Fehim Taştekin
Türkiye’nin 100 yıllık Orta Doğu politikasının kıvrımları düz bir doğru üzerinde ilerlemiyor. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından, eski Osmanlı coğrafyasına, işgalci ve sömürgeci güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermelerini bekleyen ama gelen yardım çağrılarına el vermeyip kendi yağlarıyla kavrulmalarını salık veren bir yaklaşım izlendi. Emperyal-sömürgeci müdahalelere karşı Doğu’yu, bilhassa İran ve Afganistan’ı önemsemekle birlikte Arap işlerinden uzak duran, bir bakıma bu coğrafyaya bigane kalan bir tercih.
1926’da İngiltere ile imzalanan Ankara Anlaşması’yla Musul’un kaybından sonra Irak ve ötesi artık Ankara’nın öncelikleri arasında yer almadı. Körfez’deki ülkeler çok daha uzaktaydı. Suudi Arabistan’a 1942’ye kadar büyükelçi bile atama gereği duyulmadı. Suriye “arkada bırakma” siyasetinin en önemli istisnasıydı. 1915’te sınırın altına sürülmüş Süryaniler ve Ermenilerin yanı sıra 1925-1937 arasındaki isyanlar sırasında ‘serhat’tan ‘binhat’a geçenlerle varlığı artan Kürt nüfus, Fransızlarla paylaşılan ve müzakere edilen bir kaygıydı. Bunun ötesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün son yıllarında Hatay’ın ilhakı süreci, bölge siyasetinin başat meselesine dönüşmüştü. 1936-1939 arasındaki diplomatik savaş, nihayetinde Ankara lehine sonuçlandı. Hatay’ın 1937’de Milletler Cemiyeti’nde bağımsızlığını kazanması, 1938’de devlete dönüşmesi ve 1939’da Türkiye’ye katılması Türk-Arap ilişkilerinin rengini değiştirdi. Türk-Arap ilişkilerindeki tekinsizliğe karşın Türkiye’nin yeni rotasına özenen İran ve Afganistan’la dostluk ilerledi. Emperyal emellere karşı 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan Sadabat Paktı böylesi bir ortamda doğdu. Paktın temel yaklaşımı sınırların kutsallığı, birbirinin iç işine karışmama ve saldırmazlıktı.
SOĞUK SAVAŞ’TA ÖTEKİ İÇİN 'TRUVA ATI'
Soğuk Savaş’a kadar Orta Doğu’nun Türk dış politikasındaki yeri ağırlıktan ve içerikten yoksun kaldı. Türkiye yüzünü Orta Doğu’ya tekrar döndüğünde Arapların karşılarında gördüğü şey bir Osmanlı fesi değildi, daha ziyade nüfuz kaybı yaşayan sömürgeci güçlerin ‘Truva Atı’ idi. ABD, İngiltere ve Fransa üçlüsü Sovyet etkisini kırmak için Türkiye’yi öne çıkarıyordu. Batıcı bir yönelim vardı ama Ankara Araplara bakarken kendi namına hareket etmiyordu. Hassaten 1950 sonrasında övünülen aktif dış politikanın içeriğini dolduran Batılı güçlerin çıkarlarıydı. Türkiye’ye Arap dünyasında kaybettiren ittifak denemeleri ardı ardına geldi. Truman Doktrini, komünizmin etkisini kırmak için ekonomik teşvik programları öngörürken petrol rezervleriyle daha da kıymete binen Orta Doğu’yu yeniden yoğurmada Türkiye’ye rol biçiliyordu. Sovyetlere karşı Türkiye, tercihini hızla ABD’nin liderliğindeki Batı blokundan yana yapmış, 1947’de Dünya Bankası ve IMF’ye girmiş, 1948’de Marshall Planı’na alınmıştı. 1949’da İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke olarak Türk-Arap ilişkilerindeki en önemli yarayı açtı. Ankara, İsrail’i barış ve istikrara katkı sunacak ülke olarak görmeyi seçti. O dönemlerde sömürgeciliğe karşı mücadelenin sürdüğü yerlerde Türkiye’den ciddi beklenti içinde olanlar vardı.
1951’de Rose el Yusuf dergisi, Türkiye Cumhurbaşkanı’nı ABD’nin ‘tasmalı köpeği’ olarak resmeden bir karikatür yayımlamıştı. Bunun nedeni İngiltere’nin 1936’da askeri üs bulundurma imtiyazı elde ettiği Süveyş Kanalı’ndan çıkmamak için ABD ve Fransa ile birlikte geliştirdiği Orta Doğu Savunma Paktı planı için Türkiye’nin üstlendiği roldü. Süveyş’teki son sömürgeciyi çıkarmaya çalışan Araplar, İngilizlerin yedeğinde gördükleri Türkiye’ye öfkeliydi.
ABD’nin bir Müslüman ülkeyi NATO’ya dahil etmeden önceki planı, Türkiye ve Mısır’ın başat rol oynayacağı bir “Orta Doğu Komutanlığı” tesis etmekti. Türkiye de bu plan için Mısır’ı etkilemeye çalışıyordu. Fakat Mısır, Süveyş Kanalı’nı millileştirip Sovyetlerin desteği ile İngiltere ve Fransa’ya kafa tutunca plan yattı. Sovyetlerden yardım gören Cemal Abdunnasır’ın estirdiği rüzgâr Ankara’yı Batılı planlara savuruyordu. Mısır’dan sonra Suriye’nin Sovyetlerle ittifakı Türkiye’nin kuşatılması olarak görülüyordu. O yüzden Demokrat Parti iktidarı Batıcılığı abartmış, Sovyetlere uzatılmış eli tamamen geri çekmiş, anti-emperyalist ve anti-kolonyalist hassasiyetlerden sıyrılmıştı. Süveyş Kanalı Krizi'nde de Adnan Menderes Hükümeti, İngiltere’yi kayıran bir tutum sergilemişti. Mısır, Türkiye gündemiyle kaynar kazandı. Kahire’deki Türk Büyükelçiliği’nin İngiltere’nin çıkarları için ihtilal hükümetine karşı komplo içinde olduğu suçlaması, iki ülke arasında diplomatik krize yol açtı. Hanedan ailesinden gelen Büyükelçi Fuat Tugay’ın eşi Emine Tugay, Kral Faruk’un kuzeniydi. Hanedanlık mülklerinin müsadere edilmesi tartışılırken Emine Tugay da medyanın diline dolandı. Fuat Tugay, Kahire Operası’nda karşılaştığı Abdunnasır’a parmak sallayıp “Bir centilmen gibi hareket etmediniz” diye çıkıştı. O vakit Başbakan Yardımcısı olan Abdunnasır devrim komitesindeki muktedir isimdi. Mısır Dışişleri önce Tugay’ın çekilmesini istemiş, ardından istenmeyen kişi ilan etmişti. Havaalanında eşyaları aranan ve aşağılayıcı muameleye maruz kalan Tugay’ı Mısırlı yetkililer yerine İngiliz Büyükelçisi Sir Ralph Stevenson uğurladı. Krizi tetikleyen şey Türkiye’nin Mısır’ı Orta Doğu Savunma Paktı’na teşvik eden politikasıydı. Abdunnasır, pan-Arabizmin yelkenini şişirirken Türkleri hedef almaktan çekinmiyordu. En önemli koz, Türkiye’nin İngiliz-Amerikan planlarına aracılık etmesi ve “Orta Doğu’nun bağrına saplanmış bir hançer” olarak görülen İsrail’i tanımasıydı.
Sovyet etkisine karşı 1955’te Bağdat Paktı’nın kurulmasında öncü güç Türkiye idi. İran, Türkiye ve Pakistan’la kurulan Bağdat Paktı’nın Arap ayağını oluşturmak Demokrat Parti iktidarına düşmüştü. Cumhurbaşkanı Celal Bayar 1958’de Lübnan ve Ürdün’ü kapsayan bölge turu sırasında Doğu Kudüs’ü de ziyaret ederken şu demeci vermişti: “Türkiye’nin sınırları buradan başlar.”
Menderes’in ittifak için Arapları ikna turları ise ters tepti. Şam ve Beyrut’ta aleyhte gösterilerle karşılaşırken Kahire’ye gidemedi.
1955’te Bağlantısızlar Hareketi’nin temelinin atıldığı Bandung Konferansı’nda komünizm tehlikesine değinip “Tarafsızlık yanlış” diyen de Başbakan Yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu’ydu. İngiliz-Amerikan yönlendirmesiyle konferansa katılmıştı. 1956’da sıra Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesine karşı uluslararası tutuma gelince Türkiye, İngilizleri kayıran tavrıyla Arap dünyasını bir kez daha karşısına aldı. İngilizler ve Fransızların Süveyş’i kontrol etme şansı kalmayınca Amerikalılar kanal için tarafsız uluslararası statü önermişti. Ankara da buna destek çıktı. Mısır, İngiliz, Fransız ve İsrail güçlerinin saldırısına uğradığında Türkiye tutumunu değiştirdi fakat Araplara yaşattığı bozgunu telafi edemedi. Türkiye bu politikaların bedelini Kıbrıs sorunu patlak verdiğinde yalnız kalarak ödeyecekti. Arapların asla unutmadığı son darbe Türkiye’nin Cezayir’in bağımsızlığına karşı Fransa’nın yanında yer almasıydı. BM’deki oylamalarda 1955’te aleyhte oy kullanırken 1958’de çekimser kaldı. Sonradan hükümet, Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılımı engellenmesin diye bu yönde oy kullandığını savunacaktı. Ayrıca Libya üzerinden gizlice gönderilen silahlarla Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin desteklendiği belirtilerek eleştiriler geçiştirilmeye çalışıldı.
1985’te dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın Cezayir ziyaretine kadar “Hayır” oyu ilişkilerde açık yara olarak kaldı.
Menderes Hükümeti, 1957’de komünizm tehlikesine karşı ekonomik desteğin yanı sıra ülkelerin talep etmesi halinde askeri güç kullanmayı da savunan Eisenhower Doktrini’ne göre de vaziyet aldı. Bu doktrin 1957’de Suriye-Ürdün gerilimi sırasında ABD’nin Lübnan’a asker çıkarmasıyla fiiliyata geçti. Bu hamleye koşut olarak Türkiye de Suriye sınırına asker yığmıştı. Bu yüzden Rusya ile nota savaşı da yaşandı.
Menderes, Pakistan, İran, Irak, Suriye, Sudan ve Tunus dahil bütün Orta Doğu ile ilgilendiklerini belirtip İngiltere ve ABD’nin müttefiki olmanın gururunu paylaşıyordu. Mısır’la husumet 1958’de Mısır-Suriye ortak devletinin kurulmasıyla yeniden alevlendi. Aslında bu ortak devlet, Türkiye’nin desteklediği eksende yer alan Irak ve Ürdün’ün Federal Arap Devleti’ni ilan etmesine hızlıca verilmiş bir yanıttı.
1958’de Lübnan karıştığında Cumhurbaşkanı Kamil Şamun ABD’den yardım istemiş, Türkiye de Amerikan müdahalesini şiddetle teşvik etmişti. 11 Temmuz 1958’de Irak’ta Kral Faysal ve Başbakan Nuri Said Paşa İstanbul’a gelmeye hazırlanırken birlik devletine karşı çıkan General Kasım’ın yaptığı darbeyle kendilerini dar ağacında buldular. Buna öfkelenen Türkiye, Irak sınırına asker yığarken yine Sovyetlerden sert bir nota aldı. Bunun üzerine ABD de Türkiye, Ürdün ve Lübnan’daki askeri varlığını artırdı.
BATI İLE GERİLİMLER VE ORTA DOĞU’NUN KIYMETE BİNMESİ
1960 cuntası, NATO ve Bağdat Paktı’nın devamı olan CENTO’ya bağlılığını yinelerken Orta Doğu’yla ilişkilerde daha statükocuydu. Soğuk Savaş’ın getirdiği sert kamplaşmanın biraz gerilemesi, Kıbrıs nedeniyle Batı'yla ittifakın bocalaması, özellikle 1964’de Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale planına ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın tehdit dolu bir mektupla yanıt vermesi, hatalı siyasetin gözden geçirilmesine imkan verdi. Adalet Partisi’nin iktidara geldiği 1965 sonrasında Arapları ilgilendiren meselelerde daha dengeci bir politika benimsendi. İsrail’le 1967 ve 1973 savaşları sırasında Türkiye artık Arap öfkesini gözetiyordu. ABD’nin İsrail’e yardım için İncirlik’i kullanması yasaklanmıştı. 1973’deki petrol krizi Türk ekonomisini olumsuz etkilerken Araplarla ilişkiler daha da kıymete bindi. Kıbrıs için Arap desteğini arayan Türkiye, Irak, Mısır, Tunus ve Suudi Arabistan’la temasları artırdı. 1970’lere doğru karşılıklı ziyaretlerle ilişkiler ısındı. 1971 Muhtırası, Amerikan çıkarlarıyla örtüşen tercihlerle statükoyu yeniden geri getirse de ABD’nin 1974 Kıbrıs Harekâtı'na karşı uyguladığı yaptırımlar Türkiye’nin görece bağımsız dış politika arayışlarına ivme kattı. Türkiye petrol kısıtlamasından muaf tutuldu ve ekonomik ilişkiler nispeten canlandı.
YEŞİL KUŞAK VE İSLAMCI PARAVANLAR
İlişkilerdeki gelgitlere rağmen komünizmle mücadelede ABD’nin “Yeşil Kuşak” stratejisinde Türkiye’ye iş düşüyordu. Sözgelimi Suriye’de Baas rejimine karşı Müslüman Kardeşler üzerinden silahlı isyanda Türkiye projenin içindeydi. ABD, Britanya, İsrail, Ürdün, Irak, Suudi Arabistan ve Türkiye 1977-1982 arasındaki kanlı hesaplaşmalarda Suriye rejimine karşı dolaylı müdahalenin ortaklarıydı. Mısır’da onlarca yıl boyunca kendi çıkarları için Müslüman Kardeşler’i destekleyen İngilizler bu tecrübeyi diğer ortaklarıyla birlikte Suriye’ye de taşımıştı. Rejim 1982’de Hama Katliamı'yla İslamcı kalkışmayı bastırırken Müslüman Kardeşler kadrolarının güvenli sığınak bulduğu ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Yalova’da yıllarca gözlerden ırak yaşadılar. Yani İslamcı örgütlerin Orta Doğu siyasetinde enstrümanlaştırılması sadece 2002’de iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) özgü bir tercih değildi.
Abdunnasır sonrası Enver Sedat’la Mısır’daki eksen değişikliği, 1978’de İsrail-Mısır arasında Camp David Anlaşması’nın imzalanması, Sovyetlerin Afganistan’da komünist rejimin yardımına gitmesi üzerine mücahitlerle başlatılan savaş, 1979’da İran İslam Devrimi ile Tahran’ın Amerikan karşıtı kampa geçmesi, Türkiye’de 12 Eylül 1980 Darbesi, Ankara’yı Orta Doğu gündeminde yeniden Amerikan çizgisine oturttu.
ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERDE GÜVENLİK ÇENGELİ
İran’la Sadabat ve Bağdat paktlarıyla kurulmuş iyi komşuluk ilişkisi, yerini, İslami rejimin ihracı ve PKK’nin desteklenmesi suçlamalarının belirleyici olduğu gerilimli bir sayfaya bıraktı. Güneydoğu Anadolu Projesi’yle Fırat ve Dicle nehirlerinin akışını etkileyen baraj inşaatları Irak ve Suriye ile ilişkilerdeki gerilimi besliyordu. Suriye 1980’lerden itibaren 1939’da kaybettiği İskenderun Sancağı üzerindeki hak iddiasına ilaveten Fırat’taki paylaşım sorunu yüzünden PKK’ye himaye sundu. Bu arada 1970’lerden itibaren bazı sol örgütler de Şam’dan yardım görüyordu. 1980’lerden itibaren Orta Doğu ile ilişkilerde güvenlik sorunları belirleyici hale geldi.
Aktif dış politika söylemi Menderes döneminden sonra Özal’la birlikte daha pragmatik değerlendirmelerle güncellendi. Özal, ABD ile birlikte Irak diktatörü Saddam Hüseyin’i devirdikten sonra Musul ile Kerkük’ü geri almayı, bunun için de Kürdistan bölgesini Türkiye’ye federatif bir modelle katmayı düşünüyordu. Özal’ın Kürdistan Demokrat Parti (KDP) lideri Mesut Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani’ye planlarını anlatıp bunları ABD yönetimiyle paylaşmalarını ve tepkilerini almalarını istediği ortaya çıktı. Özal 1990-1991’de Birinci Körfez Savaşı’na destek verirken bir koyup üç almanın hesabını yapıyordu. 1990’lar Araplarla ilişkilerde gerilemeye tanık olurken boşluğu İsrail dolduruyordu. Savunma alanını da kapsayacak şekilde İsrail’le imzalanan anlaşmalar 1970’lerde Filistin’i gözeten tutumdan radikal bir sapmaydı.
MENDERES VE ÖZAL’IN HAYALLERİNE ÜFLEYEN ERDOĞAN
Özal’da bir ukde olarak kalanlar AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın da hayallerine denk düşüyordu. AKP içerde askeri vesayete karşı gücünü tahkim etmek ve Batı’da kabul görmek için Amerikan politikalarına azami uyumluluğu esas aldı. 2003’te Saddam’ı deviren işgale ortaklık vaadi, TBMM’de tezkerenin geçmemesiyle havada kalsa da Türkiye, Amerikan planlarına dahildi. Ankara açısından Irak’a siyasi müdahale kanalları açılmıştı. Mezhep ve etnik bölüşüme dayalı yeni Irak’ta Sünni ayağın organize edilmesi, Bağdat’ta kurucu ortak konumuna gelen Kürdistan yönetimi ile ticari ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi, Şiileri İran’dan uzaklaşmaya matuf yönlendirmeler Amerikan çıkarlarıyla örtüşüyordu. Ne var ki İran’la kızışan rekabet, Bağdat’ta aranan bazı Sünni liderlere himaye sunulması, Erbil’le merkezi bypass edecek şekilde tek taraflı petrol ve doğalgaz anlaşmaları, Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) yükseldiği sürece “Sünni öfke” olarak hak verilmesi, Musul’un kurtarılması sırasında Başika Üssü'nde Sünnilerden Haşd el Şaabi’ye alternatif milis gücü kurma çabası, PKK’ye karşı Şengal ve Mahmur Kampı'nı da hedefe koyacak şekilde genişleyen operasyonlar ve kuzeyde sayıları artan askeri üsler Bağdat’la ilişkileri gerip durdu. Hükümete göre bu bozulma Nuri Maliki’nin mezhepçi siyaseti yüzünden başlayıp İran bağlantılı Şii kanatların düşmanca tutumlarıyla bu noktaya geldi.
ARAP BAHARI ZEHİRLENMESİ VE SURİYE’DE DOSTLUKTAN DÜŞMANLIĞA
1998’de PKK’ye karşı imzalanan Adana Anlaşması’yla Şam’la ilişkiler normalleşirken Hafız el Esad sonrası iktidara gelen Beşşar el Esad’ın kısa süren açılım siyaseti (Şam Baharı) Ankara tarafından da yakından izlendi. ABD’nin Irak işgali ve sıradaki ülkenin Suriye olduğu tehdidi Şam’ı tekrar güvenlikçi politikalara hapsetti. Birkaç yıl sonra ABD’nin terörle mücadelede işbirliği zemininde Suriye ile ilişkileri normalleştirirken buna paralel olarak Şam-Ankara hattında Erdoğan’ın Esad’a “Kardeşim” dediği sayfa açıldı. Bu yakınlaşmanın altında Türkiye ile iyi ilişkiler sayesinde Şam’ın İran’dan uzaklaşması ve İsrail’le barışın sağlanması beklentisi vardı. Ki Erdoğan, 2008’de Suriye ve İsrail arasındaki görüşmelere dolaylı arabuluculuk yaparken Gazze’ye yönelik Dökme Kurşun Operasyonu bu misyonun sonu olmuştu. Kadük kalsa da 2010’da Suriye, Ürdün ve Lübnan’ın katılımıyla ‘Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi’ kuruldu. Erdoğan İran’ı dengelemek üzere Sünnilerin hamisi pozunda Lübnan iç siyasetiyle de yakından ilgilenmeye başladı.
Suriye ile ortak kabine toplantıları, organize sanayi tesisleri kurma ve baraj projesi geliştirme noktasına gelen ilişkiler 2011’de duvara çarptı. Arap Baharı’nın Şam’ı sarsmaya başlamasına birkaç hafta kala bölgesel entegrasyon fikri temelinde Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında ortak vize uygulamasını öngören ‘Şamgen’ planı için mutabakat sağlanmıştı. Arap Baharı daha geniş anlamda ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği “model ülke” rolünün içini doldurma fırsatı sundu. Aslında Suriye’de tarih tekerrür ediyordu. 2011’de isyanın başında Esad’la dostluğuna güvenerek Suriye’yi hedeflenen rotaya sokabileceğini düşünen Erdoğan birkaç ay içinde vekalet savaşında ‘koç başı’ olmaya hazır duruma geldi. İyi günde mayınların temizlendiği arazilerden güven içinde silahlı milisler sokuluyordu. Rejim karşıtı gösteriler hızlıca silahlı isyana dönüştürüldü. Vekalet savaşı, 1977-1982 müdahalesinin güncellenmiş haliydi. Türkiye, ÖSO’nun oluşumunda başat rol üstlenirken bu süreçte onlarca cihatçı örgütün kök salmasının önü açıldı. Vekalet savaşına katılan ortaklar arasında ayrışmalar yaşanırken Türkiye ve Katar, İslamcı kanatları besleyen ekseni temsil ediyordu. Irak’tan sonra Suriye’de de Türkiye-İran rekabeti kızıştı. Hatta Erdoğan Şii-İran karşıtı bir söylemle Suudi Arabistan’ın Yemen Savaşı'na sözcülük yapar hale geldi. Suriye’deki müdahale çıkmaza girince AKP’nin dili iyice mezhepçi bir tona büründü. Suriye’de rejimin dayanaklarına dair tahliller “Sünni çoğunluğu ezen Nusayri-Alevi azınlık diktatörlüğü” diskuruna oturtulurken Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Suriye yönetimine destek veren Lübnan’daki Hizbullah’a “Hizbuşşeytan” diyordu.
100 YIL SONRA KÜRTLERE KARŞI AYNI BAĞLAM
Suriye’de çatışmalar yüzünden sığınmacı havuzuna dönen Türkiye hesapta olmayan bir senaryo ile karşılaştı: PKK çizgisindeki Demokratik Birlik Partisi (PYD) Temmuz 2012’de Halk Koruma Birlikleri’ni (YPG) örgütleyerek Afrin, Kobani ve Kamışlı’da yönetime el koydu.
IŞİD’e karşı savaşta Ekim 2014’ten itibaren ABD’nin ÖSO yerine YPG’nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ortaklık kurması Türkiye’nin nevrini döndürdü. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı adlarıyla düzenlenen üç askeri harekât “Terör Koridoru” olarak kodlanan Kürtlerin ‘demokratik özerklik projesi’ni bitirmeye ayarlıydı. 1920’lerde Fransızlardan “Suriye’nin kuzeyinde Kürt koridoru oluşuyor” diye önlem isteyen Türkiye aynı söylemle neredeyse 100 yıl sonra komşu ülkeye müdahale ediyordu. IŞİD’e karşı ortaklıkta tercih farklılığı ve ABD’nin Kürtlere desteği Ankara-Washington ilişkilerinde arızalara yol açtı. Bu süreç Türkiye’yi Astana Platformu olarak Rusya’nın Suriye planlarına ortak etti. Bu ortaklık Erdoğan’ı yeniden Esad’la kucaklaşma kıvamına getirdi. Ancak Türkiye’nin askerlerini çekmesi ve silahlı gruplara desteğine son vermesi koşulları arzulanan normalleşmeyi geciktirdi.
ARAPLARA 10 YILDA İKİNCİ RÜCU: MÜDAHALECİLİKTEN GERİ ÇEKİLMEYE
AKP, Müslüman Kardeşler kuşağı üzerinden Orta Doğu’da nüfuzunu yayma ve derinleştirme çabası peşinde giderken Araplar arasında “Yeni Osmanlı” korkusunu diriltti. Sıfır sorun mottosuyla Arapların kapısına giderken takdir toplayanlarla ilgili algı hızla değişti. Önce Mısır, ardından Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidarı sonlandırılırken Türkiye’nin bölgeyle ilişkileri sarsıntılar geçirdi. Libya’da 2014’te iyice kızışan nüfuz savaşı ve 2019’daki askeri müdahale bir tarafta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve Suudi Arabistan, diğer tarafta Türkiye ve Katar’ın olduğu eksen kavgasını alevlendirdi. Araplar arasında Türkiye “komşulara müdahale eden”, “Arap iç işlerine karışan” ve “yayılmacı hevesler güden” ülke olarak yerilir hale geldi. Arap Birliği’nin bildirilerinde artık Türkiye’yi hedef alan ifadeler eksik olmuyordu. Komşu kavgasında Katar’a Türk üssü kurulması, Libya’da deniz ve hava üssü kurma planlarını hayata geçirecek adımların atılması, Sudan’ın Sevakin Adası'nın bir üssü de içerecek şekilde Türkiye’ye tahsis edilmesi Körfez ve Kızıldeniz havzasındaki eski korkuları diriltti. Arap siyaseti ve medyasında artık Türkiye, İran’la birlikte müdahaleci ve harici güç olarak resmediliyordu. Libya’ya müdahaleye cazibe ve meşruiyet kazandırmak için “Mavi Vatan” kavramını siyasi projeye dönüştüren “ulusalcı seküler” kanatlar ile Müslüman Kardeşler’i araçsallaştıran siyasal İslamcıların niyet ve hedefleri örtüşüyordu.
Fakat Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de enerji denkleminden dışlanması, kas gücü gösterilerine rağmen bu durumun değişmemesi, Libya ile imzalanan deniz yetki alanları anlaşmasının Mısır-Yunanistan ortaklığını büyütmekten başka bir şeye yaramaması, ilaveten ABD ve AB kanadından baskıların artması Ankara’yı gerilim siyasetini bırakmaya mecbur etti. Erdoğan’ın 2016’da darbe girişiminin finansörü olmakla suçladığı BAE, 2018’deki Cemal Kaşıkçı cinayeti nedeniyle hedefe koyduğu Suudi Arabistan, 2013’te Müslüman Kardeşler’e yapılan popüler darbeden beri parmak salladığı Mısır, 2009’da “One Minute” çıkışı, 2010’da Mavi Marmara Saldırısı, Gazze’ye saldırılar ve ABD’nin 2017’de Kudüs’ü başkent olarak tanımasının ardından yaşanan gelişmelere bağlı olarak mükerreren kriz yaşadığı İsrail’le ilişkileri normalleştiren ‘U’ dönüşlerine imza attı. Komşularla sıfır sorun sloganıyla yola çıkıp etrafında kavga edilmedik komşu bırakmayan AKP yönetiminde Orta Doğu siyaseti şekilden şekle girdi.
ÇELİŞKİLERİN YÜZYILI
Sonuç olarak Türkiye’nin 100 yıllık siyaseti Orta Doğu ile ilişkilerde tutarlı bir izlek oluşturmuyor. Siyasi kanatlardaki değerlendirmeler İslam birliği kurma önerisinden “Türkiye’yi arkadan hançerleyen Araplara güven olmaz” söylemine batmış kuşkuculuğa uzanan tezatlar barındırıyor.
- Cumhuriyetin ilk yıllarında “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” şiarıyla Türkiye’nin bağımsızlığını tahkim ederken Orta Doğu’nun bağımsızlık mücadelesinde kendi yolunu bulmasını dileyen bir mesafe siyaseti hakimdi. “İyi komşuluk” değişmez temenniydi.
- İkinci Dünya Savaşı’nın koşullarında Batı ile bütünleşme yolunda mesafeler katedilirken onların Orta Doğu siyasetine aracılık edildi. Emperyal ve sömürgeci güçlerle hizalanmış bu yol kendi bağımsızlık mücadelesini henüz tamamlamamış olan Arap dünyasıyla ilişkileri zehirledi.
- Türkiye’nin Batı ile sorunlar yaşamaya başladığı 1963 sonrası dönemde Araplarla köprüleri kurma ihtiyacı duyuldu.
- Askeri darbe dönemlerinde Orta Doğu’da statükoyu savunan ve Amerikan çıkarlarıyla uyumu temin eden politikalar baskındı.
- Menderes’in Batılı çıkarlarla örtüşen ihtiraslı müdahaleleri ile Özal’ın Batı'yla ortaklığın semeresi olarak Musul ve Kerkük’ü geri alma hayalleri sağ siyasette bir izlek oluşturuyordu.
- Erdoğan taşeronluk boyutunda Batı'ya sunduğu ortaklık sayesinde açılan kanallarda kendi hikayesine yer açmaya kalkıştı. Müslüman Kardeşler’le aynı dili konuşan Erdoğan, laikliği öne çıkaran seleflerinin bu izlekteki siciline İslamcı bir retorik kattı. Menderes’in kalkışıp devamını getiremediği müdahaleleri Erdoğan gözü kara yaptı. Fakat hem Orta Doğu hem de Batı’da müttefiklerle ilişkileri işbirliği ve çatışma sarmalına sokarak çıkmaza girdi. AB’ye üyelik sürecinde Büyük Orta Doğu’ya “model ülke” diye sunulan Türkiye, AKP’nin elinde komşu ülkeleri işgal eden, onların iç işlerine karışan, İslamcı güçlerle vekalet savaşları veren ve sıkışınca “U” dönüşleri yapan “eksensiz aktör” haline geldi.
Kaynak: Gazete Duvar