Artık gözden düşmüş bir zamanların popüler yazarı Yalçın Küçük, konu Kürt sorununa gelince sık sık şunu tekrarlardı: “Ya Musul’u alırsınız ya da Diyarbakır’ı verirsiniz!”
PKK’ye yaklaşımda politik bir argüman olmanın ötesinde bu görüş, Kürdistan realitesini ve Kürt hareketinin etki alanını ya da tektonik zeminine işaret ediyor, nerede başlarsa başlasın mutlaka ses vereceği doğal bir yayılma alanının olduğuna dikkat çekiyordu.
Gerçekten, Kürt Meselesi olarak ifade edilen Kürdistan’ın bölünmesi sorunu, Lozan’da ‘hal yoluna konulmuş’ görünse de hayatın kendisi tarafından hep gündemde tutuldu; sönmüş bir volkan gibi içten içe yanmaya devam etti ve günümüzde olduğu gibi her imkan bulduğunda kendisini hatırlattı. Güney Kürdistan Federe Devleti, Rojava Kürdistan’ındaki kazanımlar Lozan’ın çatlamaya başladığını gösterse de, Türk Devleti bütün bunları gözardı ederek, 1900’lerin başındaki Musul siyasetini tekrar dillendirmeye yeltenmektedir.
Bu anlamda, Y. Küçük’ün pek dikkate alınmayan görüşünün artık Bakanlar Kurulu toplantılarında dile getirilmesi şaşırtıcı olmamalıdır.
“İleri hamleler yapmaya kararlı” olmak!
Yeni Şafak yazarı M. Hacet’in, toplantıda yer alan Bakanlardan birine dayandırdığı makalesinde dile getirdiğine göre Erdoğan şunu söylüyor:
“Arkadaşlar, Türkiye artık bu noktada kalamaz. Statüko bir şekilde değişecek. Ya ileri hamlelerle atılım yapıp kazanacağız. Ya da küçülmeye mahkum olacağız. Ben kendi adıma ileri hamleler yapmaya kararlıyım.” (Bkz. Erdoğan’ın Hükümete Gösterdiği Yeni Hedef, M. Hacet, Yeni Şafak, 10 Ekim 2016)
Açık ki bu görüş Erdoğan’ın şahsi görüşü değildir; tıpkı Y. Küçük gibi O da, günü geldiğinde yeniden hesabı görülmek üzere rafa kaldırılan devletin ‘derin hafızasından” esinleniyor. Devletin hafızasında “büyüme” ve “küçülme” ile ilgili mutlaka muhtelif veriler vardır ve “Milli Misak” denilen hadise, bugün “Suriye” diye bilinen ülkenin kuzey kesimleri boyunca uzanan Kürt toprağı da dahil, İskenderun’dan Musul’a kadar uzanan, İran’ın egemenlik altında tuttuğu Doğu’su hariç Kürdistan’ın geriye kalan kısmıdır. Osmanlı memuru Cumhuriyetin kurucusu zevatın “mecburen” gözden çıkarmak zorunda kaldığı Musul, devlet geleneğinde, tıpkı Kıbrıs, adalar ya da Hatay gibi, şartlar elverdiğinde “yeniden vatan toprağına katılması gereken anavatanın bir parçası”dır. Hatay meselesi, 1938 yılında yapılan referandum neticesinde ‘vatan topraklarına’ katılmak suretiyle ‘kökten haledildi’, Kıbrıs meselesi de kısmen hal yoluna konuldu fakat hiçbir zaman hafızalardan çıkmayan en “yağlı parça” Musul, bir türlü müdahale edilebilecek pozisyona gelmedi.
Devlet zevatının bir kısmı şimdi, o günün geldiğini düşünüyor.
İki farklı görüş
“Büyümek” ve “küçülmek” konusunda, devlet içinde iki farklı görüşün olduğu anlaşılıyor. Birincisi, Erdoğan ve geleneğinin hiçbir zaman unutamadığı, Y. Küçük’ün dile getirdiği “Musul’u almazsan Diyarbakır’ı verirsin” görüşüdür ki günümüzde Neo-Osmanlıcılık olarak ifade edilmektedir. İkincisi ise, son yıllarda genellikle Perinçek tarafından dile getirilen ve devletin geleneksel kanadınca da benimsenen “kendi toprağını elde tutmak istiyorsan komşunun toprağına göz koyma”da ifadesini bulan “statükoculuk”tur. Özü itibariyle bu görüş “Kürtler böyle kalmak kaydıyla, dünyanın geri kalan kısmının değişmesinde hiçbir mahsur yoktur” anlamına gelmektedir. Pratik boyutu ise, bölge devletleriyle birlikte Kürtleri egemenlik altında tutmak ve buna helal getirecek her türlü gelişmeye karşı durmaktır.
Erdoğan’ın zihniyet olarak da teşne olduğu “büyüme” emeli, ya da Neo-Osmanlıcılık, Türkiye’nin büyüme ihtiyacına bağlı olarak, İslamcı muhafazakarların devlet yönetiminde etkisi arttıkça gündemde daha çok yer alır oldu. Özal bunu, “Baba Bush” döneminde “1 koyup 3 almak” şeklinde ifade etmişti. Irak’a müdahalede oldukça istekliydi. Kürt meselesi konusunda “federasyon da konuşulabilir” demesi bu “büyüme” isteğine dayanıyordu. Özal’ın vefatından sonra yeniden sahne alan geleneksel Cumhuriyetçi aktörler bu fikirden bir hayli uzaklaştılar fakat Erdoğan’ın iktidar olmasıyla birlikte bu eğilim yeniden güçlendi, 1 Mart Tezkeresi ile test edildi ve “çözüm süreci” ile birlikte zirveye ulaştı. “İslam kardeşliği” ve “Orta-doğu federasyonu” sloganları bu dönemin parlak lafları olarak kaldılar.
Aynı emel farklı şartlar
Özal döneminin “büyüme” hevesi akamete uğradı, çünkü: ABD istemekle birlikte ne TC’nin asli unsurları istekliydi ne de bu operasyona can verecek hazır bir Kürt hareketi vardı. Bu tarihsel fikir, zaman içinde “geçici” olanı “esas” hale getiren Cumhuriyet geleneğinin direnişi sonucunda gündemden düştü.
Bugün durum farklı görünüyor; geleneksel tutumu sürdüren kesimden önemli bir kopma olduğu açıktır. “Kürtler devlet kuruyor” ihtimali yükseldikçe, Lozan anlaşmasını en büyük korunak görenlerin bir kesimi, Suriye’ye girmek konusunda olduğu gibi, Musul’a girmekten söz eder oldular. Bu nedenle, yeniden gündeme gelen “büyüme” hevesinin daha geniş bir koalisyona dayandığını ve meydana geldiği konjonktür itibariyle daha iddialı olduğunu söyleyebiliriz.
Açmak gerekirse:
Mevcut durumda haritanın yeniden çizilmesi, “düşünceden eyleme” geçmiş ve dile getirildiğinde gözle görülebilecek bir realiteyi işaret etmektedir. ‘90’larda sorun “Saddam’ın gitmesi” iken günümüzde fiili bir Kürdistan eşliğinde parçalanmış bir Suriye ve Irak’ın yeniden tanımlanmasıdır. Bu “yeniden tanımlama” ya da gerçek ifadesiyle “paylaşım”, gerek meydana geldiği koşullar ve gerekse etkin güçler itibariyle, ‘90’lardaki durumdan farklılık arz etmektedir. 90’ların ABD’si, Orta-Doğu’ya ilişkin hedeflerine ulaşmak için Türkiye gibi bir gücü kullanmak istiyordu fakat bugün aynı Türkiye, bizzat hedef haline getirdiği Orta-Doğu’ya yeniden girmek arzusu hem de başka güçlerin teşekkül etmesi nedeniyle aranan kuvvet olmaktan çıkmış, artık partner değil, rakip ve hatta hedeflenenin yapılması önünde ciddi bir engeldir.
Bu bakımdan Türkiye, aslında, Musul’a sokulmayan değil, Musul’dan çıkarılmaya çalışılan bir devlettir. Birçok kesim açısından IŞİD’in Musul’daki varlığı Türkiye’nin orda olduğunun işaretidir. Musul’da olmak, fiilen orda olmayı gerektirmez; günümüz dünyasında “etki alanı” diye bir kavram vardır ve fiilen işgal gerektirmeden söz konusu bölgeyi ya da ülkeyi kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmek ya da bir başka devletin hizmetine girmemesi için “etkili yöntemler” icat edip uygulamaktır. Musul, IŞİD’in fiili işgali altında olabilir fakat pratikte bu, Irak, İran, Güney Kürdistan Federe Devleti, ABD ve diğer etkin güçlerin dışlanması anlamına gelirken, Türkiye için aynı şeyi söylemek zordur. IŞİD ile olan ilişkileri sebebiyle Türkiye, Musul’da olmadığı halde ordadır ve mevcut Musul’u kurtarma operasyonu eğer başarıya ulaşırsa, etkinlik anlamında gerileyecek olan ülke Türkiye olacaktır.
Bu nedenle, IŞİD’i çıkarmak amacıyla Musul’a girmek istediğini söyleyen Türkiye, aslında, IŞİD’den boşalacak alanlara Sünnilerin temsilcisi ve hamisi olarak girmek istemektedir. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, yerleşmesi, petrol ticareti gibi süreçler ve mevcut durumda Başika’daki varlık gerekçesi incelendiğinde bu gayet net olarak görülecektir.
Üstelik bunun göz önünde bir de örneği var: Cerablus! Şu günlerde Dabık’a girdiğinden söz eden Türkiye’nin en büyük marifeti, ciddi bir çatışmaya girmeden, IŞİD’in gönüllü ve muhtemelen anlaşmalı olarak boşalttığı yerleri ÖSO üzerinden doldurmasıdır. Musul için de Türkiye’nin bundan başka bir planı yoktur. Mümkünse anlaşmalı olarak IŞİD’i Musul’dan çıkarmak, değilse IŞİD’in Musul’dan çıkarılması durumunda Başika’da eğitmekte olduğu sembolik kuvvetler üzerinden Musul’a yerleşmek! Hükümet yetkililerinin “biz olmazsak Musul meselesi çözülemez” demelerinin altında yatan gerçek budur. Sorunun çözümünde değil, devamında etkin olan Türkiye’nin gücü de buradan gelmekte ve bütün umudunu ‘oyun kurma’ya değil, büyük güçlerin kurduğu oyunu ‘bozmaya’ bağlamış durumdadır.
Başarabilecek mi?
Suriye’deki gibi bir ihtimali hiçbir zaman akıldan çıkarmamak kaydıyla, Türkiye’nin istediğini gerçekleştirmesi bir hayli güç görünmektedir. B ve C planı olarak lanse ettiği Kürtlerin veya Musullu sünni Arapların çağrısıyla müdahale etme isteği de pek gerçekleşecekmiş gibi görünmüyor. Suriye’de Rusya ve Esad’a verdiği türden bir taviz vermesi gerekiyor ancak Musul’da bu türden satacak bir malı olup olmadığı meçhul.
Bu durum, Türkiye’nin kimi avantajlarını görmemizi engellememelidir. 90’larda olmayan bir “iç destek” var. Y. Küçük’ten Perinçek’e, Bahçeli’den Kılıçdaroğlu’na bütün “milli kuvvetler” Erdoğan’ın arkasında saf tutmuş durumdadırlar. Ne var ki bu şaha kalkmış anti-Kürt milliyetçilik ve istilacılık başta kendilerine yakın gördükleri Arap Birliği olmak üzere neredeyse bütün dünya devletleri tarafından reddedilmekte, son günlerin taze müttefiki Rusya tarafından bile sessizlikle geçiştirilmektedir. Üstelik El Nusra gibi en yakın müttefiklerini Halep’te Rus ve Esad kuvvetlerinin insafına terk etmişken…
B ve C planlarına gelince; bundan murad A. Selvi’nin ifşa ettiğinden ibaret ise, şimdiden bir D planı hazırlamaya başlasalar iyi olur, çünkü koalisyon güçlerine göre tek meşru otorite Bağdat yönetimidir ve onun dışında davette bulunabilecek herhangi bir kuvvet yoktur. Kürtler, bütün anti-propagandaya ve yaratılan beklentiye rağmen böyle bir çağrıda bulunmazlar; basit sebep, bu operasyonun ana gücü ve eşit haklara sahip ortağıdırlar. Koalisyon güçleriyle de anlaşmış durumdadırlar. Kendi prestijlerini ve içine girdikleri ilişkileri, hele kendilerine yarar durumdayken, ayaklar altına almaları beklenmemelidir.
Musullu sünni Araplara gelince; Türkiye’ye yakın oldukları açık fakat yapılan açıklamalara bakarak “Neo-Osmanlı” siyasetin tehlikelerini görmezden gelecekleri söylenemez.
Daha da önemlisi Musul, Orta-Doğu’nun ayrılmaz bir parçası haline gelmiş Rusya’nın dahi dışarda bırakıldığı, koalisyon güçlerinin önümüzdeki yüzyıllık süreçte umut ve kaynak bağladıkları ekonomik, stratejik ve jeo-politik bir operasyonun adıdır ki bu nedenle Türkiye gibi bir ülkenin dahil edilmesi, imkansız olmamakla birlikte, bir hayli zordur. Türkiye’nin buna layık görülmesi için oldukça önemli ödünler vermesi gerekecektir. Üstelik çözümün değil, sorunun bir parçası olmuşken… Erdoğan’ın Musul halkını açıkça isyana çağırması karşısında ABD’nin yapacağı gül uzatmak olmaz herhalde. Tabii İbadi’yi de unutmamak lazım…
Erdoğan, Bakanlar Kurulu’nda yaptığı konuşmayla durumu anladığını gösteriyor. Hakikaten Orta-Doğu artık eskisi gibi olmayacak ve Kürtler, büyük bir ihtimalle, dünya milletlerinin eşit bir ferdi olmak konusunda ciddi bir mesafe kat edecekler. Fakat Türkiye, bu yeni süreçten kayıpla çıkmak istemiyorsa, yapacağı ilk iş Musul’u fethetmeye çalışmak değil, kendi kaderini derinden etkiler hale gelmiş Kürtlerle anlaşmanın bir yolunu bulmaktır. 20.10.2016