“Bu yazı-söyleşi, olağandışı bir yaşamöyküsüne dairdir: Keskin Bir Hayat, Bircan Değirmenci’nin kaleme aldığı, cürümümüz Eren Keskin odağında bir insan hakları kitabı. Fethiye Çetin’in kitapları ile kesişen yönleri var. Sarsıcı, irkiltici, yer yer dayanması zor, çünkü her şey bir arada. Bir tür çağdaş toplumsal tragedya.”
Necmiye Alpay, Türkiye’nin tanınmış insan hakları aktivisti Eren Keskin’le ilgili yeni çıkan kitabını tanıtırken, bu cümlelerle başlıyor. Alpay’ın Keskin’le mülakatını içeren yazısını, K24 sitesinden kısaltarak aktarıyoruz:
"Özgür Gündem gazetesiyle ilgili davaların birinde Eren Keskin’le birlikte yargılandık. Aslı Erdoğan ve ben söz konusu gazeteyle ilgili olarak ikişer davadan yargılanırken, Eren Keskin aynı gazeteyle ilgili 100’den fazla davadan yargılanıyordu. Savcılar gazetenin her nüshası için onunla ve yazı işleri müdürüyle ilgili ayrı davalar açmayı iş edinmişti. Oysa Keskin’in “suçu” da gazete künyesinde adı geçen bizler gibi basın özgürlüğü çerçevesinde sembolik bir dayanışma ediminden ibaretti.
Bunu en yakından bildiğim örnek olduğu için anlattım. Kitabı okurken ayrıntılar daha iyi görülüyor, bunlar denizde damla bile değil. Aynı sayfalardan öğreniyoruz ki, halen Avukat Eren Keskin hakkında istinaf mahkemelerinde bekleyen 17 yıl iki ay hapis cezası vardır, sırf bu davalarla ilgili...
Ben tam Keskin Bir Hayat’ı okuyup bu satırları kaleme alıyordum ki (15 Ocak 2022), CNN Türk’te, kendisi de hapiste yatmış bir gazeteci, epeydir işitilmeyen bir nakarata yeniden başvurarak Özgür Gündem’in gazete olmadığına dair hararetli cümleler kuruyordu. Tuhaf bir durum, çünkü Burcu Karakaş’ın 2016 yılında çıkan Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın adlı kitabında da belgelediği üzere, çoktan terk edilmiş bir nakarattır bu.
Sayısız gazeteci, Özgür Gündem’in gazete olduğu gerçeğini daha önce yeterince yüksek sesle dile getirmiş olmadıkları için özeleştiri yapmışlardır. Başka hiçbir yayının vermediği haberler ve bakış açıları içerebilmiş, bu nedenle “faili meçhuller” dahil, başına gelmeyen kalmamış bir gazetedir söz konusu olan.
Keskin Bir Hayat, Özgür Gündem’in öyküsü dahil, Avukat Eren Keskin’in ve İnsan Hakları Derneği’nin yaşamöyküsü etrafındaki başlıca olguları bütün canlılığıyla anlatıyor ve paha biçilmez tanıklıklar sunuyor. Her hayata başka hayatlar karışır, Eren Keskin’inki gibi hayatlara çok daha da fazlası karışıyor.
Devletin gadrine uğrayıp çaresiz kalan, hak savunucularının kapısını çalar. Devletlerin orantısız güçleri karşısında yurttaş haklarının varlığı için vazgeçilmezdir onlar. Hak hukuk bilir savunuculardan ve onların derneklerinden söz ediyoruz. Eren Keskin onların en yılmazlarından biridir. “Kendin ol” şiarını şaşmaz ölçülerde gerçekleştirebilen bir şahsiyet. Diğer insanların hakları konusundaki sınırsız duyarlığı, kendisi olma hakkına sonuna kadar sahip çıkmasına yol açmış gibidir.
Ya da tersi: Kendisinin kendi olma hakkına sonuna kadar sahip çıkması onda diğer insanların hakları konusundaki sınırsız duyarlığa yol açmış gibi. Dünyanın en nazik insanlarından biri, aynı zamanda iki eli kanda olsa saçının neredeyse çocuksu süslerini, gözlerinin sürmesini eksik etmeyen bir kadındır.
Karanlık ya da derin mihraklardan gelen ardı arkası kesilmez tehditlerle uğraşmaktan neredeyse içgüdüsel olarak, bir tür savunma stratejisi gibi, kaçınır. (s. 259) Oysa “kirli savaş” ortamında Eren Keskin, Vedat Aydın’la, Musa Anter’le ve daha onlarca faili meçhulle aynı atmosferi soluyarak yaşamıştır. Tuz biber olarak hakkında hükme varılmış hapis cezalarının genel toplamı 26 yıl, 9 aya varmıştır.
İletişim Yayınları’nın aylık bülteninde kitabın duyurusunu okuduğum anda aklımdan gerek Eren Keskin, gerekse onun ayrılmaz bir parçası olduğu insan hakları mücadelesi konusunda yığınla şey geçti. Az çok yazma huyu olanlar bilir, bazen yazı bir anda zihninizde belirir. Ancak bu kez kısa sürede, aklımdan geçenlerin önemli bir bölümünü epey önce yazmış olduğumu hatırladım ve buldum: “İnsan Hakları savunucularını kim savunacak?” başlığını taşıyan o yazı ilk kez yirmi yıl önce, Nisan 2001 tarihli Kızılcık dergisinde yayımlanmıştı.
Dergi kapanalı epey oldu ama sanal ortama aktarılmış durumda. Bugüne aitmiş gibi güncel. Daha sonra da 6 Temmuz 2017 tarihli Duvar gazetesi yeniden yayımladığından, yazıya internette iki ayrı site üzerinden erişebiliyor: Kızılcıkdergisinin sitesinden ve Gazete Duvar'dan.
Böyle olunca bazı sorularımı Eren Keskin’in kendisine yöneltmek ve bu yazıyı onun sözleriyle tamamlamak istedim. Hızla yanıtladığı için teşekkürlerimle…
Sevgili Eren, bizim toplumda insan hakları mücadelesine damgasını vurmuş bir avuç öncü aktivist vardır, siz hiç tartışmasız onlardan birisiniz. Bu mücadelede otuz yıl ön saflarda oldunuz, hatta simgeleştiğiniz de söylenebilir. Zaman zaman iğneyle kuyu kazdığınız duygusuna kapılıyor musunuz?
Uzun yıllardır insan hakları mücadelesi içindeyim. Ve tabii ki bu mücadelenin çok zor yanlarını ben de yaşadım; birçok arkadaşımız katledildi, gözaltında kaybedildi, bizler cezaevlerine girdik, silahlı saldırılar yaşadık… Gerçekten ‘90’lar çok zordu. Ve bugüne geldiğimizde, işte 1915’ten bu yana varolan bu Türk ve Sünni-Müslüman kimliğini temel alan resmî ideolojiye dayalı devlet aklının değişmediğini görüyoruz. Bu tabii ki umut kırıcı bir durum: Ama ben, zaman zaman gerçekten “neden bunu devam ettiriyoruz” dediğim küçük anlar olsa da, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadım.
Çünkü bizim umut duymaktan başka hiçbir seçeneğimiz yok bu mücadelede… Ve bazı şeylerin değiştiğini gördüğümüzde de, ufak ufak da olsa, yani devlet politikalarında olmasa bile… Örnek vereyim; bir İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması, LGBTİ+ bireylerin kendi örgütlerini oluşturmaları, kadın mücadelesinin güç kazanması, Kürt ve Kürdistan sorununda bölgesel olarak yani 4 parça açısından baktığımızda zaman zaman kazanımların olması, bütün bunlar tabii ki umut verici şeyler. Bu nedenle umudumu hiç yitirmeden devam etmeyi doğru buluyorum.
Kitaptan sizin çocukluğunuzdan itibaren hukuk ve özellikle insan hakları kavramlarına nasıl yöneldiğiniz adım adım izlenebiliyor. Bu adımlara bir anlamda aşamalar da diyebilir miyiz; insan hakları kavramı açısından genel çizgileri içinde farklılaşmalar oldu mu?
Tabii ki insan hakları anlayışımızda zaman zaman değişiklikler oldu. Aslında bu bütün dünya için geçerli. Çünkü gelişen bir mücadele var ve buna yönelik talepler, hem hak talepleri hem bakış açıları genişliyor. Örneğin, İnsan Hakları Derneği ilk kurulduğunda, militarist 12 Eylül darbesinin sonuçlarıyla mücadele ediliyordu ve esas olarak cezaevindeki insanların, mahpusların haklarını temel alarak kuruldu İnsan Hakları Derneği. Ama zaman içinde, kocasından, sevgilisinden dayak yiyen kadınlar, işinden atılan işçiler, Kürtler, Ermeni Soykırımı, bütün bunlar bizim gündemimizde oldu.
Bakış açılarımız gelişti. Tabii ki zaman içinde insan hakları mücadelesine bakışımız genişledi, bu da çok olumlu oldu. Yani bunun dışında nasıl sermaye küreselleşiyorsa, özellikle sosyal medyayla birlikte insan hakları da küreselleşiyor. Bütün dünyadaki insan hakları savunucuları birbirlerinden etkileniyorlar ve bu doğal olarak yeni yollar ve yeni yöntemler geliştirmemize neden oluyor.
Hayli ender de olsa, günümüzün bazı devletleri insan hakları sorunlarını hak savunucularıyla birlikte çözmeyi kabul ediyor, danışmanlıklarına başvuruyor, vb. Bizim burada ise hak savunuculuğu devleti denetleyen ve eleştiren bir toplumsal işlev değil de düpedüz düşmanca bir işmiş gibi görülüyor hâlâ. Siz insan hakları savunucuları olarak devletten kaynaklanan bir diyalog girişimi, sizlerin deneyiminize başvuran bir talep hatırlıyor musunuz?
Yani insan hakları savunucuları, ‘90’lı yıllardan bu yana birçok kez devletin çeşitli makamlarıyla görüşmeler yapmıştır. Bu zaman zaman daha yoğunlaşmıştır, zaman zaman sıfıra inmiştir. Örneğin, ‘90’lı yıllarda işte Adalet Bakanı’yla, Başbakan’la görüşmelerimiz zaman zaman olurdu. Bizi çok ciddiye alırlar mıydı ya da önem verirler miydi, bilmiyorum ama görüşmelerimiz olurdu. Ama sanıyorum en çok görüşme barış süreci döneminde oldu.
Bir de tabii Türkiye’deki devlet yönetimindeki bir farklılaşmadan da burada söz etmek gerekiyor. Örneğin, ‘90’larda asıl karar verici her zaman militaristlerdi. Yani biz hükümet yetkilileriyle görüşsek de, çok da esas karar verici olmadıkları için bir şey yapacaklarından umudumuz olmazdı. Militaristlerle ise zaten hiçbir zaman görüşmedik. Ama barış süreci döneminde gerçekten farklı bir süreç yaşadık. Yani birçok bakanla görüşmeler yaptık, hatta İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’a akil insanlara katılması yönünde teklifte bulunuldu ve Türkdoğan akil insanlar heyetine girdi.
AKP-MHP ya da AKP-Derin devlet uzlaşmasıyla birlikte adeta bu görüşmeler sıfıra indi. Ben şunu söyleyebilirim; 30 yıldır insan hakları hareketi içindeyim, bu kadar hedef gösterildiğimiz sanırım başkaca bir süreç yoktur. Bizzat İçişleri Bakanı, “Canı çıkasıca İnsan Hakları Derneği” diye açık bizi hedef gösterdi.
Kitaptaki açıklamalarınızdan anladığım kadarıyla devletin belirleyici bir kesimine bütün dönemlerde “İttihatçı” zihniyetin egemen olduğunu düşünüyorsunuz. Bunun temelinde tarihimizin yanı sıra mutlakçı, mutlaklaştırıcı bir zihniyetin yattığı fikrine ne diyorsunuz?
Ben 1915’ten bu yana, özellikle devlete hâkim olan ve Türk ve Sünni-Müslüman kimliğini temel alan bir yapının, İttihatçı yapının coğrafyanın temeline hâkim olduğunu düşünüyorum. Yani öyle bir resmî ideoloji yaratmışlar ki, aslında, “sol” dahi İttihatçı zihniyetten beslenmiş. Öyle ki, bu coğrafyada insanlar Cumhuriyet gazetesi okuyarak solcu olmuşlar. Ve bugün birçok sol kesim içinde bu devam ediyor. Bunun tabii iki yanı var. Yani 1- din boyutu, 2- Türklük boyutu…
Türk ve Sünni-Müslüman kimliği temel alınmış ve tarih tamamen bunun üzerine oluşturulmuş. Ve bu mutlak bir bakış açısı olarak sunulmuş. Bunun dışında bir şey düşünmemiz yasaklanmış. Yani biz zaten düşünce suçu derken tam da bunu kastediyoruz. Resmî ideolojinin bize dayattıkları dışında, doğruları düşünmek suç olmuş bu coğrafyada. Genel olarak da herkes kendini bunun üzerinden biçimlemiş. Bu nedenle de son derece totaliter bir devlet yapısı oluşmuş. Yani halk da devlete benziyor aslında. Tabii ki istisnaları ayrı tutuyorum… Yani istisna bir muhalefet tabii ki var. Ama genel olarak halk da devlete benzemiş.
Kitabın bir yerinde de, “Birçok konuda o kadar çok devlete benziyoruz ki” diyorsunuz. (s. 333) Bu sözünüzde, iktidar ilişkilerini her yerde gören Michel Foucault’ya gönderme var mı? İnsan hakları mücadelesini etkileyen problemlerden birine mi işaret ediyor bu sözünüz?
Aslında bu sorunuzda hemen şunu hatırladım; Foucault’nun “İktidar her yerdedir” sözünü. Gerçekten de biraz önceki soruda da cevapladığım gibi, yani öylesine militer, öylesine erkek egemen, öylesine feodal Türk ve Müslüman bir anlayış dayatılmış ki topluma, yani bu iktidarın bakış açısı herkesi belirlemiş. Mesela bizim kendi kurduğumuz kurumlar da biraz devlete benziyor, onu kastettim; devlete benziyor derken, erkek egemen, militer, feodal oluşu nedeniyle söylüyorum bunu.
En demokrat kuruluşlarımıza, derneklere ve siyasi partilere bakalım. Örneğin kadın milletvekili, kadın yönetici ne kadar ya da bir LGBTİ+ birey yönetici veya milletvekili olmuş mu, bütün bunları kastediyorum. Kendi içimizdeki bu devletin kırıntılarını, devletin bize dayattığı bakış açılarını kıramadığımız için doğru talepler yükseltemiyoruz. Kastettiğim buydu.
Muhalif ya da devrimci siyasi çevrelerde genellikle hak mücadelesinde akla uygun bulunan bir öncelikler sıralaması yapılır. Bugün de aynı anlayış kendini gösteriyor. Kitapta sizin mücadelenizde böyle bir sıralama göze çarpmıyor...
İnsan hakları savunucusu olarak görüyorsanız kendinizi, tabii ki kendinizin öncelikleri vardır ama size yapılan başvurularda bir öncelik sıralaması yapamazsınız. Çünkü her başvurucunun başvurusu onun için biriciktir, en önemlisidir. Bu nedenledir ki, zaten biz insan hakları savunucuları olarak, taraf ama objektif, yani ezilen ulustan, ezilen cinsten, ezilen sınıftan yana ama objektif olmayı bir ilke olarak benimsedik.
Örneğin dedik ki, işkenceciye dahi işkence yapılamaz. Bunlar önemli. Tabii ki bunları da biz zaman içinde kazandık. Ama bize bir başvuru olduğunda, örneğin eşinden şiddet görmüş bir kadınla, cezaevinde çocuğu olan bir kadın bize başvurduğunda, her ikisi de bizim için önceliklidir. Ve ben insan hakları mücadelesinin böyle yapılması gerektiğine hep inanmışımdır.
Hak ihlallerinin en çok cesaret isteyen bazı somut örnekleri var ki, o noktalarda sizi, Şebnem Korur Fincancı’yı, Fethiye Çetin’i ve daha başka kadınları görüyoruz. Genel olarak yükselen kadın mücadelesinin belirtilerinden biri diyebilir miyiz?
Ben bizim coğrafyamızdaki iki mücadeleye çok inanıyorum. Bunlardan biri kadın kurtuluş mücadelesi, ikincisi LGBTİ+ mücadelesi. Çünkü ikisi de sistemin temel noktalarına parmak basıyorlar. Kadın mücadelesini çok önemsiyorum, çok büyük başarılar elde etti. En önemlisi Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi gibi bir sözleşme, bizim coğrafyadaki mücadeleden çıktı. Diyarbakır’da eşi tarafından annesi katledilen, kendisi yaralanan Nahide Opuz davasında, Türkiye Nahide Opuz’u aile içi şiddete karşı korumadığı için mahkûm edildi. Bunun ardından Avrupa Konseyi, kadınları aile içi şiddete ve genel olarak şiddete karşı koruyacak bir sözleşme hazırlamak yönünde tüm üye devletlere çağrıda bulundu ve İstanbul Sözleşmesi böyle hazırlandı.
Yani bizim coğrafyamızda verilen kadın mücadelesinin çok büyük bir önemi var ve çok büyük bir ivme kazanıyor. Bu nedenledir ki ben bu mücadeleye sonsuz inanıyorum.
Etkilendikleri her tür sözü duvarlara yazan Gezi gençlerinin yazdığı sözlerden biri de “Eren Keskin’in sürmeleriyiz”di, görmüş müydünüz? Şarkı söyleme arzusuyla büyümüş olduğunuzu kitaptan öğreniyorum. Makyaj tarzınızın Hamiyet Yüceses, Mualla Mukadder Atakan, Sabite Tur Gülerman gibi eski büyük ses sanatçılarının tarzını anıştırmasının bu arzunuzla bir ilgisi var mı?
Ben her zaman kendimi istediğim şekilde görmeyi seçmiş bir insanım. Bu nedenle de göz makyajım zamanında da çok konuşulmuştur. Dediğim gibi, böyle seviyorum. Bu makyajı seviyorum. Ve sizin söylediğiniz gibi, Gezi döneminde “Eren Keskin’in sürmeleriyiz” yazısını ben de görmüştüm ve çok mutlu olmuştum. Çok güzel, benim için çok mutluluk verici bir şeydi onu görmek. Makyaj, çünkü aslında özellikle biz solcu kadınlar olarak bir dönem için çok tartışılan bir şeydi.
Ama ben bir kadının her türlü mücadeleyi kendi istediği gibi bir tarzla verebileceğine inanıyorum. O nedenle de başından beri bu dayatma tarzındaki yaklaşımları hiçbir zaman önemsemedim. Müziğe her zaman çok büyük bir ilgim oldu. Zaten bir dönem konservatuara da girdim ama sonra bıraktım. Ama benim bu makyaj tarzımın, sanat müziği söyleyen bu saydığımız isimlerle çok ilgisi yok. Aslında ben hep annemin tarzını benimsedim. Annem de böyle boyardı gözlerini. Aslında taklit etiysem, ya da birilerine öykündüysem sanırım bu annem olmuştur.