Müzisyen ve mimar Mehmet Atlı: Diyarbakır bir metropolleşme süreci yaşıyor

.

 

Mehmet Atlı... Sesiyle, müziğiyle, enstrümanlara hakimiyetiyle Kürtçe müziğin en önemli isimlerinden birisi…

Kemal Varol, Atlı için "kardeşlik kadar eski onun sesi" diyor. Haksız da değil. Atlı’nın sesinden gelen samimiyet, daima "dostuna yarasını gösterir gibi" yüreğimizde kendini hissettiriyor.

Ben Mehmet Atlı’nın müziğini hep dünyanın yuvarlaklığına benzetirim. Zira dünyanın herhangi bir yerinden düz bir çizgi şeklinde ilerlersek pek çok "civarı ve diyarı" geçtikten sonra yine aynı yere varırız.

Atlı dinleyicileri için de durum böyle… Dünyada yanından geçtiğimiz o kadar şarkıya, sanatçıya, besteye ve güfteye rağmen, günün sonunda yine Mehmet Atlı’nın müzik dünyasında kendimize bir şekilde yer buluruz. 

Başarılı müzisyen Diyarbakır’da yaşıyor. Buradan müziğiyle, melodileriyle dünyanın dört tarafına taşıyor. Onun müziği de adeta Diyarbakır gibi bir kavşakta duruyor; yazısıyla ve sızısıyla bir şehir müziği…

"Yöresiyle ve töresiyle," hatta "dağıyla ve bağıyla" modern bir müzik… Kürt müziğinin geleneksel kalıplarla hüküm sürdüğü, gurbet, hasret, kır imgelerinin hakim olduğu dönemde Atlı ve Atlı’nın arkadaşları/çağdaşları, Kürt müziğine yeni bir yıldızı işaret ettiler. Geliştirdikleri dil ve form ile Kürtçe müzikte, "sönmüş ve yeniden parlamış bu yıldızın dönüşümünü" haber verdiler.

Yalnızlık, varoluş sancıları, melankoli, kayıp gibi temalarla ortaya çıkan modern melodiler, kentte ve kırda yaşayan milyonlarca dinleyicinin kendini bulduğu bir "teselli mekanı" oldu.

Diyarbakır özelinde, Kürt coğrafyası genelinde, Hz. Süleyman gibilerin makamları, "kara kara taşlarıyla, kara bahtlıları ve kara sevdaya düşenleri teselli ediyordu" belki. Peki ya İstanbul, İzmir, Berlin, Londra gibi "gecesi uzun, gündüzü hüzün" diyarlarda, kendini yabancı hisseden, kendini kaybeden Kürtleri ne teselli edecekti?

Atlı tam da buradan bu hazin ve hüzün diyarında müziğiyle bir "teselli makamına" dönüştü. Milyonlarca insan dönüp dolaşıp onun sesine ve nefesine kulak verdi. Atlı ile mekan, müzik ve kentlerin sosyo-kültürel dönüşümü üzerine konuştuk. 

Mehmet Atlı / Fotoğraf: Independent Türkçe - Maaz İbrahimoğlu

Diyarbakır’dan başlayarak sorayım. Şu anda Diclekent’te yaşıyorsunuz. Diyarbakır’da hayatın aktif olduğu zaman dilimlerinde şehirde ciddi bir değişim görüyorum. Kadim Suriçi’nde akşam saat 9-10’da hayat bitiyor. Oysa aynı saatte Diclekent ve 75. Yıl taraflarında hayat daha yeni başlıyor. Diyarbakır üzerinden Kürt illerinin yaşadığı dönüşümü merak ediyorum. Neler söylersiniz?

Diyarbakır’da dönüşüm dediğimiz zaman kenti farklı ölçeklerde düşünüp farklı sonuçlara ulaşmak mümkün. Bir yanıyla bu yaşananlara metropolleşme diyebilirsiniz. Diyarbakır metropolleşme, metropol olma yolunda ilerleyen bir kenttir. Dolayısıyla dünyadaki metropolleşme örnekleri bize ne anlatıyorsa, Londra, Berlin, Paris, İstanbul metropolleşmesi bize ne anlatıyorsa Diyarbakır metropolleşmesi de bir şeyler anlatıyor… Metropolleşme adına anlatıyor. Burayı Güneydoğu Anadolu’nun bir kenti diye ele alırsanız bambaşka sonuçlara ulaşmak mümkündür. Çünkü burası yıllardır Türkiye’nin egemenlik alanı içerisinde bulunan ama Türkiye genelinde geçerli olan kanunlardan farklı olarak Genel Müfettişlik, Olağanüstü Hal gibi uygulamalar ve nihayet günümüzde kayyum uygulamalarıyla farklılaşan bir alanda bulunan bir kenttir. Bu yönüyle bir Diyarbakır okuması yapmak da mümkün. 

Yine bir Ortadoğu kenti ve Dicle Nehri üzerine kurulu kentlerden biri. Bir Kürt kenti... Kürtlerin nüfusunun yoğun bir kısmının yaşadığı ve siyasallaşmalarında önemli rol oynayan bir kenti okuduğumuz zamansa yine bambaşka sonuçlara ulaşmak mümkün. Fiziki yapılara bakarsak, Türkiye’de birçok kentte benzer değişimleri görebilirsiniz. Ama bir yanıyla da çok kendine özgü, çok spesifik okumalar yapmak da mümkün. Bunu her kent için genelleyebilirim. Her kent bir yanıyla daha genel sistemlerle ilişkiler yaşar ama bir yandansa daha çok yerelliğinin, yerel temeller üzerine bina olunan bir kentselliği  ortaya koyar. Bunlar Diyarbakır için de geçerli. Bunlarda bütün bir kent hikayesi var. Karşımızda kapitalizm gerçeği var, küreselleşme gerçeği var. Diyelim ki bir kente yoğun göçler var. O göçlerin beraberinde gelen birtakım sorunlar var, buradan Diyarbakır’ın kendine özgü sorunlarını okumak da mümkün. 

Mehmet Atlı / Fotoğraf: Independent Türkçe - Maaz İbrahimoğlu

Kentlerin gelişimine baktığımızda şehirler geliştikçe kent insanının bireyselleşip içe kapandığını, ruhunun bir melankoli ile mayalandığını görüyoruz. Sanatçılar tam da bu melankoli ile kentte ruhlarına şifa olabilecek bir üretkenlik ve kültür sistemini ortaya çıkarıyor. Dostoyevski'nin Yeraltı Romanı’na bile bu gözle bakıyorum. Yani gündüz boyunca kendisine kendi olmak için vakit bulamayanlar, gece denen zaman diliminde kendi olmaya çalışır. Bunu sanatla ifade ederler. Bu aktifleştirilmiş zaman diliminde ise özellikle keyif/eğlence, sanat, müzik gibi alanların öne çıktığını görüyoruz. Yani içe bakışla bu ruhların kendilerini tatmin etmeye çalıştığını görüyoruz. Sizin müziğinizde de adeta bunu yaşadığınızı görüyorum. Sanki ilk albümlerinizin olduğu dönemde yalnız kalmış ve içinize dönmüşsünüz. O bireyselliğin keşfinde Mehmet Atlı’nın yaptığı modern müziğin melankoli ve hüzünle ete kemiğe büründüğünü ancak sonraki albümlerinizde o modern melodilerin ve melankoli tınısının gittikçe emin bir şekilde zayıflatıldığını görüyorum. Aksine kendini, geçmişini ve çevreyi bir arada gören bir müzik icra ettiğinizi görüyorum. Bu noktada sizin geleneksel ezgilere, stranlara, klamlara da el attığınızı biliyoruz. Tarif etmeye çalıştığım bu süreci bize anlatabilir misiniz? Aynı zamanda müziğinizin  metropolla ilişkisini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Güzel bir soru ve tespitinizi de yerinde görüyorum. Bana göre doğru bir okuma. Şöyle ki Kent sorunsallarına ilgi duymama mimarlık eğitimi vesilesiyle oldu. Ama mimarlık eğitimi sırasında aynı zamanda aktif bir müzisyenlik hayatı da sürdürüyordum. Koma Dengê Azadî grubundaydım ve orda bir müzikal arayış içindeydik. Bu müzikal arayışın esası, elbetteki öncelikle bir kimlik kavgasıydı. Kürtçenin var olma mücadelesi, Kürtçenin geleneksel kaynaklarının açığa çıkarılıp duyurulması ve yeniden yorumlanması… Başlıca önceliğimiz buydu. Yani politik önceliklerdi.  Fakat Kurmancî ya da Zazakî şarkı yazmaya başladıktan sonra tema üretme sorunu, beni işte bu mimarlık eğitimindeki kent meseleleriyle yüzleştirdi. 

Şöyle söyleyeyim. İstanbul gibi bir metropolde Kürt olmanın farklı hallerini gördüm ve yaşadım. Bir bakıma kimliğimi de İstanbul’daki ilişkiler içinde keşfettim. Diyarbakır’dayken, ortaokul-lise yıllarımda daha çok Diyarbakırlıları tanırdım. Ama İstanbul’da Kürdistan’ın diğer bölgelerinden insanları da tanıma şansım oldu. Kürtçelerini tanıma şansım oldu. Gözlemim şuydu: Kürtler modernleşmekte olan bir toplum, kentlere akıyorlar ve bugün kentlileşme diye bir sorunsal ile karşı karşıyayız. Başta kendimi böyle görüyordum. Ama çevremdeki birçok arkadaş ve aile için de durumun bu olduğunu söyleyebilirim. Köyden kente göç ya da geleneksel alanlardan kentsel yaşam alanlarına geçiş. Bununla beraber gelen sorunlar… Modernlik problemi... Sizin de özetlediğiniz gibi. 

Şilan, eşi Mehmet Atlı ve kızları / Fotoğraf: Independent Türkçe - Maaz İbrahimoğlu

Ama Mehmet Atlı özelinde bir farklılık var. Köyden kente geçiş dönemleri, müzikte gurbet/hasret gibi temalarla daha çok kendini var ediyordu. Hem de arabesk alanıyla... Siz ise bizzat bajar, tenêtî, tinnebûn (kent, yalnızlık, yokoluş)  gibi temaları melankoli ile sentezleyerek modern melodiler ışığında sundunuz. Sizin müziğiniz üzerinden yepyeni bir yorumlama biçimi girdi Kürtçe müziğe... Bana sorarsanız bugünkü Kürt müziğinin çıktığı o modern kuyulara ilk dalanların başında geliyorsunuz. Mekanın müzikle ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? 

Aslında göç dediğimiz şey sadece bir yer değiştirme değildir. Dünyalar arası geçişlerden bahsederiz. Ya da kendi içine göç. Düşünce halleri arasındaki göç… Daha da çeşitlendirmek mümkün.  Ama konumuz şarkı yazmak olunca, burada hayatın estetize olması noktasında tema dediğimiz şey önem kazıyor. Sonuçta bir boşluk içinden şarkı söylemedim. Var olan bir birikimin içinde üretimler yapıyorum. Tüm müzisyenler gibi.  Gördüğüm şey şuydu: Kürtlerle birlikte Kürtçe de kentlileşme süreci yaşıyordu. Yani Kürtçe de değişmektedir. Kürtler gibi Kürtçe müzik de değişmektedir. Bizler de değişmekteyiz. Bizlerin değişimi ise tüm bunların değişimi anlamına geliyor. Müziğimizin, giyim kuşamımızın, gastronomik alışkanlıkların, mutfağın, mekanın değişmesi anlamına geliyor. Mimarlık eğitimi bana alanın değişimi üzerine bir ufuk açtı. Mekan dediğimiz şey çok geniş bir kavram. Kırsaldan kentsele geçiş gibi, dijital mecralara geçiş de bir mekan değişikliği anlamına gelmekte. Bizzat müziği bir mekan olarak kavramaya başladım. Müzik hayatımı bir mekan üretimi, odağında müzik ve sahnenin olduğu ve bunun çevresinde gelişen ilişkiler anlamında bir mekan olarak anlamaya başladım. Şarkı sözlerimde şöyle bir sorun tespit ediyordum. Avrupa’da yaşayan arkadaşlarımız vardı. Ama var olan Kürtçe şarkılar köy hayatını anlatıyordu. Sevgiliye sesleniyor ama köydeki gibi seslenip sevgiyi öyle ifade ediyordu. Dilde öyle kalmış, geleneksel kalmış. Benim gözlemlediğim eksik, şarkı sözlerinde bir yenilik ihtiyacıydı öncelikle… Yani ben ne yaşıyorsam ondan söz etmeliydim ve bu alanda öncelikle samimi ve dürüst olmalıydım. Bir söylemim olacaksa kendi gerçekliğimden yola çıkacağım bir söylem olmalıydı. Yalnızlık, kaybolma, sonraki albüm adı Wenda (Kayıp) idi. Kaybolma hissi, yabancılaşma, edebiyat tarafından ve müzik tarafından estetize edilmiş konulardı. Ama Kurmancî ve Zazakî içinde bunların konuşulması biraz geç oldu diyebilirim. Ya da bizim gibi örnekleri bekledi. 

Üzerinde durduğunuz yabancılaşma, yalnızlık, kayıp gibi temalar; kimliğiniz ve müziğiniz üzerinde nasıl bir pekiştirmeye yol açtı?

Farklı farklı kategorilerden bahsetmek mümkün. Mesela Avrupa’da  müzik yapan Kürtlerin gündemi başka bir gündem. Ama Mersin, Adana, İstanbul gibi büyük kentlere göçmüş Kürtlerin gündemi başka bir gündem… Ve İran’da veya Güney’de de farklı gündemlerin olduğunu tahmin edebiliriz. Ben  kökeni köyde olan bir aileden geliyorum. Ama ailemizin göç hikayelerine bakıyorum. Kasabada iş bulma, bir devlet dairesine girme, dolayısıyla proleterleşme... Yani köylünün ücretli bir çalışan, bir işçi haline gelmesi...   Veya çocuklarını okutarak sınıf atlatma yoluna gitmesi.  Geleneksel eğitim biçimlerimizden farklı olarak modern okullara çocuklarını göndermek ve oradan bir meslek edinerek çıkmasını ummak...  Bunları hepimiz yaşadık.  Bunların kentleşme ile bir ilgisi var. Kent tarihi ile ve modernlikle ilişkisi bir var. Bu ilişkileri görmek lazım.  Mekanın dönüşümü tüm bu süreçler boyunca karşımıza çıkıyor.  Mesela çeşme başında şarkı söylemenin, çobanlık ederken bilur çalmanın bilgisi/dünyası ile asimile olmakta olan eğitimli bir bireyin dünyası çok farklı.  Ana dilinden koparak bir başka dilde eğitimli olma durumu insanı birçok sorunla yüzleştirir. 

Biraz açar mısınız?

80'li 90'lı yılların Diyarbakır ortamında politik bir şekilde yetiştirildik.  Kaçınılmaz olarak erken politikleştik. Hemen hemen tüm yaşıtlarım gibi...  Çocukluğumun erken döneminde Diyarbakır cezaevini duymaya başladım. Faili meçhulleri görmeye duymaya başladım.  88'de Halepçe’den gelen ‘zorunlu misafirleri’ ağırlamaya başladık.  Bunların hepsi sizde kimlik ve mekanla ilgili sorular uyandırıyor.  Ben kimim? Nereye aidim?  Nerede yaşıyorum?  Müziğin konuları...  İstanbul'da müzik yapan insanlar olarak bunları tartışıyorduk elbette.  O geleneksel kaynakları öğrenmek ve kim olduğumuza dair  kadim bir bilgiden hareketle bir şeyler yapmaya çalışıyorduk.  Ama bir yandan da akıp giden hayat vardı.  Geçim sıkıntılarınız, arkadaşlıklarınız, aşklarınız... Bunların hepsi müziğin konusu olmak durumunda.  Kürt müziğinin mecburen politikleşmiş halinden biraz daha sıradan, gündelik tarafına gerçekçiliğine gelmesini umdum.  Şarkı sözlerinde de bunu yapmaya çalıştım.  Çok büyük laflar etmeden, gündelik sıradan hallerimizden söz edelim mesela:  Kürtçenin en sıradan biçimini kullanarak direnmek.  Sıradan, popüler, gündelik hayatın içinde canlı tutarak kullanmak. Yani onu bir tür eski kadim bilgi olarak müzelerde dondurmak değil, aşırı politik bir misyon yükleyerek, onu bir bakıma ötekileştirmek değil,  bir dilin doğallığı içinde şarkı söylemenin yollarını aradık.  Çünkü bunun büyük bir direniş olacağını düşündük.  Yani Kürtçeyi kafelerde, düğün salonlarında, her yerde dillendirmek…  Miting alanlarında, konser salonlarında, mekan diye aklınıza ne geliyorsa....  Orada artık müziğin öğrettiği bir mekansallık vardır.  Dört duvarı, sokağın sınırlarını aşan, ses temelli bir duyguyu paylaşan insanların oluşturduğu bir mekandan bahsetmek gerekir.  Ben bu mekanları gözlemledim.  Kürdistan ve Türkiye'nin farklı yerlerinde Newroz alanlarına gittim.  İşçi bayramlarına gittim 1 Mayıs’larda.  Öğrenci eylemlerine gittim.  Eylemsellik adına ne varsa orada bulunarak aslında farklı mekanlarda gözlemlerde bulundum. 

Maaz İbrahimoğlu / Independent Türkçe

 

SÖYLEŞİ Haberleri

Mustafa Aydoğan: Kürt nüfus çoğalıyor, Kürtçe konuşanlar azalıyor
30 yıl sonra tahliye olan Rojbin Perişan: Vazgeçmediğin sürece umut vardır
İstanbul Sözleşmesi, İngiltere’de yürürlüğe girdi
Mücahit Bilici: 'Kürt demokrasisinin de Kürt askeriyesine 'haddini bil' diyebilmesi lâzımdır'
Kürt korkusu Kürtlerle ilgili hak taleplerini güvenlik meselesine indirgiyor