Nasıl bakmalı/Nereden başlamalı?

Mehmet Gül

2017 Yılı, Kürdistan halkları için zafer ve trajedinin yaşandığı bir yıl oldu. 25 Eylül Bağımsızlık Referandumu’na gösterilen büyük teveccüh neticesinde tecelli eden EVET kararı büyük bir coşku yaratırken, sadece 21 gün sonra, 16 Ekim’de meydana gelen trajedi de bir o kadar hayal kırıklığı yaratmıştır.

 

Son bir aydır, bir kısım YNK yöneticisinin Haşdi Şahbi ile yapılan ''mutabakat'' çerçevesinde Kerkük'ten geri çekilmesiyle yol verilen trajedinin sebepleri tartışılıyor. Pêşmerge'nin Pirdê ve Zumar'da gösterdiği direniş, umutlarımızı yeniden yeşertse de Referandum sonucunun yarattığı sevinç ve coşkunun yerini alan geleceğe olan güvensizlik ve daha büyük kayıpların olacağına dair endişeleri giderebilecek daha somut, ikna edici bir gelişme, ne yazık ki, henüz görünmüyor. Mevcut süreçte bölgesel ve uluslararası güçlerin desteğini alan Bağdat yönetimi her gün yeni şartlar ileri sürüyor. Durumu daha da belirsiz hale getiren, yaşananlar hakkında, bugüne kadar, halkın bilincinde oluşan soru işaretlerini kaldırabilecek, tatmin edici bir açıklamanın yapılmamış olmasıdır.

 

Mevcut durum, şimdi de referanduma karşı olanlara ''Referanduma baş vurmanın iyi olup olmadığı'' sorusunu gündeme taşımalarına imkân veriyor. Kimisine göre, bugün yaşanmakta olan kaosun başlıca sebebi, önü ve arkası iyi hesaplanmadan Referanduma baş vurulmuş olmasıdır. Oysa her geçen netleşmektedir ki Referandum sadece bir bahanedir, Referanduma gidilmemiş olsaydı bile Irak ve bölgesel aktörler zaten bağımsız bir devlet formuna doğru giden Güney Kürdistan’a müdahale edeceklerdi. Ama ne olursa olsun, Referandum neticesinde tecelli eden Bağımsızlık talebinin uygulanmasının önünün kesilmesinde ‘iç ihanet’in belirleyici rol oynadığı açıktır.

 

Çare, yeni göz bağları üretmek değildir

 

Doğrusu, her biri ayrı ayrı ve derinlemesine irdelenmeyi gerektiren bu soruları, nedenleri hakkında henüz tam bilgi sahibi olmadığımız trajediyi anlamadıkça, sağlıklı bir şekilde irdelemek, ne yazık ki mümkün değil. Kimi hassasiyetler hala devam ediyor. Bu hassasiyetlerdir ki kan kusarken kızılcık şerbeti içtik diyoruz. Kimi konuları ise, hakkında bilgi sahibi olalım ya da olmayalım, bu türden platformlarda zaten tartışamıyoruz.

 

Yine de eldeki veriler çerçevesinde, hiç değilse gelecekte yeni trajediler yaşamamak adına, kimi parametreler üzerinde durabilir, sorunun esasını anlamak için kimi teferruatları tasnif edebiliriz. Klasik tabirle ‘derdini bilmeyen derman bulamaz’. Evvela derdimizi tespit etmeliyiz.

 

Yaşamakta olduğumuz trajediyi değerlendirirken, tecrübeyle sabit bu doğruyu akılda tutmakta büyük yarar var. Çünkü görünen odur ki, yaşamakta olduğumuz bu zor günlerin gerçek sebebini büyük ölçüde bilmemize rağmen, var olan hassasiyetlerden dolayı, ‘gerçegi görmekten kaçmak’ adına gözlerimizi sıkı sıkıya kapatmak zorunda kalıyoruz. Oysa biz görmesek de ‘gerçek’ var olmaya devam edecektir.

 

Doğal olarak bu tutum, tüm iyi niyetlerimize rağmen, yaşamakta olduğumuz sorunları gidermek amacıyla çareler değil, gelecek günlerde yaşamamız muhtemel yeni trajedilerde açmak üzere yeni gözbağları üretiyor. Bu gözbağlarının şimdiden üretildiğini söylersek abartmış olmayız. Bir yandan gerçek sebeplere giden yolları hızla kapatıyoruz, diğer yandan, Güney Kürdistan Federe Devleti’nin hayata geçirdiği en önemli olayı bütün sorunların sebebi sayarak, olmaması gereken bir eleştiri inşa ediyoruz.

 

Sebep Referandum mu?

 

Tasnif edilmesi gereken yanlışların başında, Kürdistan tarihinde, Mahabad’tan da önemli 25 Eylül Bağımsızlık Referandumu gibi tarihsel nitelikte bir olayı ''tartışma konusu'' yapmaktır. IKBY’ni, yapması gerekip de yapmadıkları konusunda eleştirebiliriz fakat yaptıkları arasında eleştiremeyeceğimiz etkinliklerin en başında 25 Eylül Bağımsızlık Referandumu gelir. Tabir uygunsa bu, 25 Eylül Bağımsızlık Referandumu, Güney Kürdistan Federe Devleti’nin, bütün riskleri göze alarak, ‘Kürtler ne istiyor’ sorusuna yanıt bulunması için ortam hazırladığı için onurla taşıyacağı bir madalyadır! Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ağır sonuçlarını yaşamakta olduğumuz trajediyi bütün yönleriyle neden ve sonuçlarını ele alarak değerlendirmek ne kadar meşru ve yerinde bir yaklaşım ise, Kürdistan halkının iradesini ortaya koyan Referandumu tartışma konusu yapmak da bir o kadar gayri meşrudur.

 

Hatırlamak gerekir ki, ülkemizdeki gayri meşru her türlü varlığa son vermek ve dünya milletlerinin sahip olduğu haklar çerçevesinde kendi kendimizi idare etmek her birimizin temel amacıdır. Yöntemler tartışılabilir fakat bu yöntemler arasında en barışçıl, demokratik ve adil olanın doğrudan halkın görüşlerini yansıtan referandum olduğunu kimse inkâr edemez. Çağdaş dünyanın geldiği nokta budur. Güneyli Kürtlerin yaptığı da çağdaş dünyanın bu normu çerçevesinde Kürtlerin ne düşündüğünü tespit etmektir. Bu doğal ve meşru hakkın kullanılması neticesinde ortaya çıkmış iradeye saygı duymak yerine onu bastırmak için harekete geçenlere haklılık kazandırmak, ‘referandum olmasaydı bu saldırılar olmayacaktı’ demek, abesle iştigaldir, halkın iradesini yok saymaktır.

 

Açıkça belirtmekte yarar var: Kendi kaderini eline almak isteyen bir halkın yürüttüğü mücadele sürecinde, yapmış olduğu herhangi bir hata ve yanlışlık, sömürgeci güçlerin Kürdistan’ı işgalinin gerekçesi olamaz. Bu nedenle, tarihinde ilk kez kendi geleceğini belirlemek için sandık başına giden Kürdistan halkının, geleceği hakkında ne düşündüğünü gayet net bir şekilde ortaya koymasını, mevcut gayri meşru saldırıların sebebi olarak göremeyiz. Dünya devletlerinin bu sonuca saygı duymasını beklemek en doğal hakkımızdır. Ne yazık ki dünya devletleri bu çağdaş, demokratik davranışı sergileyemediler. Bilinmelidir ki yaydan çıkan ok bugün olmasa da yarın, mutlaka hedefine varacaktır.

 

Bizim açımızdan, dün referandumun yapılmasını savunmak nasıl doğru bir tutum idiyse, bugün, referandum sonuçlarının tecellisi için çalışmak da bir o kadar doğrudur. Sürecin bizden beklediği en doğal davranış biçimi budur. Sadece kendi çıkarlarından hareketle olaya bakan Bağdat'ın referandumu iptal istemlerinden çok, bizim için esas olan Kürdistan halklarının ne dediği ve 25 Eylül Referandumu’nun sonucudur.

 

Referandum sonuçlarının da bir kez daha ispatladığı gibi, Bağdat yönetiminin Kürdistan’daki her türlü varlığı gayri meşrudur. İşgal güçlerinin derhal çekilmesini istemek bizim en doğal

hakkımızdır. Bırakalım Bağdat'ı, IKBY’nin dahi bu sonucu iptal etme yetki ve gücüne sahip olmadığı da gerçekliğin diğer bir boyutunu ifade etmektedir. Halkın iradesinin üstünde başka bir meşru güç yoktur. Bu şartlar altında ‘Yeni bir Irak’ın tesisi için koşullar öne sürmesi gereken taraf Bağdat değil, Hewlêr Hükümeti’dir. Bu çerçevede, Bağdat Hükümetinin yapması gereken en doğru şey, Referandum sonuçlarına saygı duyup tanımak ve ''tartışmalı bölgeler'' ile ilgili olarak 140. Madde’nin gereğini yerine getirmektir. Bunun dışında ne ‘yerel’ ne de evrensel düzeyde Bağdat hükümetinin tutunabileceği herhangi bir dal yoktur.

 

 

Trajedinin sorumlusu kim?

 

 

Tasnif edilmesi gereken ikinci durum ise, bütün bu yaşanan süreç nedeniyle kimi sorumlu tutacağımızdır.

 

''Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olduğumuz'' dile getiriliyor. Oysa ki gerçek bu değildir; güpegündüz evimizi basıp evdeki pirinci ve bulguru almaya çalıştılar. Pirinci aldılar, ama bulguru vermemek için direniyoruz.

 

Evet, geleceğe ilişkin sağlıklı sonuçlar çıkarmak, her şeyden önce, olanlar konusunda objektif bir tutum takınmaktır. Ne yazık ki bu konuda da sorun var; kimisi bütün sorumluluğu Barzani’ye atarak olayı açıklamakta, kimisi de sadece YNK içinden bir kliğin ''zehirli hançeri''ni her şeyin tek sorumlusu saymaktadır.

 

Bu değerlendirme biçimleri gerçeğin bir yanını ortaya koyar, tümünü değil. Yaşamakta olduğumuz günlerde, Kürdistan tarihi itibariyle yeri doldurulmayacak önemde Referandum kararının hayata geçirilmesinde önemli rolü olan Barzani’yi ulusal bir refleks olarak savunmak ne kadar önemliyse Sayın Mesud Barzani'nin ve Partisi'nin henüz yanıtını vermediği kimi soruları sormak da bir o kadar objektif ve yapıcıdır. Bu konuda, Güney’deki trajediyi değerlendirirken, en az Sayın Barzani kadar gerçekçi olmak durumundayız.

 

Neden Referanduma gittiklerini Reuters’e verdiği demeçte açıklayan M. Barzani, ‘ulusal iradeyi kaybetmek’ ile ‘'Irak ordusunun 'tartışmalı bölgelere' saldırma ihtimali karşısında toprak kaybetmek'’ arasında bir tercihle karşı karşıya bulunduklarını belirttikten sonra şunları söylüyor:

 

“İrademizi kaybetmemiz, bazı bölgeleri geçici olarak kaybetmemizden çok daha büyük bir kayıp olurdu. İrademizi ve ulusumuzun umudunu kaybetmek ile bazı kayıplara göğüs germek arasında, halkımızın iradesini ve onurunu kaybetmemeyi seçtik.”

 

Bundan çıkarılacak sonuç, Barzani liderliğindeki yönetimin, olası sonuçların bilincinde olarak hareket ettiğidir. Bugün bağımsızlığa %80 evet demiş bir Kerkük işgal altındadır; Kerkük halkının referandumda ortaya koyduğu irade, aynı zamanda Kerkük'ün Kürdistan'ın bir parçası olduğunun da tarihsel beyanıdır.

 

Sayın Barzani'nin ''yaşadıklarımız aslında, halkımızın kırılması değil, bir ihanettir'' söylemini diğer açıklamalarıyla bütünleştirdiğimizde, yaşanan geçici geri çekilmenin aktörlerinin kimler olduğu daha bir belirginleşmektedir.

 

Aleni olarak cereyan edenlere baktığımızda gördüğümüz şudur: Bağdat ve Tahran bu işgalin esas kurucu ve uygulayıcılarıdır, Türkiye destekçidir; Amerika ve İngiltere bilerek göz yuman aktörlerdir. Bütün bu aktörlerin etkinlik sağlamasına uygun zemin hazırlayan ise iç ihanettir.

 

Referandum ve bağımsızlık projesinin sahiplerinin bu doğru siyasete sahip çıkarken gereklerini yerine getirmede sergiledikleri hata, yanlışlık ve eksikliklerinin de elbette ki bir değerlendirmeye tabii tutulması gerekmektedir.

 

Ama halkın meşru iradesini ortaya çıkarmayı savunanların hataları ile bu iradeyi çiğneyen ve çiğnetenlerin rolünü ve yaratmış oldukları tahribatı aynı kefeye koymak da gerçekleri ters yüz etmekten başka bir şey değildir.

 

Sayın M. Barzani görev süresinin uzatılmasına karşı çıkmış ve devlet başkanlığını bırakmıştır. Kuşkusuz bu ‘görev bırakma’ kararının evveliyatı vardır; her kes biliyor ki Barzani, Federe Devletin kurumlaşması adına, yapılacak olan Başkanlık seçimlerine katılmayacağını, kendi ailesinden de herhangi birinin aday olmayacağını zaten açıklamıştı. Ama açıktır ki, Sn. M. Barzani’nin istifasını mevcut durumla ilişkilendirmek istemesek de ne yazık ki fiilen böyle anlaşıldığı da madalyonun diğer yüzünü oluşturmaktadır. Bunu kanıtlamanın imkânı olmasa da meydana geldiği şartlar itibariyle yaşananlarla ilişkilendirenler olacaktır. Elbette ki bu durum, bütün risklerine rağmen Bağımsızlık Referandumu gibi tarihsel önemde bir eyleme öncülük yapan Sayın Mesud Barzani'nin Güney Kürdistan'daki tarihsel ve ulusal rolünü ortadan kaldırmıyor.

 

Hırsızın suçu

 

Fakat her şey bu kadar değil. Hırsızın da suçu var!

 

Evet, esas hırsızın işgalci devletler ve onlara göz yumanlar olduğunu göz ardı etmeden, bu ''hırsızlara'' zemin hazırlayan ''zehirli hançeri'' önemle tespit etmek lazım.

 

Kürdistan'daki fiili ''ikili idare''yi kendi ''hançerleri'' için bir zemin olarak kullananlar,

Referandum öncesinde Kerkük yerelinde darbe girişiminde bulunmuş, ama daha sonra bunlara karşı yeterli güvenlik önlemleri alınmadığı ya da alınamadığı için, ne yazık ki çalışmalarını sürdürmüş, işgalci güçlerle geliştirdiği ilişkiler neticesinde bu sonuca yol açmıştır.

 

Netice itibariyle bu kesim Kerkük cephesinde, direnişe tevessül etmeden düşmanla anlaşmak suretiyle geri çekilmiş, direnme eğilimi gösteren kuvvetleri arkadan kuşatarak tam bir ‘karşı güç’ olarak hareket etmiştir. Bu iç kanamadan ötürü meydana gelen psikolojik bozgun, bütün bir savaşın birinci hamlesinin yenilgisine neden olmuştur. Dolayısı ile Güney’in özgün ve sorunlu şartları içinde, Haşdi Şahbi ile anlaşan söz konusu grup, Kürdistan Hükümetinin aldığı karar ve halkın iradesinin hilafına çalışarak bütün bir savaşın yitirilmesinin sorumlusu

olmuştur. Ancak bu kırılmayı önleyecek tedbirlerin neden alınmadığı konusunda da kapsamlı bir muhasebeye ihtiyaç olduğu açıktır.

 

Kırılmayı tersine çevirmek için başlama noktası

 

Doğal olarak bu olgular bizi daha derin bir analiz yapmaya götürür. Yaşanan travmanın boyutuna baktığımızda daha yapısal ve derin bir nedenden söz edebiliriz.

 

Bilindiği gibi G. Kürdistan Federe Devleti’nin kuruluşu, sadece Kürt güçlerinin mücadelesinin eseri değildir; G. Kürdistan’da mevcut statükonun oluşmasında birinci faktör yerel kuvvetler ise ikinci faktör de dış güçlerdir. Eğer Saddam ile ABD arasındaki savaş olmasaydı, G. Kürdistan’da o dönemde bir devletin kurulması söz konusu olamazdı. Halkımızın kendi iradesine sahip çıkmasının yanı sıra, kazanımların elde edilmesinde de korunup devamında da Amerika'nın rolü açıktır.

 

Referandum sürecinde de bu desteğin beklendiği ortaya çıkmıştır. Gerek Sn. Mesud Barzani ve gerekse Kerkük Valisi N. Kerim, Türkiye ve İran tarafından desteklenen Irak güçlerinin Kerkük’ü işgal etmesinin hemen ardından yaptıkları açıklamada buna işaret etmişlerdir. N. Kerim iç zaafların farkında olduklarını fakat kendilerini hayal kırıklığına uğratanın, ABD ve Koalisyon güçlerinin ‘Kürt halkına zulüm yapan devletlerin safında yer alması’ olduğunu söylüyor. Sn. Mesud Barzani ise aynı demecinde bu konuda şunları söylüyor:

 

“Bize dostumuz olduklarını söyleyen kişilerin destek vereceğini veya en azından sessiz kalmayacağını umuyorduk. Fakat dağlarımızla yalnız olduğumuz açıktı. Peşmergeye destek vermemekle kalmadılar, Peşmerge onların silahlarıyla öldürülürken hiçbir şey yapmadan izlediler. Beni rahatsız eden şey bu”dur.

 

Barzani’yi rahatsız eden durum, bütün Kürt halkını da rahatsız etmiştir. Günümüz dünyasında her türlü gelişme ‘uluslararası’ bir nitelik taşır. Bu nedenle, uluslararası şartların ürünü olan Güney Kürdistan Devrimi, kendi geleceğini belirlemeye çalışırken esas olarak ‘uluslararası şartların kurbanı’ olmuştur fakat ‘dış güçlerin’ bu pervasız davranışta bulunmasında ‘cesaret verici’olan, tıpkı kuruluş günlerinde olduğu gibi, yerel faktörlerdir. Yani Güney Kürdistan’ın ekonomik-siyasal-askeri durumudur.

 

Ne yazık Federe Devlet, aradan geçen 26 yıllık süre içinde, kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ulusal birlik inşasına kavuşamamış ve bu nedenle dış güçlerin de göz yummasıyla kanla elde ettiği toprakları kaybetmiştir.

 

Dış güçlerin desteğini gereksinen IKBY’nin bir diğer dezavantajı, kendi içinde de genel geçer bir yönetim modeli kuramamış olmasıdır. Ne yazık ki ordusuyla, güvenlik ve istihbarat güçleriyle modern bir devletin gereği olan kurumlarını yaratamadı. Her zaman ikili bir yapı olarak kaldı. Her ne kadar Irak Bölgesel Kürt Yönetimi olarak anılsa da aslında her biri kendi gücünü koruyan iki ayrı siyasal partinin uzlaşısı üzerinde varlığını devam ettirdi.

 

Sadece siyasal olarak değil, ekonomik olarak da ‘ulusal bir ekonomi’ kuramadı. İkili yapı, esas olarak etkinlik oluşturduğu ‘bölgenin’ ekonomik inşasıyla ilgilendi; genel olarak Kürdistan halkını üretim-tüketim-bölüşüm ekseninde birleştiren bir ulusal üretim politikası

oluşturulamadı. Kuşkusuz kıt imkanlara sahipti; kendi geçimini sağlamak için dahi Kürdistan’ı egemenlik altında tutan diğer devletlerle ‘iyi’ geçinmek zorundaydı fakat sahip olduğu ‘doğal zenginlikler’i bir ulus bilinciyle ekonomiye kazandırabilirdi. Ne yazık ki bunu da yapmadı. Gerek siyasal ve gerekse ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde duramayan Federe Devlet, dış güçlerin tazyikiyle içerde büyük kanamaya sebep olan zaafların kurbanı oldu.

 

Bu gerçeğe göre hareket edilmezse gelecekte aynı trajedilerle karşılaşmak sürpriz olmayacaktır. Kürtlerin tarih boyunca yaptıkları en doğru eylemi, 25 Eylül Bağımsızlık Referandumu’nu, ikincil şartlardan hareketle değerlendirip ‘meydana gelen sorunların sebebi’ olarak değerlendirmek ve böylece ortadan kaldırmaya çalışmak yerine, bu tarihsel önemdeki kararı ayağa kaldırmanın tahkimatını yapmak için doğru yerden işe başmak gerekir. Bu da bir an önce gerçek anlamda bir ulusal duyarlıkla, modern normlara uygun bir devlet inşa etmektir. Eğer bu direnç noktası oluşturulursa görülecektir ki uluslararası güçler şimdi olduğu kadar rahat hareket edemeyeceklerdir. Bilmeliyiz ki onları bu şekilde hareket etmeye teşvik eden bizim güçsüzlüğümüzdür. Buna da sebep olan ikili, her zaman kullanılabilir bölgesel ve dışarıya bağımlı örgütlenmemizdir. Bizi yanlış istikamete götüren bütün göz bağlarından kurtulursak, işe başlamak için doğru noktanın bu olduğunu görürüz. 27.11.2017