Her yere sızıyor nefret usul usul. Korkuyorum. Göçmenlere, sığınmacılara yönelik nefret dili toplumun her kesiminde giderek daha fazla kabul görüyor.
"Taliban'dan kaçamayan anneler bebeklerini dikenli teller üzerinden ABD askerlerine atıyor ve onları kurtarmaları için yalvarıyorlar."
"Mersin'de 15 yaşındaki Suriyeli Ula Kerem, eşarbının narenciye paketleme makinasına takılması sonucu, Şırnak'ta ise çobanlık yapan 12 yaşındaki Muhammed Onan kayalıklardan düşerek hayatını kaybetti."
"35 gün sonra ortaya çıktı: Suriyeli üç genç yakılarak öldürüldü."
Bu acı verici haberleri daha fazla çoğaltmayacağım...
Ben ilkokul çağlarındayken "Bir, iki, üçler yaşasın Türkler, dört, beş, altı Polonya battı, yedi, sekiz, dokuz İngilizler domuz, on, on bir, on iki İtalya tilki, on üç, on dört, on beş Almanlar kalleş..." diye giden saçma sapan bir tekerleme vardı dilimize pelesenk olan. Bir bakıma nefret suçunun daniskası olan bu tekerlemeyi söyleyerek oyun oynardık çocuk aklımızla. Ama büyüdük ya hu! Tanıdığım en iyi kalpli insanların bile çevremizi kuşatan nefret duygusunu paylaştıklarını gördüğümde içim sızlıyor yeminle.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) raporuna göre dünyanın her yeri alev topu. Haziran 2021 itibariyle şiddet, güvensizlik ve iklim değişikliği gibi çeşitli nedenlerle 'yerinden edilen' insanların sayısı 84 milyon kişiye ulaşmış. (Bunlar kayıtlı olanlar, varın siz düşünün kayıtsızları). Sadece 51 milyon kişi kendi ülkesinde yerinden edilmiş şu ana dek. Mültecilerle ilgili kısımda mültecilerin yarısının "çocuk" olduğu yazıyor.
"Öteki" arayışı
Herkes ağzı köpürmüş bir şekilde "öteki" arıyor, kendine çekiştirip eziyet edeceği. Sadece bizden bahsetmiyorum, koca dünyanın hal-i pürmelâli böyle. Japonya'dayken, yani bundan 20 yıl evvel bile, ne zaman adi suçlar gündeme gelse hemen ülkedeki Çinlileri sorumlu tuttuklarını hatırlıyorum. Japon arkadaşlarımın seslerini kısarak "Çinliler yapıyor hep bunları" demesi dün gibi gözümün önünde.
Geçenlerde hâlâ orada yaşayan eski bir arkadaşımla konuştuk, "artık sadece Çinlileri değil, Korelileri, Vietnamlıları da suçluyorlar bol bol" diyor, Japon polisi bu ülkelerden insanları yolda belde durdurup hiç yoktan kimlik soruyormuş. Hükümet Japon polisine ırkçı "görünmemesi" için uyarı yapmış. İtalya'dayken daha beterlerine şahit oldum, Berlusconi'nin gazıyla yükselen göçmenlik karşıtı furya içinde gazetelerdeki yalan yanlış, tek taraflı bir haber yüzünden Roma'nın dışında derme çatma kamplardaki çadırları ateşe vermişlerdi bir keresinde. Ulusal medya çok iş bitiricidir sığınmacıdan düşman yaratmakta her daim, sayısız örneği var bunun.
Bir ezen var, bir ezilen
"Yerinden edilmişlik" zaten yeterince korkunçken bir de bunlara maruz kalmak çekilir acı değil! Dünya artık daha hızlı dönüyor galiba. Eşitsizlik arttıkça hızlanıyor devri; sağa sola savruluyor insanlar, tıpkı paramparça edilen ülkeleri gibi. Suriye en tanıdık, en yakın örnek. Oysa düşman ne Suriyeli ne Tunuslu ne de Amerikalı... Düşmanın bir dili, bir dini, bir bayrağı yok, çarkları var sadece bizi birbirimize düşman eden. Bir ezen var, bir de ezilen. Bir sömüren var, bir de sömürülen. Ötesinde bir ayrım yok insanlık lügatinde!!!
Aygen Aytaç, ince işçilikli gazeteciliğini takip ettiğim yakın bir arkadaşım. Aktif gazetecilik yıllarından sonra şimdilerde çeşitli konularda podcast yapıyor. Suriye'de savaş patlak verince önce Türkiye'ye geçen, sonra kamplarda kalmak istemeyip dilekçe vererek tekrar Suriye'ye dönen, iki yıl Sınır Tanımayan Doktorlar ile Suriye'de çalışan, proje ekibinden beş arkadaşını IŞİD kaçırınca sona eren projeyle tekrar vatansız kalan ve ölmemek için ölümüne koşarak sınırı geçen Psikolog Nur ile yaptığı röportaj kayıtlarını dinledim geçenlerde. Beş bölümden oluşan ve "Suriyeliler" başlığını taşıyan kayıtları dinlemek isteyenler sırasıyla şu linklere tıklayabilir: Biz kim için öleceğiz?, Ağır Geliyorsa Anlatmayayım, Bilmiyorum Öğrenmek İstiyorum, Her Şeyi Yutmayı Öğrendim, İçimde Çiçekler Açtı.
Toplu tecavüze uğramış kadınlarla, gündüz kafa kesip geceleri yatağını ıslatan çocuklarla savaş koşullarında çalışmış Nur. Bence bir kalbi olan herkesin dinlemesi gereken şeyler anlatıyor. Öyle can yakıcı cümleler kuruyor ki, bir süre sonra kalbiniz göğüs kafesinize sığamaz oluyor, dünyanın bütün nefesini içinize çekseniz de yaşamak imkânsız olacak gibi geliyor insana. "Keşke bizim de düşmanımız dışarıdan biri olsaydı Ukrayna gibi. Yabancı, tek bir düşmana karşı savaşmak isterdik biz de" diyor Nur. Ölümden kaçmadıklarını, kim için ölüp kimi öldüreceklerini bilmediklerini, ülkeyi saran IŞİD, ÖSO, PKK, PYD gibi bir sürü örgütün karşısında "ben sivilim, kimseyi desteklemiyorum" demenin imkânsızlığını anlatıyor uzun uzun.
"Sana ağır geliyorsa anlatmayayım"
Düşmanın bir dili, bir ulusu olmadığını da anlatıyor. "Beni öldüreceklerinden neredeyse emin olduğum sınırdaki Türk askerleri sınırı aşınca yere ceketlerini serip bana bir somun ekmek, salatalık ve domates verdiler yemem için" diyor. Kampta kalamayıp ülkesine döndüğünde kendisine yaşamak için bir ahır bulduğunu, okullara gidip yardım etmek istediğini söylediğini ama "yanında erkek olmadığı" ve "bir aşirete ait olmadığı" için Suriyeliler tarafından ölesiye dövüldüğünü anlatıyor.
Yaşadıkları, yenilir yutulur cinsten değil, mesela IŞİD kardeşini tutukladığında öldürülme riskini göze alarak IŞİD kontrolündeki şehre gidiyor tek başına. "Şehrin bir meydanı vardır. O meydanda kesilen kafalar vardır. Gidip orada erkek kardeşimin kafasını aradım. Kardeşim gözlüklüydü, acaba kesildiğinde gözlüğü düşmüş müdür diye düşünüyordum. Sadece kafasını bulmak istiyordum... Biliyor musun, en çok bunu hayal ediyorsun, kafasını bulayım diye dua ediyorsun" diyor Nur. Gerisini anlatmayayım, dinlersiniz siz de. "Kendi vatanımızdan atılmış çocuklarız biz" diyor Nur, anlattıkları bir ara kaldırılamayacak kadar ağır olduğunda Aygen'in sesi titreyince "Sana ağır geliyorsa anlatmayayım" diyor merhametle. İçim paramparça oluyor bir kez daha...
Nefret seni iki kaşının arasından vurur
Yıllar önce bir dost meclisinde 1980 Askeri Darbesi sonrası ağır işkence gören biri ile tanışmıştım, bizden yaşça bir hayli büyüktü. Anlattığı şeyler çok ağır gelmişti hatırlıyorum. Ama özellikle bir tanesi hiç hatırımdan çıkmadı bunca yıl. Canını öyle çok yakmışlar ki acıdan bayılmış bir keresinde, kendine geldiğinde bayılmasına sebep olan iki adam az ileride sohbet ediyormuş. Bir tanesi diğerine kızının evvelsi gece nasıl ateşlendiğini, nasıl hastalandığını anlatıyormuş derin bir üzüntüyle. Adam kızını hakikaten o kadar büyük bir üzüntüyle ve şefkatle anlatıyormuş ki, gözünü bile açmadan dinlemiş bizimkisi. "Biraz önce bana yaptıklarını görmeyen biri rahatlıkla dünyanın en iyi kalpli adamı olduğunu düşünebilirdi o işkencecinin. Beni insan olarak görmediğini o zaman anladım. İnsan insana bunu yapar mı? diye sorduğumuz soruların yanıtını anca o zaman anladım" demişti.
İnsanın kendi hayatına dair anlamlı bir algı geliştirebilmesi, hem içinde bulunduğu toplum hem de dünya hakkında doğru bakış açısı geliştirebilmesi için "düşünme", "akıl yürütme" süreçleri hakkında bir bilince sahip olması gerekir. Akıl yürütme işi gömlek düğmesi iliklemeye benzer zannımca. En baştaki düğmeyi doğru ilikleyeceksin annem, düşünme üzerine düşüneceksin yani ilk önce. Sağlıklı bir akıl yürütme mantık ve empatiyle mümkün olur ancak, nefretle değil. Her yere sızıyor nefret usul usul. Korkuyorum. Göçmenlere, sığınmacılara yönelik nefret dili toplumun her kesiminde giderek daha fazla kabul görüyor. Bir arada yaşama imkânını ortadan kaldırabilecek bir duygu iklimi giderek egemen oluyor her yere... Nefret bumerang gibi hareket eden bir duygu; 'fırlattım attım' dersin, gelir seni iki kaşının arasından vurur... Öyle işte...