de meclis kürsüsünde aldığı sözde “Lozan’daki delegelerimiz iki kardeş olan Türkler ile Kürtlerin temsilcileridirler” demişti. (a.g.e. s. 77)
TBMM görüşmeleri sırasında, Başbakan Rauf Bey de Musul’la ilgili görüşlerini açıklayarak şöyle belirtmişti “Lord Curzon, Musul bölgesinin çoğunluğunun Kürt olduğunu söylüyor. Zaten biz de onun için Musul’u istiyoruz. Burası Arap yurdudur dese idi tartışma olabilirdi.”
Lozan görüşmeleri uzadıkça uzuyor, pek çok diğer sorunun yanı sıra, Musul sorununda da herhangi bir uzlaşma sağlanamıyordu. İngiltere Musul’u Irak’a bağlayarak kendi egemenliği altına almak için her çabayı gösterirken, İnönü de Musul’un Misak-i Milli sınırları içinde olduğunu, nüfusun çoğunluğunun Kürt ve Türklerden oluştuğunu ve Türk ve Kürt gibi kardeş iki Müslüman unsurdan meydana gelmiş olan Türkiye’nin sınırları içine dahil edilmesi gerektiğini savunuyordu.
İngiliz heyeti, Musul’u elde edebilmek için, Lozan’da Musulsuz bir anlaşma imzalamak ve Musul zaten İngiliz işgali altında olduğu için sorunu ertelemek yolundaki taktiklere baş vurarak bu yönde Türk delegasyonunu sıkıştırdı.
Lozan’da başta Musul toprakları olmak üzere hemen hemen bütün alanlarda isteklerini kabul ettiren İngiltere henüz tatmin olmamıştı. Daha fazla talepleri vardı. Anlaşmazlık sürünce, daha da önemlisi Britanya’nın iç siyasi gelişmelerinde hükümet ve muhalefet ilişkilerinde anlaşmazlıklar ortaya çıkınca Lord Curzon görüşmeleri kesip hemen İngiltere’ye dönme yolunu seçti. 4 Şubat 1923'te, Lozan görüşmeleri kesintiye uğradı, İngiltere baş delegesi ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon pazarlıklardan en önemli alacaklarını aldığı halde 4 Şubat akşamı Türk delegasyonuna haber bile vermeden Lozan'dan ayrıldı.
Bu ani gidiş üzerine Türk delegasyonu başkanı İsmet Paşa paniğe kapıldı ve gazetecileri toplayarak onlara dert yandı, "İnsana bir haber verilmez mi?" diye. Perişandı, antlaşma imzalanamamıştı. Gazetecilere açıklamasına şöyle devam etti:"Ben bütün konferans esnasında bu ağır mesuliyetin yükü altında çalıştım. (...) Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana 'Daha yapılacak fedakârlıklar vardı...', 'Şu kararı almalıydınız' diyebilirse onları yapmaya razı olurum. Ben fedakârlığı son haddine vardırdım. Toprak meselelerinin hepsi halledildi. Bu meselelerde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık. Ekaliyetler (azınlıklar) meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Adli kapitülasyonlar meselesinde anlaştık." (Derin Tarih, sayı 16, temmuz2013)
Bu panikle İsmet İnönü Ankara hükümetinin onayını da alarak Musul sorununu askıda bırakacak bir anlaşmayı imzalamaya hazır olduğunu aynı gün (4 Şubat 1923) Müttefik heyetlerine bir mektupla da bildirdi. Ancak görüşmeler kesilmiş ve heyetler ülkelerine doğru yola çıkmışlardı bile. Türk heyeti de Ankara’ya döndü.
Gelinen aşamada, Türkiye’nin Musul’u geri almak için bir hevesi olsa da bu hevesini sonuna kadar götürmeyi göze almaya hiç de niyetli olmadığı ve biran önce Müttefik devletleriyle anlaşma sağlamayı, Musul’u geri almaya tercih ettiği anlaşılıyordu. Ankara’da Lozan’dan gelen heyetle görüşen Mustafa Kemal ile Rauf Bey başbakanlığındaki hükümet, Musul sorununu erteleyerek, bir anlaşmaya varmayı benimsedi ve bu doğrultuda Müttefik devletlerine, bir karşı proje sunmayı kararlaştırdı. Aslında bu karar, Musul’u İngilizlere bırakma yolunu açan ilk adımdı. Fakat o günkü koşullarda, böylesi bir çözümü TBMM’ne ve Türkiye kamuoyuna kabul ettirmek neredeyse imkansızdı. Çünkü Kurtuluş Savaşı yıllarca Misak-i Milli şiarıyla verilmiş, Misak-i Milli’den hiç bir ödün verilemeyeceği her defasında vurgulanmış ve zafer bu temel üzerinde kazanılmıştı. Misak-i Milli hudutları içinde, hiçbir koşulda vazgeçilmeyecek olarak beyinlere, ruhlara işlenmiş olan Musul ve bugün Suriye’nin egemenliği altındaki Kürt toprakları da vardı.
Hükümet, her şeye rağmen, kabul edilen projeyi benimsetmek ve bu yönde meclisten karar çıkartmak için, öneriyi TBMM’ne getirdi. Öneri mecliste büyük bir şok etkisi yarattı ve mebuslar arasında sert tepkilere yol açtı. Öneri karşısında en büyük öfkeyi duyanlar yine Kürt milletvekilleri idi.
Hükümet öneriyi geçirebilmek için, esasında Musul’dan vazgeçilmediğini sadece sorunun geçici olarak erteleneceğini, eğer Türkiye ile İngiltere arasında anlaşma sağlanmazsa sorunun Milletler Cemiyeti’ne /Cemiyet-i Akvam) gideceğini ve orada çözüm yoluna başvurulacağını vurguluyor, aksi halde, Musul sorunu ertelenmezse anlaşma imzalanamayacağını, İngilizlerle savaşa girme durumunun doğacağını, Türkiye’nin ise savaşacak gücü olmadığını vurgulayarak milletvekillerini tehdit ve baskı altına alma yoluna gitti.
Bu tutum, Türk kökenli çoğu milletvekilini susturmaya ve öneriyi benimsemeye yetti. Görüldüğü kadarıyla söz konusu topraklar Kürt toprakları olduğu için gereğinde birtakım başka menfaatler karşılığı başkalarına terk edilebileceği düşünülüyordu. Hatta Kürtleri gelecekte inşa edilecek yeni devlette zayıf bırakıp dışlamak anlayışıyla da Musul sınır dışında tutulmak isteniyordu.
Fakat Kürt kökenli mebusların, göz göre göre Kürt topraklarının elden çıkarılmasını kabul etmeleri düşünülebilecek bir şey değildi. Hükümetin ve Türk kökenlilerin Musul’u terk etme düşünceleri, Kürt milletvekilleri arasında derin bir kaygı ve güvensizliğe yol açtı.
Nasıl oluyordu? Anadolu’nun Rumlaştırılması ve Ermenileştirilmesine karşı ‘’iki kardeş millet olan Türk ve Kürtler’’ birlikte savaşmışlardı. Misak-i Milli sınırları çizilirken Türklerle Kürtlerin üzerinde yaşadıkları topraklar esas alınmıştı. Her iki milletin evlatları bunun için kanlarını akıtmışlardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi her iki halkın, hükümet, her iki halkın hükümetiydi. Her iki kardeş halk eşit hak ve menfaatlere sahip olacaklar, yeni devleti beraber inşa edeceklerdi. Fakat nasıl oluyordu da şimdi hükümet ve TBMM üyelerinin çoğunluğu, Musulsuz bir antlaşma imzalamak için çırpınıyorlardı? Üstelik Suriye hududunda, 1921’de yapılan antlaşmada Fransızlara bırakılan Kürt topraklarının geri alınması için Lozan’da herhangi bir talepte bulunulmadığı gibi, şimdi de Musul terkediliyordu. Evet, ne oluyordu? Yoksa yollar ayrılmaya mı başlıyordu?
Sorun, mecliste görüşülürken, Kürt kökenli milletvekilleri, işte böylesi kaygı ve düşüncelerle kürsüye çıkıyorlardı. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey, Musulsuz bir barış antlaşmasına şiddetle karşı çıkıyor “olmazsa savaş çıkabileceği” tehdidine karşı, ülke işgal edilirken, çok daha ağır koşullarda halkın savaşı göze aldığını, memleketin bugün dünden daha elverişli koşullarda olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu: “Bir taraftan İzmir işgal edilmiş, bir taraftan Bursa’ya kadar düşman geliyor, diğer taraftan Eskişehir’e kadar düşman ilerliyor, biz buradan göç ediyoruz. O gün direniş gösterirken ve beş yıllık bir savaştan(Birinci Dünya Savaşı b. n.) çıkmış olan millet, yavrusu ile, evladıyla yanıyorken üç dört yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak, amaca ulaşmaya yönelten bu millet, bu Meclis, ne oldu ki efendiler memleketlerini istirdat, arazisine bir misli zam, evladını bir misli tezyid ettiği halde, karşısında bir düşman olmadığı halde bugün yanlış bir harekette devam ediyor.”(TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 4, İş Bankası Yayınları 2. Baskı, Ankara 1985 s. 92) Esasında hiç de savaş yanlısı olmadıklarını, barışa istekli olduklarını, ama her şeye rağmen barış yapmak için yalvarmadıklarını belirten Hüseyin Avni Bey, Musul sorununu erteleyelim demenin milletle alay etmek olduğunu şu sözleriyle vurguladı: “Eğer aczimiz varsa resmen veririz. Kendi kendimizi aldatmayız efendiler. Musul’u bir sene bekletme durumunda bulunacak. Bu ne demektir efendiler? Bu milletle alaydır. İngilizlerden Mısır’ı, Kıbrıs’ı aldınız mı efendiler? Musul’u bugün sana vermeyen yarın niçin versin?” ( a. g. e. s. 93)
Diyarbakır Milletvekili Kadri Bey, Lozan’da dayatılan tavizleri vermektense savaşmanın daha iyi olacağını belirtiyordu. (a. g. e. s. 152)
Görüşmeler sırasında kürsüye çıkan Erzurum Milletvekili Mustafa Durak Bey, “Musul gayet mühim bir meseledir. Bendeniz bugün harbin Çanakkale’sini ne kadar mühim görüyorsam, Türkiye için Erzurum’u, Kars’ı nasıl mühim görüyorsam Musul’u da o kadar mühim görüyorum” diyor ve ”Musul meselesini geleceğe devretmek, aradan zaman geçirmek zannediyorsam doğru değildir” şeklinde görüş belirtiyordu.
Lozan’da verilecek tavizlere en çok karşı çıkan ve özellikle Musul’un terk edilmesi karışında en çok kaygı duyan Bitlis Milletvekili Yusuf Bey’di. Türk heyetinin Lozan’da Suriye sınırında yeni düzenleme talebinde bulunmamasını da eleştiren Yusuf Ziya, Musul’un terk edilmesine kaşı duyduğu kaygıyı şu cümlelerle ifade ediyordu.”Bu hususta söz söylemek benim için vazife olduğundan söyleyeceğim. Musul’un vaziyeti coğrafyası, ırki ilişkileri, oluşum biçimi, siyasal ve sosyal yapısı, barış sonrasında bir dakika bile İngiliz siyaseti altında, İngilizlerin muamelesi altında, İngilizlerin mandası altında kalmaya tahammül göstermez...”
“Arkadaşlar temenni ederdim ki Musul Türkiye’nin bir parçası denilsin. Çünkü Türklerle Kürtlerle meskun, Türkiye’nin bir parçasıdır. Yarısından fazlası Kürt’tür. Musul’un, Kürd’ün tarihinde bir kıymeti, bir önemi vardır. İhtimal bir mahalde olsa idi bu kadar telaş etmezdim. İhtimal ki başka bir yer olsaydı bu kadar telaş etmezdim. Musul’un Kürd’ün tarihinde bir sandalyesi vardır. Arkadaşlar bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak (nasıl) mümkün değilse Musul’u Türkiye’den ayırmak öylece mümkün değildir”(a.g.e. s. 163)
Dönem, henüz Türk Kürt kardeşliğinden, her iki halkın eşitliğinden, devletin, hükümetin ve meclisin iki Müslüman unsurdan oluştuğundan dem vurulduğu bir dönemdi. Bu nedenle meclisteki Kürt kökenli milletvekillerini, Kürtlerin yakın bir gelecekte yok sayılacağı, her türlü ulusal demokratik haklarının inkar edileceği kanısından çok, Kürdistan’ın parçalanması, güney topraklarının Fransız, Musul vilayeti topraklarının da İngiliz egemenliği altına terk edilebileceği, Kürt topraklarından koparılarak Arap topraklarına katılacağı gerçeği endişelendiriyordu. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, Musul’un terk edilmesine olduğu kadar Mardin, Urfa ve Gaziantep topraklarının Fransızlara terk dilmesine de karşı çıkıyordu. Şöyle diyordu Yusuf Ziya Bey :”Arkadaşlar, insan karnını doyurmak ihtiyacındadır. Bu, beşerin muhtaç olduğu şeydir. Mardin, Nusaybin, Kilis, Urfa, Ayıntap ahalisi de yaşamak ihtiyacındadır…. Arkadaşlar ziraat yapamıyor buralarda yaşayanlar. Çünkü hudut ile arasında nihayet yarım saat mesafe vardır. Kendisi kasabada oturuyor, arazisi falan öbür taraftadır. Bugün gidiyor, birer surette bir şey kaçırıyor getiriyor. Ziraat yapıyor. Fakat yarın Fransızların ne gibi bir kanunla o hududu kendilerine katmayacaklarını kim biliyor? Arkadaşlar bu halk ticaret yapamıyor. Çünkü hududun ötesinde yeni yeni şehir, yeni yeni kasabalar, pazarlar vücuda getirmişlerdir. Rüsum ile bu tarafa geçiyor, bir şey beş kuruşa çıkar. Fakat diğer tarafta yüz paraya veriyorlar, buraya gelip beş kuruşa almıyor, gidiyor öte tarafa yüz paraya alıyor. Bu yüzden pazarlara kimse gelmiyor ve kapalı kalıyor. Çarşı kapalıdır arkadaşlar. Sanat ölüyor, çünkü muhtaç olduğu alet ve levazım ötede daha ucuzdur…. Binaenaleyh tekrar ediyorum, Fransızlarla yapılan anlaşma günlerin zaruretidir. Bu gayri tabiidir. Bütün insanlar teneffüs borularını kapatmış hudut yanında bulunan insanlar dıkı sade tutulmuş boğuluyorlar. Teneffüs borularını açınız, teneffüs etsinler arkadaşlar.” ( a.g.e. s. 164 )
Urfa Mebusu Bozan Şahin, Ali Saip; Mardin Mebusları Derviş Mithat, İbrahim, Necip ve Esat; Muş Mebusları Abdulgani, Osman Kadri; Siirt mebusları Mehmet Kadri, Haci Nuri: Ayıntap Mebusu Ali Cenani; Bayazit mebusu Ali, Siverek mebusları Sırrı ve Bekir Sıtkı, Abdulgani; Dersim Mebusları Mustafa, Mustafa, Abdullah Tevfik ; Erzincan mebusu Hüseyin; Kars mebusu Fahreddin; Van mebusu Hakkı, Genç mebusları Haydar, Celal; Sivas mebusu Vasıf; Ergani mebusu Mehmet Emin; Bitlis mebusları M.Arif, Sadullah, Derviş, Resul; Diyarbekir mebusu Hacı Şükrü, Malatya mebusu Feyzi ve diğer kimi illerden bazı mebuslar verdikleri önergede, Suriye sınırının 1921 Fransız anlaşmasıyla düzenlenen biçimiyle kalmasına razı olmuyorlardı. Ama Lozan’a götürülecek projeye de konulmamasını ve daha sonra Fransızlarla yapılacak ikili görüşmede çözümlenmesini öneriyorlardı. Mardin mebusu İbrahim, tek başına verdiği bir önergede ise Suriye hududunu düzeltme isteminin kesinlikle Lozan’a götürülecek projede yer almasını istiyordu.
Proje konusunda, verilen değişik önerilerde, Musulsuz sulh yapılmasına karşı çıkan Kürt milletvekilleri ya da Kürtlerin yaşadıkları şehirleri temsil eden milletvekilleri de şunlardı:
Ergani: Mehmet Emin, Mahmut, Hakkı
Mardin: Derviş
Erzurum: Mehmed Nusret, İsmail, Süleymen Necati, A. Vasfi
Siverek: Abdulgani, Sırrı
Bitlis: Yusuf Ziya, Resul, Derviş
Mardin: İbrahim, Sait, M. Mithat, Necip
Sivas: Emir, Vasıf, Taki, Ziyaettin, Rasim
Genç: Fikri Faik, Ali Vasıf, Hamdi, Üeyh Fikri, Dr. Haydar
Dersim: Hasan Hayri, Mustafa, Diyab, Abdullah Tevfik
Erzincan: Mehmed Emin , Hüseyin
Muş: Kasım, Mahmud Said, Abdulgani, A.Rıza, Osman Kadri, A. Hamdi, İlyas Sami
Kars: A.Rıza, Cavit, Muhittin
Ardahan: Server, Hilmi
Bayezid: Şevket
Diyarbekir: Hacı şükrü, Kadri
Maraş: Arslan, Rüştü, Tahsin
Elaziz: Feyzi, Muhittin, Naci, Hüseyin
Siirt: Necmeddin
Hakkâri: Mehmed Tufan, Mazhar Müfit
Urfa: Ali Saip
Van: Hasan Sıddık, Hakkı
Gaziayıntab: Kılıç Ali, Ali Cenani (a.g.e. s. 181-182-183-184-185-196 )
Kuşkusuz, tüm bu milletvekilleri isteklerinde sonuna kadar direnç gösterebilecek kişilikte değillerdi. Bunlarla beraber daha pek çok milletvekili, Musul’dan vazgeçilemeyeceğini belirtmelerine rağmen, sonuçta, Musulsuz antlaşma yapma ve Musul’u bir yıl erteleyerek sorunu gerekirse Milletler Cemiyeti’ne götürme düşüncesinde olan hükümet heyetine 190 oyla yeniden vazife verildi. Karşı çıkan oy sayısı ise 130 idi.
Aslında görüşmeler ilerledikçe, sonucun bu yönde olacağı açığa çıkmıştı. Durumu anlayan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, kürsüde yaptığı konuşmayı şu sözlerle bitirdi: “Binaenaleyh son söz arkadaşlar: sözümün (hiç) birinin yapılmayacağına kanaat getirdim. Allah hazır, tarih hazır, elinizi vicdanınızın üzerine koyun, nasıl bilirseniz öyle yapın” a.g.e. s. 165 )
Mustafa Kemal, Ankara hükümeti ve TBMM bildikleri gibi yaptılar. Musulsuz bir anlaşma yapmak üzere kolları sıvadılar. Bu arada, her şeye rağmen TBMM’nde önemli oranda muhaliflerin var olmasından ve bunların ikide bir “baş ağrıtmasından” hiç de hoşlanmayan Mustafa Kemal, imzalanacak Lozan Antlaşması’nın bu mecliste tehlikeye girebileceği endişesinden de hareket ederek TBMM seçimlerini yenilemeyi, muhalefeti, özelikle Kürtlüğe şöyle ya da böyle sahip çıkan milletvekillerini tasfiye etmeyi kararlaştırdı. TBMM, 1 Nisan 1923’de seçimlerin yenilenmesini kararlaştırdı ve seçimler yaptırıldı. Hükümetin, devlet bürokrasisinin ve ordunun da gücü kullanılarak hemen hemen tüm muhalifler tasfiye edildi ve Mustafa Kemal ile Kemalizm’in tek parti yönetimini kuracak olanlar aşısından temizlenmiş, tek ses çıkaran 2. dönem meclis seçimleri yapılırken 24 Nisan 1923’te yeniden Lozan görüşmelerine başlandı.
Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te Musul sorununu erteleyen bir biçimde imzalandı. Lozan Antlaşması’nın 3. maddesine göre eğer 9 ay içinde Türkiye ile İngiltere, Musul konusunda kendi aralarında bir anlaşmaya varmazlarsa sorun Milletler Cemiyeti’nde çözülecekti. Suriye sınırı da 1921 anlaşmasına göre kaldı. Lozan görüşmeleri tamamlanırken 2. dönem meclis üyeleri de belirlenmişti. 2.dönem TBMM, 11 Ağustos 1923’te toplandı. Artık Antlaşma tek sesli mecliste rahatlıkla onaylanabilirdi.
Lozan Antlaşması’nın ilgili maddesi uyarınca Türk-İngiliz görüşmeleri, 19 Mayıs 1924’te, İstanbul’da başladı. Türk heyetine Büyük Millet Meclisi Başkanı ve İstanbul Mebusu Fethi (Okyar) Bey, İngiliz heyetine de o sırada Irak Yüksek Komiseri bulunan Sir Percy Cox başkanlık ediyordu.
İlk toplantıda, Fethi Bey Türk görüşünü açıklayarak Musul halkının üçte ikisinin Türk ve Kürtlerden oluştuğunu, etnik nedenlerle bu bölgenin Türk sınırları içinde kalması gerektiğini, daha önceki hiçbir antlaşmanın Musul’u Irak’a bırakmadığını belirtti. İngiliz temsilcileri ise Türk görüşlerini tartışmadıkları gibi, Musul Vilayeti’nin Irak sınırları içinde kalmasını sağlamak için (Nasturi Hıristiyan azınlığın yerlerinden göç edilmelerine son verilip geri dönmelerini bahane ederek b.n.) Hakkari Vilayeti üzerinde de hak öne sürdü. Tarafların görüşlerinde diretmeleri üzerine, İstanbul Konferansı 5 Haziran 1924’te dağıldı (Yurt Ansiklopedisi- Türkiye genel s. 8309 ) ve sorun Milletler Cemiyeti’ne gönderildi.
Musul sorunu, 20 Eylül 1924’te Cenevre’deki Milletler Cemiyeti Meclisi’nde görüşülmeye başlandı. Türkiye Musul’da bir halk oylaması yapılmasından yana olduğunu belirtti. “İngiltere ise, bölge halkının cahil olduğunu öne sürerek halk oylamasına karşı çıktı. Görüşmeler sırasında Meclis, tarafların varılan durumu bozmamalarını öngören bir karar aldı ve Musul halkının isteklerini saptamak, ilgili üç devletin (Türkiye, İngiltere, Irak- çünkü Irak krallığı 1921’de kurulmuştu b.n.) resmi makamlarıyla görüşmek ve bunlara dayanarak bir rapor hazırlamak amacıyla bir komisyon oluşturdu” (a-g.e. s. 8309 )
30 Eylül 1924’te oluşturulan üç kişilik komisyonda, Belçikalı Kolonel A. Pawilis, Macaristanlı Kont Taleki ve İsveçli Aff Wersson vardı. A. Wersson komisyon başkanıydı. (Question of the Frantier Between Turkey and Iraq. Legue of Nations, Geneva 1925 p. 46 )
Karara göre, Milletler Cemiyeti komisyonu, Musul Vilayeti’nin ulusal, toplumsal ve ekonomik yaşamını değişik yönleriyle araştıracak, ayrıca vilayetin değişik yörelerine gidip dolaşacak, halkla yakından ilişki kuracak, çeşitli toplulukların liderleriyle görüşecek ve bütün bu çalışmaların sonucunu bir raporla Milletler Cemiyeti’ne sunacaktı.
Komisyon, önce Londra, İstanbul, Ankara ve Bağdat’a giderek üç devletin yetkilileriyle görüştü. 27 Ocak 1925 günü de Musul’a vardı. Bir kaç gün sonra da komisyon üyeleri ve beraberindekiler dağ yolunu takip ederek, şimdiki Irak Kürdistanı’nın pek çok şehir, kasaba ve köylerine bu arada Hewlêr (Erbil), Kerkük ve Süleymaniye’ye de uğradılar, pek çok kimseyle görüşmelerde bulundular. Komisyon Nisan 1925’te Cenevre’ye vardı ve 16 Eylül 1925 günü raporunu Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sundu. (‘’Kurd û Komela Gelan “Kürtler ve Milletler Cemiyeti)’’, Kemal Mazhar Ahmed-Karwan hejmar 17 r. 2-29)
Son derece kapsamlı olan ve Kürtlerin o yıllardaki ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamları, aşiret ilişkileri aşısından da değerli bir kaynak olarak kabul gören rapora göre “Kürtler ne Arap, ne Türk ne de Fars’dırlar. Ama diğerlerine nazaran Farslara daha yakındırlar ”
Musul Vilayeti’nin etnik durumunu da ele alan rapor bu konuda şunları yazıyordu: “Musul bölgesi ırki açıdan araştırılacak olursa, komisyonun görüşüne göre bağımsız bir Kürt devletinin kurulması gerekir. Çünkü Kürtler, nüfusun 8’de 5’ini oluşturuyor. Soruna bu açıdan bakılırsa hemen her bakımdan Kürtlerle benzerlik gösteren Yezidilerin de Kürt sayılması gerekir. Türkler de Kürtler arasında kendilerini çok rahat hissediyorlar. Bu durumda Kürtler nüfusun 8’de 7’sini oluşturuyorlar”(Question of the Frontier Between Turkey and Iraq. Leggue of Nations, Geneva 1925 p. 57 )
Türkiye, Irak ve İngiltere Musul nüfusunun ulusal ve dinsel bileşimine ilişkin ayrı ayrı istatistikler vermişlerdi. Her biri istatiklerin bileşim oranını kendi istemleri doğrultusunda şişirmelerine rağmen, her üç devletin verdiği istatistiklerde Kürtlerin nüfusu, diğer milletlerden gözle görülür oranda fazlaydı.
Üç devletin komisyona sundukları nüfus istatistikleri: (a.g.e. s.46)
| Türkiye | Îngiltere | Irak |
Kürt | 263.830 | 424.720 | 494.007 |
Arap | 43.210 | 185.763 | 166.941 |
Türk | 146.960 | 65.893 | 38.652 |
Yahudi | 31.000 | 62.255 | 61.336 |
Yezidi | 18.000 | 30.000 | 26.257 |
Göçebe | 170.000 | – | – |
Hıristiyan | 16.000 | 13.977 | – |
Toplam | 673.000 | 785.468 | 801.170 |
Musul Vilayeti nüfusunun çoğunu Kürtlerin oluşturduğu gerçeği ortadaydı. Halkın istemi de çoğunlukla ne Irak’a ne de Türkiye’ye bağlanmak yönündeydi. Bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasından yanaydı.
Daha 1919 yılından beri Şeyh Mahmud Berzenci’nin önderliğinde İngiliz işgaline karşı defalarca ayaklanmıştı. Hatta Süleymaniye ve Erbil yöreleri Irak Kıralı’nın yaptırdığı seçimleri boykot etmişlerdi.
Buna rağmen Komisyon Musul’un geleceğine ilişkin Milletler Cemiyeti Meclisi’ne yaptığı öneride ne etnik özellikleri ne de halkın istemlerini göz önüne aldı. Komisyon’un önerisi şuydu:
“Ekonomik ve coğrafi durumu ile halkın arzuları, Bürüksel hattının* güneyinde kalan tüm toprakların iki koşulla Irak’a ait olması gerektiğini ortaya koyuyor.
1- Bu toprakların 25 yıl süreyle İngiliz mandası altında kalması
2- İngiltere’nin, Kürtlere iyi davranma, mahkeme ve okullarda yöneticileri Kürtlerden atama ve burada Kürtçeyi resmi dil olarak kabul etme yönünde garanti vermesi”. (Yahya Haşab, Şerefhan Bitlisi’nin İran Kürdistan’lı büyük şair Hejar Mukriyani tarafından Kürtçe’ye çevrilen Şerefnamesi’nin 2. baskısına yazdığı önsöz, Tahran, 1981, s. 148)
Türkiye bu duruma, Meclis’in bağlayıcı karar alma yetkisinin bulunmadığını öne sürerek karşı çıktı. Milletler Cemiyeti Meclisi, bunun üzerine Milletlerarası Daimi Adalet Divanı (Lahey Adalet Divanı b.n.)nın görüşüne başvurdu. Divan, Meclis’in genel olarak bağlayıcı karar alamayacağı, ancak Lozan Antlaşması’nın Musul’la ilgili maddesinin, Meclis’e bu yetkiyi verdiği yönünde görüş belirtti.
Türk tarafının tepkilerine ve Cenevre’deki temsilcilerini geri çekmesine karşın, Milletler Cemiyeti Meclisi 16 Aralık 1925’te İnceleme Komisyonu’nun önerilerini onaylayan bir karar aldı.” (Yurt Ansiklopedisi-Türkiye Genel s. 8309)
Daha önce söz konusu ettiğimiz TBMM gizli oturumlarında, Musulsuz bir barış antlaşmasının yapılmaması için çırpınıp duran, haykıran milletvekillerini bertaraf etmek, ayağa kalkan meclisi yatıştırmak için Ankara hükümeti, Musul’un da Misak-i Milli sınırları içinde olduğunu, sözkonusu topraklardan hiç bir zaman vazgeçmeyeceklerini, Milletler Cemiyeti’nde tersi bir karar çıkarsa savaşarak bunun önüne geçileceğini iddia etmişlerdi. Ama özellikle Kürt kökenli milletvekilleri, sarf edilen bu sözlerin sırf meclisi yatıştırmak ve oyalamak olduğunu, Türk hükümetinin aslında Musul’u İngilizlere bırakmaya hazır olduğunu anlamışlardı. Nitekim hükümetin bu tutumu daha o günlerde atılan pratik adımlarda kendini ortaya koyuyordu.
Musul’u gözden çıkaran hükümet artık rahatlıkla Kürtlere yönelebilirdi. Birinci TBMM’nde bulunan Kürt milletvekilleri tasfiye edildiler. Kurulan devletin, Türk devleti olduğu, Türklerden başka hiç kimsenin hak iddia edemeyeceği yönündeki politikalar yürürlüğe kondu. Kürdistan’ın parçalanarak güney topraklarının İngiliz ve Fransız işgalcilerine peşkeş çekilmesi, Kürtlerin devlet kurumlarından tasfiyesi varlıklarının ve haklarının inkâr edilmesi, Kürtlerde, Kürt aydınları arasında büyük bir kaygı ve öfkeye yol açtı. Artık Türklerle müşterek hiç bir yanlarının kalmadığı kanaatine varan Kürt aydınları daha aktif bir şekilde Kürt halkını ayaklandırma yönünde çabalara giriştiler. Bu çabaların sonucu Azadi Kürt örgütü kuruldu ve mücadeleye başladı. Mücadeleler 1925 yılındaki (Şeyh Sait Ayaklanması olarak bilinen) Kürt ayaklanmasında ifadesini buldu. Türk hükümeti ve ordusu Fransızların da yardımıyla ayaklanmayı şiddetle bastırdı. Oluk gibi kan aktı. Bu olay Kürtlerle Türkler arasındaki ipleri büsbütün kopardı. Aynı tarihlerde Güney Kürdistan’da da Kürtler ile İngiliz işgalcileri arasında da benzeri mücadele, savaş ve kanlı olaylar yaşanıyordu.
Bu nedenle, Türkiye bir Kürt sorunu olan Musul sorunu konusunda değil İngilizlerle savaşmak, onlarla işbirliği yapmak gibi bir gerçeğe inandı. Her iki taraf da Kürt sorununu kendileri açısından bir baş ağrısı olmaktan çıkarmak için, Kürt topraklarının ayrı devletlerarasında bölünmüş olmasının daha doğru olacağına inanmış olarak bu yönde işbirliğine yönelmişlerdi bile.
Türkiye Musul’un İngiliz mandası altındaki Irak Arap Kırallığı’na bağlamasına hiç de savaşla karşılık vermedi, her şeye razı olmayı tercih etti.
“Bu nedenlerle, Cemiyet’in kararını temel kabul ederek İngiltere ve Irak’la görüşmelere girişti. Görüşmeler sonunda Türkiye’nin ödün vermesi üzerine, 5 Haziran 1926’da yapılan antlaşma ile Musul sorunu çözülmüş, Türkiye’nin Batılı devletlerle olağan ilişkilere girmesi için önemli bir adım atılmış oldu.
1926 Antlaşmasına göre Türkiye ile Irak arasındaki sınır Bürüksel’de belirlemiş olan sınır olacak ama, Türkiye lehine küçük değişiklikler yapılacaktı. Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süreyle Musul petrollerinden %25 (Bazı kaynaklara göre %10 b.n.) pay verilecekti. Türkiye daha sonra 500.000 İngiliz Sterlini karşılığında bu paydan vazgeçti.” (Yurt Ansiklopedisi-Türkiye Genel, s. 8309)
Kürt şehirleri Kerkük ve Musul’un Irak Arap egemenliğine terk edilişinin gerçek hikâyesi budur. Geçmişte Musul (bugün Irak’ın egemenliği altında bulunan Güney Kürdistan toprakları) 500.000 sterline satıldı.