Fehim Taştekin
Ciddi devletler az konuşur. Bizde bir güne sığdırılan tehditler, uyarılar, şantajlar, stratejik söylev ya da sövgüler ötekilerin bir yılına bedel. Yerine getirilemeyen tehditler, masadan usulca kaydırılan kartlar, tutmayan vetolar. Sonu gelmeyen sızlanmalar. Yatsıyı bulmayan yalanlar.
NATO içinde ittifaka ‘en Fransız’ kalanların Fransızlar olduğu sır değil. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından bir dönem çekildiğine dair arka plan, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un NATO’yu mevta ilan eden sözlerindeki ‘şok edici’ etkiyi emiyor olmalıydı. Fakat bu emme işi, NATO’yu Avrupa’yı hizalama aygıtı olarak konuşlandırmış Amerikalılardan önce ‘Yeni Osmanlı’ya düştü. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Trump’ı mest eden, “Önce sen kendi beyin ölümünü bir kontrol ettir” çıkışıyla NATO’yu koruma ve kollama misyonunu kuşandı.
Hâlbuki Türkiye eylem ve tercihleriyle NATO’dan uzaklaşma yolunda değil miydi?
İktidar medyasında, “NATO’nun Türkiye’ye müdahale edeceği” senaryolarından geçilmiyor muydu?
Suriye’ye üç askeri harekât düzenlerken Rusya’ya sokulup NATO’dan bağımsız hareket etmediler mi?
Bunlar Türkiye’yi ittifak içinde ‘öngörülemez ortak’ durumuna sokmadı mı?
Evet, öyleydi ama Erdoğan yönetiminde mantık böyle işlemiyor. NATO ile koordinasyonsuz maceralara atılmak da NATO’yu en fazla göreve çağıran ortak olmak da bu mantığa sığıyor. AKP yönetimi, 2015-2016’da, “Taraflardan herhangi biri tehdit edildiğinde tüm tarafların danışmalarda bulunmasını” öngören dördüncü maddeyi dört kez işletti. Bir müttefike yapılan saldırıyı bütün müttefiklere yapılmış sayan beşinci maddeyi de dillerinden düşürdükleri gün yok.
***
NATO’dan kopuşu başlatacağı bile bile ‘bağımsızlıkçı’ pozlarla Rusya’dan S-400 almakta beis görmeyenler şimdi radikal NATO-perver. Peki niye böyle?
Birincisi NATO’dan kopmak gibi bir planları asla ve kat’a olmadı.
İkincisi ABD ile ilişkileri yaptırım parantezine alan konuları NATO zeminine taşımanın daha zekice olacağını düşündüler. O yüzden Amerikalılara, “S-400 krizini biz NATO içinde çözeriz” deyip durdular. Çünkü NATO zemininde müzakere için mekanizmalar bulmak kolay. Bu mekanizmalar Türkiye’ye eşit koşullarda yanıt verme ve istediği kadar zaman kazanma imkânı veriyor. Daha da önemlisi bu zemin Türkiye’nin veto kartını kullanabileceği yerdir.
Erdoğan’ın Washington ziyaretinde yaptırımların rafa kaldırılmasını fırsat bilip Ankara’da F-16’larla S-400’leri test ettiklerinde herkes, “Bunlar gözü kara gidiyor” demeye başlamıştı. Fakat bu şekilde gerilimi yeni bir boyuta taşırken paralelinde NATO’yu kilitleyecek bir hamleyle pazarlık alanını genişletmeye çalıştılar. Bunu NATO’nun Rus tehdidine karşı Polonya ve Baltıkları korumaya dönük planını veto ederek yaptılar. Vetonun kaldırılmasını da ittifakın YPG’yi terör tehdidi olarak kabul etmesi şartına bağladılar.
NATO’nun Watford’daki 70’inci yıl zirvesinde hem S-400 hem de Barış Pınarı Harekâtı nedeniyle Türkiye’nin üzerine geleceklerini herkes tahmin ediyordu. Zirve öncesi göğüs göğüse vuruşmaya en hevesli lider de Macron oldu. Macron ekimde Kürt bölgelerine müdahaleyi ‘çılgınlık’ olarak nitelemiş, IŞİD’in canlanmasından Türkiye’yi sorumlu tutmuştu. Daha sonra The Economist’e röportajında ABD’nin müttefiklerle konuşmadan Suriye’den çekilme kararı vermesi ve Türkiye’nin Suriye’de IŞİD’le mücadelede uluslararası koalisyonun ortaklarına karşı saldırgan eylemlerde bulunmasından hareketle, “Şu anda yaşadığımız NATO’nun beyin ölümüdür” demişti. Suriye’den saldırı gelmesi halinde Türkiye için beşinci maddenin çalıştırılmasının mantığını sorgulayan Macron, ABD’ye de artık güvenemeyeceklerini belirtip Avrupa’nın askeri özerkliğini kazanması gerektiğini savunmuştu. Fransızlar terörizmle mücadeleyi NATO’nun hedef tanımı içinde daha merkeze almak istiyor. Tam bu noktada Türkiye, “Peki benim teröristim ne olacak” diye araya giriyor, YPG-PYD liderlerini Élysée Sarayı’nda defalarca ağırlayan Fransa’ya ‘terör destekçisi’ diye çatıyor. Buna yanıt da Türkiye’nin IŞİD konusundaki kara delikleri üzerinden geliyor. Avrupa liderleri içinde Macron kadar ‘IŞİD-Türkiye bağlantısı’nı açıkça dillendiren olmamıştı. Dedi ki, “Üzgünüm masanın etrafında aynı terörizm tanımına sahip değiliz. Türkiye’ye baktığım zaman şunu görüyorum: Şimdi IŞİD’e karşı bizimle omuz omuza savaşanlara karşı savaşıyorlar. Bazen de IŞİD’in vekilleriyle beraber çalışıyorlar.”
Macron’un NATO çıkışı Avrupa’daki tartışmalardan bağımsız da ele alınamaz. Atlantik ile Kıta Avrupası arasındaki kolaylaştırıcı faktör olan Britanya, Brexit çıkmazında kendi kendini yumrukladığından uluslararası meselelerden koptu. Bu boşluğu NATO’daki ödeneğini artıran Almanya dolduruyor. Hiçbiri NATO’ya veda etmek niyetinde değil ama ittifakın güncellenmesi gerektiğini söylemeyen de yok. Doğu Avrupa’daki Russofobikler bir kenara birçok aktör Rusya ile diyaloga dönmekten yana. Bu konuda itici iki etkenin etkisi artıyor: Birincisi NATO’nun Rusya’yı ihata etme stratejisi 2008’den beri duvardan duvara tosluyor. NATO genişleyerek Rusya’ya 1600 km. daha yaklaştı ama Rus nüfuz alanlarına müdahaleler Gürcistan ve Ukrayna’da hezimete uğradı. Neo-Faşist damarları palazlandırarak tehlikeli geçmişi diriltmekle kalmadılar, Rusların geri dönüşünün önünü açtılar. Almanya, Amerikalıların sert eleştirilerine rağmen Rus doğalgazını Kuzey Akım 2 ile Avrupa’ya taşıma planından vazgeçmedi. Orta Doğu’da ABD ile ortaklığın Avrupa için getirileri artık meçhul. Yeni oyun kurucu Rusların eline bakar hale geldiler. Avrupa’nın kendi savunma gücünü kurma planı da ilerleme sağlayamamış eski bir tartışma.
Hal böyleyken Çin’in yükselişi Amerikalılar kadar olmasa da Avrupalıları da germeye başladı. Şimdi Rusya’yı yanlarına alarak Çin’i dengeleme fikri giderek alıcı buluyor. Tabii kimse Amerikalılar gibi Çin’in düşman olarak tanımlanmasından yana değil. NATO’nun dünkü sonuç bildirisine Çin ilk kez ‘yükselen fırsat ve zorluk’ olarak girdi. Macron’un, Çin ve Rusya’nın düşman ilan edilmesini sorgulayan çıkışına rağmen Fransa da endişeli. Hindistan, Japonya ve Avustralya gibi ülkelerle ilişkileri güçlendirmeye çalışan Fransızlar uçak gemisi Charles de Gaulle’ü geçen martta Asya seferine çıkarmıştı. Bu, Çin’e karşı pozisyon alma girişimi olarak algılanmıştı. Düşmanlaştırma kavramından uzak dursalar da Çin hepsinin korkusu.
***
Türkiye’nin NATO’yu yutkunduran tutumuna dönersek; Türkiye bu tartışmaların orta yerinde Polonya-Baltıklar planında veto kartını göstererek hem S-400 hem de Suriye konusunda ‘üzerime gelirseniz ittifakı kilitlerim’ demiş oldu. Birden bire iktidarın iletişim aygıtları, Türkiye’nin Gürcistan, Ermenistan, İran, Irak, Suriye ile komşu olduğunu; Asya ve Orta Doğu gibi belalı bir coğrafyanın önünde ‘bariyer gibi’ durduğunu; NATO’nun ikinci büyük ordusu olduğunu ve büyük bir ekonomik potansiyel barındırdığını hatırlatıp ülkenin stratejik değerini başlarına çaldı. Ayrıca mülteciler değişmez şantaj unsuru. Elbette Türkiye’nin stratejik ağırlığına paha biçilemez. Erdoğan da dış politikadaki feci yanlışlıkların getirdiği çöküşe karşı şimdi kantara Türkiye’nin özgül ağırlığını çıkartıyor. Son pozisyonuyla Rus lider Vladimir Putin’i hayli keyiflendirdiği de bir vakıa.
Ancak NATO’yu çıkmaza sürükleyip taviz koparma yaklaşımının başarısı sınırlı. Ankara Kürtlerle ilgili çözümsüzlük siyasetiyle NATO yolunu da mayınlıyor. YPG konusundaki ısrar, esir edilen dış ilişkiler ağını büyütüyor. Yani Türkiye, ABD ile ikili bildirilerine sokamadığı bir ifadeyi NATO metinlerine yansıtmaya çalışıyor. Ne 7 Ağustos’ta müşterek harekât merkezi kurulmasını öngören bildiride ne de 17 Ekim’de Ankara Mutabakatı’nda YPG terör örgütü olarak tanımlandı. Bu tür bir ifade Rusya ve İran’la yürütülen Astana sürecinden çıkan metinlere de yansıtılamadı. Türkiye anlaşılmayı bekliyor ama mevcut Kürt politikası ve IŞİD’e ilişkin yaklaşımıyla ortaklarını etkilemesi imkânsız.
***
Hükümet Türkiye’nin önemini müttefiklerin gözlerine sokarken, “Vazgeçilmez değilsiniz” diyen gelişmeleri de gözden kaçırıyor. Mesela bir dönem Çekya ve Polonya’ya ağırlık veren ABD şimdi askeri konuşlanmada Yunanistan ve Romanya’yı öne çıkarıyor. Kart çekmek sadece Türkiye’nin tekelinde değil.
Üstelik Polonya, Estonya, Letonya ve Litvanya gibi hiç sorun yaşamadığı ülkelerle durduk yere sıkıntılı sayfalar açılıyor. Bu tür yaklaşımların Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ve enerji paylaşımıyla ilgili zorlu süreçlerde Türkiye’nin yalnızlığını büyütmesi muhtemel. Yerli yersiz veto kartları ters tepebilir.
Nitekim dün zirveye dik durarak giren Erdoğan kamburla çıktı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’e bakılırsa bütün restleşmelere rağmen zirvede YPG tartışılmadı ve Polonya-Baltıklar planı onaylandı. ABD Savunma Bakanı Mark Esper, öncesinde Ankara’nın tehdit algısının ittifakın geri kalanı tarafından paylaşılmadığını ve YPG’yi terör örgütü olarak niteleme önerisini desteklemeyeceklerini açıklamıştı.
Peki, bu “veto-onay” ya da “ısıtıp soğutma” taktiği S-400 krizinde Ankara’nın istediği manevra alanını yaratıyor mu? Kimse peşinen böyle bir alanı açmak istemez. S-400’leri çalıştırma takvimi planlandığı gibi işlerse bahara doğru sular yeniden ısınacak demektir. Amerikan ayağında da Erdoğan’la görüşen senatörler yaptırımları tekrar Kongre’ye getirmekten söz ediyor. Watford’da Erdoğan-Trump ikili görüşmesinde ne konuşuldu bilmiyoruz ama Amerikalılar muhtemelen, “Türkiye, NATO’da veto kartını masada tutmakta ısrar ederse Kongre üyeleri de yaptırımları raftan indirmek için ellerini çabuk tutabilir” mealinde mesajlar vermiştir.
Ciddi devletler az konuşur. Bizde bir güne sığdırılan tehditler, uyarılar, şantajlar, stratejik söylev ya da sövgüler ötekilerin bir yılına bedel. Yerine getirilemeyen tehditler, masadan usulca kaydırılan kartlar, tutmayan vetolar. Sonu gelmeyen sızlanmalar. Yatsıyı bulmayan yalanlar. Bu görülmemiş bir itibarsızlaştırma ameliyesi.
Gazete Duvar