Röportaj: Ruken Hatun Turhallı /BasNews
Paris École des Hautes Etudes en Sciences Sociales (Paris Sosyal Bilimler Yüksek Okulu) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Kürdistani siyasi hareketler arasında çelişkilerin bir iç savaşa neden olmaması için şunu belirtiyor: “Kürt hareketleri içerisinde oluşan ihtilaflar meşru ihtilaflar olarak kabul edilemezse ve müzakerelerle çözümü esas alınmazsa ve şiddete kayarsa o zaman ciddi bir tehlike arz eder. Bu anlamda iç ihtilaflar kesinlikle bir sorun değil çünkü demokrasi kendisi bir iç ihtilaf sistemidir. Önemli olan bu ihtilafların bir konsensüsle müzakere edilmesidir.”
Hamit Bozarslan Kürt sorununun tarihsel ve sınır aşırı bir sorun olduğuna dikkat çekerek şunları kaydetti: “Kürtlerin 1920’lerden sonra ortak bir kültür, ortak bir coğrafya tahayyülü oluştu. Buna bağlı olarak tarihi okuma, kültür, coğrafya, bayrak vs. sembol birleşimlerinin pratik olarak da hayata geçirilmesi gerekiyor.”
Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile İzmir HDP İl Binasına yapılan saldırıyı, Kürtlerin yeni Ortadoğu dengesi içerisindeki konumunu, Kürt sorununun sınır aşırı durumunu ve çözüm yöntemlerini, Kürtler arası son dönemde yaşanan gerginliğin nedenlerini ve çözüm yöntemlerini değerlendirdi.
Sıcak gündemle başlamak istiyorum. İzmir’de HDP binasına yönelik bir saldırı gerçekleşti. Saldırıyı gerçekleştiren Onur Gencer isimli kişinin profilinde farklı bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Şahıs Suriye’de Özgür Suriye Ordusu ile TSK’nın sağlık çalışmaları kapsamında, Halep ve Menbiç sahalarında yer almış. Bu profilden de yola çıkarak gerçekleşen saldırıyı nasıl okumalıyız?
Ortaya çıkan bu profil sanıyorum her şeyden önce Türkiye’nin son on yıllarının özeti. 1960’lardaki komando kampları, 1970’lerdeki ülkücü militanlar ve katiller. 1970’lere, 1980’lere uzanan Çatlı olayı, 1990’lardaki Susurluk olayı. Bunların üzerine hiçbir zaman gidilmediği için bu tür teşkilatlar devleti ele geçirir bir hale geldiler. Şu anda söz konusu olan da bir ilk değil. 2015’te yapılan Kürtleri ve solu hedefleyen katliamlarda 800 civarı kişi öldü. Şu an devlette bir çeteleşme olgusuyla karşı karşıyayız. Çok güçlü bir paramiliter süreç yaşanıyor aslında. Bu paramiliter oluşum bir anlamda eski Susurluk sürecinin yeniden aktifleşmesi anlamına gelmekte. Diğer taraftan yeni bir tür Susurluk olgusunun oluşumunun geliştirilmesi - ki Soylu bunu açık bir şekilde dile getirmekte- söz konusu; Bu tür bir çeteleşmeyle karşı karşıyayız. Bu çeteleşme Türkiye’de artık giderek iktidarı belirleyen olguların başında gelmekte.
Bu saldırı sonrası iktidar ve muhalefetin yaklaşımını nasıl yorumluyorsunuz? Kürtler bu saldırıya karşı nasıl bir tavır sergilemelidirler?
Kürtler ne yapmalı? Bunu benim cevaplandırmam mümkün değil. Fakat iktidar ne yapmalı ve ne yapmıyor sorusuna vereceğimiz cevap çok açık. İktidar her zaman gayrı meşru yöntemlere başvurarak kendisini devam ettirdi. İktidar her zaman kendi dışındaki militanları, ilişkileri kendisine ortak ederek Kürdistan’da bir korku ve terör sistemini esas aldı. 1990’lardaki katliamları ve cinayetleri hatırlayalım; bu cinayetler sözüm ona faili meçhul cinayetlerdi ama bunları gerçekleştirenleri çok iyi biliyoruz. Bu nedenle iktidar cenahından pek bir şey beklemek mümkün değil. Muhalefetten çok şey bekleyebiliriz ama muhalefet, “Bu Türkiye’yi ve demokrasisini hedef alan, bütünlüğüne yönelik bir saldırıdır” söyleminden öteye gidemiyor. Oysa bu saldırı Kürtleri ve Kürtlüğü hedef alan bir saldırı. Muhalefetin bu anlamda yapması gereken HDP’nin tümden meşru bir hale getirilmesini desteklemek ve bu meşruiyetin arkasında aynı zamanda Kürt meselesinin meşruiyetinin yattığını, bu temelde HDP ile ortak bir çizgi geliştirmenin zorunluluğunu kabul etmesi gerektiğini anlamasıdır. Muhalefet ya da CHP bunu yapabilecek güçte midir? Buna pek emin değilim.
Bugün yaşanan durumlar göz önüne alındığında Kürtler Ortadoğu’nun konjektörel durumu içerisinde dengenin neresinde yer alıyorlar?
Kürtler bu dengenin neresinde yer alıyorlar? Sanıyorum bunu cevaplandırabilmek için belki özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası devletler arası veya bölgesel dengeler neler? Bunu görmek gerekiyor. Bu bölgesel dengeler manda sisteminin sonucunda oluşan Irak ve Suriye, ve modernizasyon sürecinden geçerek tanımlanan bir Türkiye ve İran üzerine kurulu. Bunlar Kürdistanı bölen ve paylaşan ülkeler. Bu dönem İngiltere ve Fransa’nın çok ciddi bir rol oynadığı görülmekte. İşte Birinci Dünya Savaşından sonra kurulan bu denge şu an çökmek üzere. Tabi bu, bu devletlerin yok olacağı veya sınırlarının yok olacağı anlamına gelmemekte.
“Birinci Dünya Savaşından sonra oluşturulan sistem çökmekte”
Bahsettiğimiz Birinci Dünya Savaşından sonra oluşturulan sistem çökmekte. Sistemin çökmesinin temel nedenlerinden birisi, Türkiye’nin ve İran’ın anti–demokratik rejimler tarafından yönetilmesi, bu rejimlerin ekonomik ve ahlaki olarak çöküş aşamasında olması, bölgesel düzeyde hatta bölge ötesinde varlıklarını ancak ve ancak hoyratça kullandıkları zarar verme kapasiteleriyle gösterebilmeleridir. Tabi bu durum bu rejimlerin hemen ya da 10 – 15 yıl sonra çökeceği anlamına gelmemektedir. Fakat mevcut haliyle bu rejimlerin artık Ortadoğu’ya verebilecekleri bir katkının olamayacağını göstermekte ve Ortadoğu’daki tek etkilerinin zarar verme kapasiteleri olduğunu görmeliyiz. Bunu İran söz konusu olduğunda şimdi Suriye’de görmekteyiz, Türkiye söz konusu olduğunda Suriye’deki, Karadağ’daki, Libya’daki gelişmelerden görmekteyiz. Bu yönüyle belli ölçülerde bu devletlerin haydut devletler olduklarından bahsedebiliriz.
Aynı şekilde Irak ve Suriye’ye baktığımızda sadece rejimlerin değil, toplumların da çökmüş olduklarını görebiliyoruz.
“Kürtler Ortadoğu’nun en dinamik halkı ve gelecek hayalleri var”
Bütün bu koşullar içerisinde yaşanan bu çürümüşlüklere rağmen Kürt toplumunun ayakta kalabilmesi bir dinamizm kazanmasına yol açmıştır. Örneğin, şu an Türkiye’de bu kadar baskı, zulüm, cinayet uygulanmasına rağmen Kürt halkı içerisinde bir tarih, toplum, coğrafya algısı gelişmiş durumda. Bunun yanı sıra bir gelecek hayalleri var. Dinamizm var. Yine olup bitenleri anlamlandırma kapasitesi yaratılmış durumda. İran’da şu an Kürt toplumu çok kötü bir durumda. Ama buna rağmen Fars toplumu ya da İran’da yaşayan diğer halklara kıyasla daha dinamik bir durumda Kürtler. Suriye ve Irak’ta da aynı şeyleri söylemek mümkün. Irak’ta, Kürtlerin referandum yapması ardından Kerkük trajedisine rağmen, Suriye’de gelişen mücadele ve Efrin ile Gri Spi trajedilerine rağmen direngen bir duruşun gelişmesi, bu direnişin yok edilememesi, yarın Irak ve Suriye’de gelişecek çözümlerde Kürtlerin önemli bir rol oynayabileceğini göstermektedir. Tabii ki bu direnişçi ruh, ya da bölgedeki rejimler gibi çöküş yaşanmaması nedeniyle “Kürtler çok büyüktür veya alkışlanmalıdır” gibi bir sonuca varabilmemiz mümkün değildir. Bununla birlikte, Kürtler, Kürdistan bütün hatalarına, eksikliklerine ve yenilgilerine rağmen Ortadoğu’nun en dinamik halkı olarak karşımıza çıkmakta.
Mevcut Ortadoğu konjektöründe Kürtlerin bütünlüklü bir siyaseti var mıdır? Bütünlüklü siyasetlerinin olmaması onlara neler kaybettiriyor?
Bütünlüklü bir siyasetin olmadığı aşikar. Özellikle Kürtlerde bir iç entegrasyon sorunu var. En başta Irak Kürdistanı’nda bu iç entegrasyon sağlanabilmiş olsaydı Kerkük’ün düşmesi gibi bir durum yaşanmazdı. Aynı şekilde Irak Kürdistanı ile Rojava Kürdistanı arasında bir iç entegrasyon olmadığı veya çok az olduğu açık. Bu yönüyle Kürt hareketinin bir bütün olarak geleceğe yönelik bir proje oluşturması ve geçmişinden dersler çıkartabilmesi gerekmektedir. Çünkü 1980’lerde Kürt hareketi içerisinde ciddi kırılmalar yaşandı, iç savaşlar yaşandı, “Brakuji” denilen kardeş kavgaları yaşandı. 1990’larda aynı benzer şeyler Irak Kürdistanı’nda yaşandı. Bu zemin sayesinde 1980’lerden sonra özellikle İran ve Türkiye, Suriye ve Irak’ta Kürt hareketlerini kullanmaktan geri kalmadılar. Ellerinden geldiği oranda Kürt hareketlerinin içerisinde kanlı savaşların yaşanmasını sağladılar. Bu açıdan sanıyorsam yapılması gereken en doğru şey Kürt hareketinin 30-40 yılın muhasebesini yapmak ve buna bağlı olarak bir gelecek tahayyülü oluşturmaktır. Ben bir siyasetçi değilim. Fakat var olan zorlu ve büyük koşulları görmek mümkün. Özellikle Türkiye’nin Irak Kürdistanı’nda ciddi bir varlığı var. Aynı şekilde Suriye’de de benzer bir durum oluşmakta. Türkiye’nin anti–demokratik uygulamaları karşısında Batı’nın diz çökmesi gibi bir realite de söz konusu. Buna karşın Kürt hareketinin yerine getirmesi gereken çok önemli sorumluluklar bulunmakta. Hem Kürdistan’da hem diasporada geçmişle bir hesaplaşma ve bugün açısından iç dinamizmi güçlendirme adımlarının atılması, Kürtler arasında bir daha iç savaş, kan dökülmemesini sağlayacak adımların atılması gerekli diye düşünüyorum.
Son dönemlerde Türkiye, Kürdistan Bölgesi sınırları içerisinde PKK’ye yönelik kapsamlı askeri operasyonlar başlattı, üs sayılarını da artırdı. Bu dönemde 6 Peşmerge’nin şehit düşmesi olayı yaşandı. Kürdistan Bölgesi Hükümeti olayın PKK tarafından yapıldığını belirterek şiddetle eleştirdi. Ancak PKK tarafı olayla ilgilerinin olmadığı yönünde açıklamalar yaptı. Sizce taraflar bu krizi iyi yönetebildiler mi?
Krizin iyi yönetilemediği kesin. Buna bağlı olarak Kürt hareketlerinin kalkıp Türkiye ile veya İran’la ittifaklar kurması kabul edilemez bir durumdur. Özellikle Kürt hareketlerinin birbirlerine karşı bir saldırı gerçekleştirmesi veya düşmanca tavırlar alma noktasına gelmesi kabul edilmemelidir. Şu ana kadar her ne kadar çok yakından takip etmiyorsam da bilebildiğim kadarıyla, her şeye rağmen en azından krizin büyümesi engellenebildi. Fakat bunun yanı sıra gayri resmi iletişim alanları da kullanılarak ilişkilerin güçlendirilmesi gerekiyor ve mümkün olduğu kadar iç çatışmaların önlenmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Türkiye’nin saldırıları engellenemezse bile resmiyeti kabul gören bir Kürdistan Bölgesi hükümeti veya kurumlarının Türkiye ile ittifak halindeymiş görüntüsü vermemesi önemli bir husus.
“Kürtler arası bir iç entegrasyon şart”
Şunu ısrarla belirtiyorum. Kürtler arası bir iç entegrasyon şart. Bu entegrasyonun sağlanması halinde bu tür yanlış anlamaların önüne rahatlıkla geçilebilir. Burada şunu da belirtmem gerekiyor; Kürt hareketi aslında 1920’lerden itibaren bir bütünselliği yakalamış olan bir hareket. Kürt hareketinin sembolik bir evreni var. Bu tarihten itibaren ortak bir tarih okuması durumu söz konusu. Kürtlerin 1920’lerden sonra ortak bir kültür, ortak bir coğrafya tahayyülü var. Aynı şekilde ortak bir bayrak var. Kısaca Kürt hareketinin sembolleri 1920’lerden – 1930’lardan bu yana oluşturulmuş ve dört parçadaki hareketler tarafından kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak bu sembol birleşimleri yani tarih okuma, kültür, coğrafya, bayrak vs. sembol birleşimlerinin pratik olarak da hayata geçirilmesi gerekiyor.
“Kürtler arası entegrasyonun gelişmesi için diplomatik yollar sonuna kadar kullanılmalıdır”
Bütün bu entegrasyonun gelişmesi için diplomatik yollar sonuna kadar kullanılmalıdır. ABD’yle ilişkiler geliştirilebilir, Türkiye’ye karşı siyasi baskıları arttıracak yollar kullanılabilir vs. elbette dediğim gibi ben bir siyasetçi değilim ama Kürt hareketi içerisinde bu kapsamdaki çalışmalarla entegrasyon süreci geliştirilebilir. Yani bu konuda kısaca şunu söylemek istiyorum; bütün yollar kapalı değil, bütün yöntemler uygulanamaz değil. Ama şu kesin bir şey ki; Kürt hareketi içerisinde asla yeni bir “Brakujinin” yaşanmaması şart. PKK kesinlikle buna yol açacak adımlar atmayacağından ve Kürdistan Bölgesi Yönetiminin de sağduyuyla olası bir “Brakujinin” önünü alacağından eminim.
Türkiye her defasında PKK’yi bahane ederek, Kürdistan Bölgesi sınırlarını ihlal ederek operasyonlar gerçekleştiriyor. Bu operasyonlar Kürdistan Bölgesi’nin resmi statüsünü tehlikeye sokuyor. Aynı zamanda Kürtler arası çatışmalara zemin hazırlıyor. Kürtler bu çıkmazı nasıl aşabilirler?
Öncelikle şunu net bir şekilde görmemiz gerekiyor; Türkiye Kürdistan Bölgesi’nin varlığını hiçbir zaman kabul etmedi. Bunu Kerkük ve Rojava meselelerinde de açıkça gördük. Devletin resmi metinlerine baktığımız zaman 1920’lerden bu yana Kürtlük, Türklüğü tehdit eden biyolojik bir olgu olarak görülmekte. Devletin resmi metinlerinde Kürtlük Türklüğün varlığına meydan okuyan, Türklüğün coğrafik olarak bölgeye hâkim olmasına meydan okuyan bir faktör olarak kabul edilmekte. Bazı dönemlerde yönetimler ya da iktidarlar bazında kısmi yumuşamalar veya değişiklikler olsa da devletin ana yapısında bu durum asla değişmedi. Zaten bunu çok açık bir şekilde devlet – mafya ilişkileriyle geliştirilen yöntemlerde görebiliyoruz. Kürtlere karşı savaşta rant elde eden ve bunu süreklileştirmek isteyen klikler söz konusu. Ve bu klikler devletin bütün olanaklarından faydalanarak farklı yapılara bürünmekteler. Özellikle bu durum bugün çok açık bir şekilde ortaya çıkmış durumda. Ama unutulmamalıdır ki bunun altyapısı 1920’lere kadar uzanmaktadır. Bu nedenle Irak Kürdistanı’nın bu gerçeği asla göz ardı etmemesi gerekiyor. Yani Türkiye’nin bir Kürt realitesini, olgusunu mevcut haliyle kabul etmesi asla mümkün değildir.
“PKK yanlısı bir hareket Irak Kürdistanı’nda kesinlikle sosyolojik bir taban bulamaz”
İkinci olarak PKK yanlısı bir hareket Irak Kürdistanı’nda kesinlikle sosyolojik bir taban bulamaz. PKK yanlısı bir hareket seçimlerde olsa olsa %0,5 veya en fazla % 1 oy alabilir. Bunun değişik bir çok sebebi var. Çünkü Kürt siyasi gerçekliğinin Irak’taki konumu farklı. Ama sokağa çıktığınızda gençlerle, taksi şoförleriyle konuştuğunuzda bunların % 99’u PKK’yi Kürt hareketi ve dolayısıyla kendi partileri olarak görürler. PKK militanlarını kendi savaşçıları olarak değerlendirirler. Burada Kürtlük olgusu çok açık bir biçimde kendisini gösterir. Yani sosyolojik bir taban bulmasa bile, seçim sosyolojisinin ötesinde bir tahayyül olarak bir Kürtlüğün sembolik birleşmesi, ciddi bir dayanışma gerçekliliğiyle karşa karşıyayız. Bunu Türkiye’de de gördük. Mesela PDK’ye yakın olan bir parti aynı şekilde Türkiye’de kesinlikle % 0,5 bile oy alamaz, ama aynı zamanda 1991’leri hatırlayın, Enfal katliamı, Serhildan sonrası yaşanan göçte Türkiye’deki Kürt hareketi, Kürt toplumu bir bütün Irak Kürtlerini, Kürt hareketlerini destekledi, sahip çıktı. Benzer bir durum yarın İran Kürdistanı çerçevesinde gerçekleşebilir.
“Kürt hareketi ve Kürt tarihinde sembolik birleşme oluşmuş durumda”
İran Kürdistanı’nda taşlar yerinden oynarsa, ya da rejimi sarsacak bir kriz durumu ortaya çıkarsa, PKK’nin veya PDK’nin kalkıp orada ciddi bir taban bulabilmesi zor olabilir. Çünkü sosyolojik olarak sahalar birbirlerinden farklı. Ama herhangi bir parçadaki gelişmeler Kürdistan’ın tümünde, Kürt kamuoyunda da büyük bir hassasiyet yaratmakta. Bu anlamda da ciddi bir birleşmenin var olduğu görülmekte. Bu da ki Kürt hareketinin ve Kürt tarihinin sembolik bir düzeyde birleşmiş olduğunu göstermekte. Ama bunun pratik saha özgülünde de oluşması gerekiyor. PKK’nin kalkıp bir Irak Kürdistanı’nda hakim olması mümkün değil, ama PKK bir Kürt hareketi ve PKK’yi Irak Kürdistanı tahayyülünden çıkarabilmek mümkün değil. Bu nedenle de Türkiye’nin Irak Kürdistanı’na asker göndermesi, burada askeri üsler kurması, dağlarını, taşlarını bombalaması halk içerisinde doğal olarak tepki oluşturmakta. Kaldı ki sadece halk içerisinde değil, siyasi elit içerisinde de, yönetim kademesi içerisinde de ciddi tepkiler dile getirilmekte.
O zaman şunu söyleyebilir miyiz; parçalar bazında Kürt halkı içerisinde bir ruhsal birleşme söz konusu fakat siyasi hareketler bunu okuyamıyor, cevap olamıyorlar mı?
Tabii buna benim cevap vermem biraz zor, ama bu konuda Kürt liderlerinin bu durumu ciddi manada sorgulaması gerekiyor. Bana göre bu soruyu onlara yöneltmek gerekiyor. Onların görüşlerini almak gerekiyor. Fakat kendi açımdan şunu söyleyebilirim; 1994 – 1996 yılları arasında Irak Kürdistanı’nda bir iç savaş yaşandı ki – bu iç savaş son derece travmatik bir iç savaştı ve Enfal bile o kadar büyük bir tepki yaratmamıştı. Çünkü Enfal ve kimyasal saldırısının kimler tarafından ve ne için yapıldığı belliydi. Saddam rejimi Kürtleri ve onların mücadelelerini yok etmek için bu saldırıları düzenledi. Fakat iç savaş döneminde sorumlu kimdi? Sorumlu Kürtlerin ta kendisiydi. Ve bu iç savaşın değişik nedenleri vardı. Bu iç savaşın bitirilmesinde kimler rol aldı? Bir yandan Fransa ve Amerika’nın müdahale etmesi, diğer yandan Kürt toplumunun müdahale etmesi, Kürt toplumunun kontrol noktalarını kabul etmemesi iç savaşın sona ermesini sağlayan faktörlerden birisiydi.
“Her iç savaş istesek de istemezsek de bir intihar savaşıdır”
Güney’deki bir üniversite hocası bana şunu söylemişti; “Söz konusu olan bir “Brakuji – kardeş kavgası” değil “Xukuji – kendini yok etme, kendini imha etmeydi.” Ve her iç savaş istesek de istemezsek de bir intihar savaşıdır. Eski Yunanlılar bunu çok açık bir şekilde dile getirmekteler. Bu açıdan “Brakujinin” aynı zamanda “xukuji” olduğu açık bir şekilde anlaşılmalıdır. Bu gerçek kamuoyunda tartışılmalı ve kamuoyu hareket geçirilmelidir. Bu harekete geçiş nasıl olabilir bilemiyorum, ama gösterilerle olabilir, sanatsal yaratıcılıkla olabilir, televizyon programlarıyla olabilir, pedagojiyle olabilir. Ve burada söz konusu olan Kürtler arasında bir krizin yaşanması değil. Kürt hareketi her zaman çoğulcu olmak durumundadır. Çünkü Kürt hareketinin geleceği çoğulcu olmasında yatmaktadır. Kürtlerin çok dilli olmaları, çok gelenekli olmaları, referanslarının çoğul olması, kültürel modellerinin zengin olması Kürt hareketi açısından zenginleştirici unsurlar olarak kabul edilmelidir. Sorun kesinlikle iç ihtilaflar değil çünkü demokrasinin kendisi de bir iç ihtilaflar sistemidir. Bu yönüyle Kürt hareketi içerisinde oluşacak ihtilaflar meşru ihtilaflar olarak kabul edilemezse ve müzakerelerle çözümü esas alınmazsa, şiddete kayarsa o zaman ciddi bir tehlike arz eder. Bu da Kürtler için ciddi tehlikeler doğurur.
“Kürtlerin hem çoğulcu ihtilaf sistemine hem de aynı zamanda bir konsensüse ihtiyaçları var”
Yani bir demokratik sistemin kurulabilmesi için ihtilaflar şarttır. Fakat bunun yanında ihtilafların yönetilebilmesi, çözülebilmesi için da aynı zamanda bir konsensüsün olması da şart. Şayet konsensüs olmazsa bir toplumun var olabilmesi mümkün olamaz. Bu açıdan demokrasinin iki ayaklı olduğunu unutmamamız gerekiyor. Demokrasinin bir ayağı konsensüs yani bir toplumun bir kimliğe, bazı kurumlara sahip olabilmesi ve müzakereleri yapabilme konusunda hem fikir olabilmesi. Diğeri de bölünmüşlük, dissensüs. Kürt toplumu her ikisine de sahip. Hem çoğulcu ihtilaf sisteminin hem de aynı zamanda konsensüsün meşrulaştırılması şart. Sanıyorum bu konuda Kürt siyasi elitlerine çok önemli görevler düşmekte. Önümüzdeki süreçlerde sanırsam Kürtler açısından en önemli sorumluluk bu olacak. Ve burada kamusal bir pedagojinin rolü de çok önemli diye düşünüyorum. Genellikle toplumun elitler tarafından yönetildiği söylenir. Ama siyasi elitlerin ötesinde toplum bünyesindeki değişik aktörlerin, kültürel aktörlerin, entellektüellerin de önemli roller oynayabileceklerini düşünüyorum.
Bahsettiğiniz konsensüsün sağlanamamış olması Rojava Kürdistanı’nın geleceği açısından ne türden tehlikeler doğurur?
Bunu şu an kestiremeyiz çünkü söz konusu olan aynı zamanda dış faktörler. Afrin saldırısında Rusya’nın ve Serê Kanî ve Gra Spi’de Trump’ın ABD’sinin tavırlarının aynı olması bunu acı bir şekilde göstermekte. Yarın Biden’in ABD’si bu konuda Türkiye’nin önüne bir kırmızı çizgi koyar mı? En azından şimdilik anlayabildiğimiz bir kırmızı çizginin var olduğu, ama bu kırmızı çizgi ne anlamlar barındırıyor bunu bilemiyoruz. Çünkü Türkiye, Suriye’de hem etkinlik sahası hem de coğrafi olarak ciddi bir güce sahip durumda şu an. Bu nedenle yarın Rojava genel anlamıyla sistem ne tarafa kayabilir, PYD’nin savunduğu “radikal bir demokrasi” gelişebilir mi, onu da bilemiyoruz. Bana göre Rojava Kürdistanı’nda şu an temel olan, Kürtlerin var olabilmesi, yaşayabilmesidir. Bu açıdan şu an önemli olan var olanın korunabilmesi ve kaybedilmemesidir. 1936 – 1939’da Batı demokrasileri büyük bir kalleşlik göstererek İspanya Cumhuriyetine yardım etmemişti, Hitler ve Mussolini’de bu kalleşliği fırsat bilerek bu cumhuriyeti bombalamaktan çekinmemişlerdi. Demokrasilerin korkaklığı ve ataleti İspanya cumhuriyetin yok edilmesine neden olmuştu. Bugünkü mevcut demokrasiler benzeri bir şeye izin verecekler mi? Bu konuda da dediğim gibi şu an bir öngörüde bulunabilmek mümkün değil.
Belirlediğiniz çerçevede ele alırsak Rojava’da Kürtlerin resmi temsilini sağlayabilmesi için tüm Kürtlerin üzerlerine düşen görev ve sorumluluklar neler olabilir?
Bu soru ikili bir boyutu olan bir soru. Birincisi bütün Kürdistan parçalarının Rojava Kürdistanı’nı sahiplenmesi. Yani eleştiriler, takdirler ne olursa olsun, söz konusu Rojava Kürdistanı’nın yaşayabilmesi olduğunda hem Kürdistan genelinde hem de dünya genelinde bir sahiplenme durumu ortaya çıkması şart. İkincisi, ki bunu bir çok defa dile getirdim ve bir çok kişi de aynı şekilde dile getirdi, Rojava Kürdistanı sisteminin çoğulcu bir sistem olması gerekiyor. Rojava’daki bütün siyasi aktörlerin kendilerini rahat bir şekilde ifade edebilmesi, yani biraz önce bahsettiğim ihtilaflı demokrasinin içinde bulunulan zor koşullara rağmen hayata geçirilmesi, PYD dışındaki siyasi aktörlerin meşruiyetlerinin kabul edilmesi önem arz ediyor. Yani burada ikili bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Hem Rojava’nın kendi iç çoğunluğunu kabul etmesi, bu çoğunluğa yaşam olanakları sağlayabilmesi ve buna karşılık olarak da bütün Kürdistan parçalarının Rojava’ya sahiplenmesi gerekmektedir.
Kürdistan’ın 4 parçasına baktığımızda tarihsel mücadele yöntemleri olarak özgünlükler ve farklılıklar karşımıza çıkıyor. Bu anlamda sınır aşırı bir sorun olarak günümüzde kabul gören Kürt sorununun parçalar özgülünde çözüm yöntemleri nasıl olmalıdır?
Kürt sorunu 16’ıncı yüzyıldan itibaren aynı zamanda bir sınır aşırı mesele haline bürünmüştür. Bu sınır aşırılık kavramında sorun sadece coğrafi sınırlar değil. Sınırlar tarihin Kürt halkının karşısına çıkardığı bir gerçeklik. Coğrafik sınırlar haricinde şunu düşünmeliyiz; her dört parçada hakim milletin kendi hâkimiyetinden feragat etmesi sorunudur. Feragat etmek demek birliğin, eşitliğin kabul edilmesi anlamına gelmek demektir. Fars milletinin, Kürtlerle, Azerilerle, Türkmenlerle tümüyle eşit olmayı kabul etmesi demektir. Türkiye’nin tümüyle eşitlikçi ilkelere dayalı yeni bir zeminde yeniden kurulması demektir. Bunun için Türklüğün hâkimiyet iddiasından feragat etmesi gerekmektedir. Aynı şekilde Suriye ve Irak Araplarının hakimiyet mantığından feragat etmesi sağlanmalıdır. Demokrasinin temelinde de aynı zamanda bu yaklaşım vardır. Kant’ın aydınlanma felsefesinin temelinde de bu var. Kürtler bir azınlık durumunda. Neden azınlık? Çünkü hâkimiyet ilişkileri sonucunda azınlık haline getirilmiş bir toplum.
“Kürtler hakim sistemler tarafından azınlık haline getirilmiş”
Kendisini çoğunluk olarak dayatan bir hâkimiyet sistemi tarafından azınlıklıklaştırılmış, hakları ellerinden alınmış, eşitliğin dışına çıkarılmış bir toplum Kürtler. Ve her şeyden önce bu azınlık durumundan çıkarak eşit haklar temelinde kabul görmeleri gerekmektedir. Burada Kürtlerin eşitlik haklarını elde etmesi ve bu temelde kendi egemenlik haklarına kavuşması, Türkiye’nin egemenlik haklarını ihlal etme veya yok etme anlamı taşımamaktadır. Aslında egemenlik kendi iradesinden yola çıkarak bir arada yaşamayı da güce dönüştürebilen bir olgu olarak da ortaya çıkabilir. İkinci zorunluluk ise Kürtlerin sınır aşırı bir toplum, bir halk olarak varlıklarının kabul edilmesidir. Bu ille de yeni bir devlet oluşumunu gerektirmemektedir.
“Kürtler arası sınır aşırı bir meclisin oluşabilmesi mümkün olabilir ve böyle bir şey hiçbir devleti tehdit etmez”
Kürtler arası sınır aşırı bir meclisin oluşabilmesi mümkün olabilir. Böyle bir şey hiçbir devleti tehdit etmez, ama aynı zaman da Kürt halkının kendisini bölgesel bir halk olarak algılayabilmesini ve bundan yola çıkarak gelişebilmesini, kendisine bir gelecek tahayyülü belirlemesini sağlayacaktır. Bunun için de genel bir siyasi tahayyülün oluşabilmesi, kurumsallaştırılabilmesi gerekmektedir. Ama bu tahayyül içerisinde bir yıkıcılığı ya da yok ediciliği esas almamak gerekiyor. Mesela Erdoğan, Türklüğün tarihsel misyonunun bütün dünyaya hâkim olmak olduğunu açıkça dile getiriyor. Böyle bir tarihsel misyonu kendiniz açısından esas olarak görürseniz hiçbir şekilde birlikte yaşadığınız halklar için bir eşitliği asla kabul edemezsiniz. Bu misyona ulaşmak için başka halkları ezmek zorunda kalırsınız. Fakat, Marx’ın da dediği gibi; “Başka bir milleti ezen bir milletin de özgür olabilmesi mümkün değildir.” Bu anlamda mevcut Türkiye’nin ekonomik ve siyaset – mafya düzenine baktığımızda, neden özgür olamadığı açık bir şekilde görülmekte. Aynı şekilde benzer nedenlerden ötürü İran’ın neden özgür olamadığını görebiliyoruz. Hakeza Irak ve Suriye sistemlerinin neden çöktüklerini anlayabiliyoruz. Başka milletlerin özgürlüklerini kabul edemeyen milletler veya hâkimiyet sistemleri kendi milletleri için de özgürlüğü hoş göremezler. Bu açıdan işin temelinde sadece coğrafik sınırlar olmadığını, aynı zamanda militarize edilen bir sınır aşırılığının bir travma olduğunu, Enfal katliamları ya da 1991 sonrası yaşanan göçler, ya da bugünkü Maxmur kampı gibi kendi başlarına birer travma yaratan trajedilere yol açtığını da görmemiz gerekli. Bu travmaların aşılması dediğim gibi bu devletlerin milletlerinin “üstünlüğünden” sözüm ona “hâkimiyet hakkı” ya da “hâkimiyet misyonundan” feragat etmeleriyle mümkün olacaktır. Zaten bu devletler dediğimiz devletler İran haricinde hepsi Birinci Dünya Savaşı sonrasında sınırları çizilmiş devletlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye, Irak veya Suriye devletleri var olmayabilirdi. Bu devletler 1920 sonrasında belirlenen devletler. İşte buradan yola çıkarak bu hâkim devletlerin, milletlerin yöneticilerinin biraz mütevazı olmaları ve buradan yola çıkarak toplumlar arası eşitlikçi bir yaklaşımı benimsemeleri gerekiyor. Ama bu temenni veya dileklerden ne kadar uzak olduğumuz da çok açık.
Türkiye’nin son yıllarda yurtdışı askeri operasyonları nedeniyle kamuoyunda Lozan Anlaşmasının 100’üncü yılına girerken yeniden güncellemek istediği tartışılıyor. Uluslararası hukuk ve gerçeklikte böyle bir güncelleme yapılabilmesi mümkün müdür?
Erdoğan bunu birkaç kez dile getirdi. Zaten bunu dile getiren ilk kişi de Erdoğan değil. 1960’ların sonundaki 1970’lerin başındaki radikal sağ literatüre baktığımızda -Müftüoğlu olsun, Sadi Albayrak olsun, Kadri Mısırlıoğlu olsun veya Osman Turan olsun- bu literatür Türklüğün tarihsel bir misyona sahip olduğunu ve bu misyonun akamete uğradığını dile getirmekteydi. Onlara göre, Osmanlı’nın yıkılışı, Cumhuriyetin kuruluşu ve hilafetin kaldırılması bu tarihsel misyonun bir dış komplo yoluyla sekteye uğraması anlamına gelmekteydi. Ayrıca bütün bu isimlerini söylediğim insanlar ve onlarla aynı fikirlerde olanların Anti – Semitik olduklarını da unutmamak gerekiyor. Erdoğan o nedenle Lozan Anlaşması’nın güncellemesinin zorunlu olduğu dile getirdi. Böyle uluslararası bir anlaşmanın müzakere edilmesi mümkün müdür? Bunun yapabilmesi için Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın, Sovyetler Birliği’nin varisi olan Rusya’nın, Yunanistan’ın bu müzakereyi kabul etmesi gerekiyor. Erdoğan’ın hayali bu olabilir, ama gerçeklikte bunun gerçekleşmesi bana göre çok çok zor bir durum. Erdoğan bunun yanı sıra Türkiye ekonomisinin 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisinden birisi olacağını da ilân etti ama şu anki realiyete baktığımızda böylesi bir hedef belki de 2071’de gerçekleşebilir. Bu açıdan 2071 çok önemli. O nedenle Erdoğan toplumu 2071’in dostları ve 2071’in düşmanları diye kutuplara ayırmakta. Neden 2071? 2071 Malazgirt. 2071 Türklüğün tarihsel misyonunun başladığı bir an. Bu nedenle Erdoğan açısından 2071’de Türklüğün tarihsel misyonunun, yeni bir imparatorluk sürecinin başlaması gerekiyor. Buna dünya koşulları el verir mi? Bulgarlar bunu kabul eder mi? Sırplar bunu kabul eder mi? Yunanlılar kabul eder mi? Ya da Araplar kabul eder mi? Bu konuda pek emin değilim.
Kürtlerin ulusal düzeyde varlıklarını oluşturabilmeleri için biraz önce bir meclis örneğini verdiniz. Dünyada buna benzer örnekler var mı? Aynı şekilde Kürtler gibi parçalı bir halk özgünlüğünde bu şekilde gelişmiş yapılar var mı? Ya da Kürtler ortak bir konsensüs içinde ulusal bir tutum nasıl geliştirebilirler?
Avrupa’da var yakın örnekler. Mesela Almanya, Fransa, İsviçre üçgeninde bahsettiğimiz şekilde olmazsa bile sınır aşırı mekanizmalar var. İskandinavya’da yaşayan Samilerin hakeza sınır aşırı bir mekanizmaları var. Yani kanımca Kürtler açısından da böyle bir yöntem kesinlikle düşünülebilir. Hatta bunun için kalkıp devletlerden izin almaya da gerek yok. Yani Avrupa’da da bir Kürt meclisi kurulabilir. Bu meclisin ilk etapta bir tesiri olmazsa bile böyle bir şey rahatlıkla düşünülebilir. Kaldı ki söz konusu olan sadece siyasi merciler değil. Mesela Kürt akademileri kurulabilir. Bugün Irak Kürdistanı’nda bir yığın Türkiyeli, İranlı Kürt hoca ders vermekte. Paris’teki Kürt Enstitüsü sınır aşırı bir enstitüdür. Sadece bir ülkeden gelenlerin faal olduğu bir Enstitü değil. Sanıyorum resmi bir boyuta sahip olan bir kuruma varmadan değişik platformlar düşünülebilir. Yani bir Kürt akademisinin, sanat merkezinin kurulması gibi. Mesela son on yılda Avrupa’nın birçok yerinde ve İstanbul’da da Kürt Sinema Haftaları gerçekleşiyor. Bir Kürt Sinema Haftası sınırların aşılması demek. Sınırların ekranda aşılması, yani Kürtlüğün kendisini ekranlardan yola çıkarak sınırların dışına taşırması demek. Ve unutulmamalıdır ki Kürt sineması başladığında yani 1980’lerin sonu 1990’ların başlarında ilk filmlerin hepsi sınırlarla ilgili filmlerdi. Ve sınırların aşılmasını dile getiren filmlerdi. Mesela “Sarhoş atlar zamanı” sınırları aşan bir filmdi. “Beko için bir kelam” yine sınırların aşılmasını dile getirmekteydiler.
Sürekli olarak Kürt aydınlarının kendilerini sağlam konumlandıramadıkları eleştirileri var. Bahsettiğiniz bütün bu konular bütünlüklü ele alındığında Kürt aydınlarına ne görevler düşüyor?
Benim bu konuda da pek bir söyleme durumum söz konusu olamaz. Ama sanırsam Kürt aydınları açısından en önemli şey Kürt kamuoyu ile sağlıklı bir ilişki geliştirmek olabilir. Yaşadığımız dünyada özellikle Ortadoğu’da aydınlar giderek toplumdan kopan bir elit haline gelmekte. Bu nedenle Kürt kamuoyuyla, toplumuyla yeni bir tür ilişki geliştirilmesi aynı şekilde Kürt toplumuna kulak verilmesi çok önemli. Ve Kürt toplumunu dinlediğimiz zaman büyük ihtimalle bize çok daha farklı sesler gelecektir. Kürtler içerisinde bir çoğunluk var ve bu çoğunluğun kabul edilmesi gerekli, ama bunun zoraki bir şekilde olmaması gerekiyor. Meşru bir çoğunluk hatta bir zenginlik kaynağı olan çoğunluk olarak kabul edilmesi gerekmekte. Ayrıca sadece Kürt aydınları içerisinde değil, Ortadoğu’daki bütün aydın ve entellektüeller için gerekli olan şeyin eleştirel bir bakış açısının gelişmesi gerekiyor. Örneğin Kürtlerin kendi tarihlerini eleştirel bir perspektiften okuması, 1970’lerde, 80’lerde neler oldu? 1980’lerdeki yaşanan iç çatışmalar engellenebilir miydi? Değişik platformlarda işbirlikleri oluşabilir miydi? Bu soruların sorması gerekli. Kaldı ki bu soruların hem tarihsel hem vicdani boyutları bulunmakta. İşte buradan yola çıkarak eleştirel okumaların yapılması gerekiyor. Tabi bu konuda sadece aydınlara değil herkese görev ve sorumluluklar düşüyor. Yani aydın dediğimiz zaman sanki bir misyon sahibi katman akla geliyor, ama bence aydınların özel bir misyonu yok.
Kürdistan Bölgesi’nin statüsü diğer parçalar açısından rol model olabilir mi? Buna bağlı olarak Kürdistan Bölgesi diğer parçalar için nasıl bir rol oynayabilir?
Kürdistan Bölgesi 2000’li yıllarda diğer parçalar için bir rol model olarak öne çıkmaktaydı. Ama kuşkusuz Kürdistan Bölgesi açısından da en önemli sorun ayakta kalabilme sorunuydu. Bu ayakta kalabilme o kadar kolay olmadı ve gelecekte de yeni tehditler, yeni tehlikeler ortaya çıkabilir. 2017’de bunu çok açık bir şekilde gördük. Türkiye ve İran 2017’de Kerkük meselesinde tam bir ittifak geliştirdiler. Kürdistan Bölgesi’ndeki Kürtler maalesef Türkiye’ye çok güvendiler fakat 2017’de bu güvenin ne kadar yanıltıcı olduğunu gördüler. Bunun yanı sıra geçmiş 30 yılın da bir muhasebesinin yapılması gerekli diye düşünüyorum. Özellikle Kürdistan Bölgesi’nde bir iç entegrasyon sağlanabildi mi? Aynı şekilde Kürdistan Bölgesi’nde gençliğin entegrasyonu sağlanabildi mi? Siyasi hedefler belirlenebildi mi? Çoğullaşa bilindi mi? Aynı şekilde, yolsuzluk sorunu çözüle bilindi mi? Gerekli ekonomik yatırımlar yapılabildi mi? Örneğin 2000’li yıllarda Kürdistan Bölgesi açısından şu örnekler temelinde bazı eleştiriler yapıyorduk; Kürdistan Bölgesi’nin yumurtayı İran’dan, yoğurdu Türkiye’den alması mantıklı bir şey midir? Kürdistan Bölgesi’nin orta ölçekli bir ziraat endüstrisi kurması zorunlu değil midir? Bütün bu sorunların çekinilmeden tartışılması gerekiyor. Şunu da hatırlatmalıyım, Kürdistan Bölgesi gibi bir yerin milli bir kütüphanesinin olmaması kendi başına bir sorun ve bu sorun 20 yıldır çözülemedi. Bu nedenle de Kürdistan Bölgesi’nde yaşanılan tecrübelerin hem savunulması hem de eleştirel bir dille belirtilmesi gerekiyor. Burada savunulması şart çünkü bu savunma olmadan Kürdistan Bölgesi’nin ayakta kalabilmesi çok zor. Yine bu savunma Kürdistan Bölgesi’nin dünya sistemi içerisinde diplomatik olarak yer alabilmesi için gerekli. Ama dediğim gibi son 30 yılda neler yapıldı, neler yapılamadı, neler eksik kaldı, ekonomi alanında ne gelişmeler yaşandı, kültürel anlamda ne etkinlikler geliştirildi vs. bütün bunların tartışılması gerekiyor. Belki de bunlar tartışılamadığı için 20 yıl önce bir model olan Kürdistan Bölgesi bugün Kürdistan’ın tümünde bir model olarak tartışılmamakta.
Kürtler şu an bütünlüklü bir fotoğraf veremiyor. Oldukça dağınık ve parçalı duruyorlar. Bunun Kürtlere kaybettirdiği bir gerçek. Mesud Barzani hem Kürtler hem de uluslararası resmiyette kabul gören bir Kürt lider. Abdullah Öcalan’da Kürt halkı içerisinde önemli bir karşılık buluyor. Ancak Abdullah Öcalan şu an İmralı’da tutuklu, buna rağmen Mesut Barzani ve Abdullah Öcalan başta olmak üzere Kürt liderler rollerini oynayıp halkımız açısından bu durumu olumluya çevirebilirler mi?
Kürdistan’ın liderlerine kalkıp tavsiyelerde bulunmak haddimi aşmak olur. Fakat bu liderlerin de olup bitenlerin ne kadar vahim ve tehlikeli olduğunun farkında olduklarını biliyorum. Sanıyorum liderlerin ötesinde iki katmana daha ihtiyaç var. Bunlardan birisi geniş tabiriyle siyasi elitlerdir. Bu bahsettiğim siyasi elitler sadece lider düzeyinde olan elitler değil. Örneğin Şaklava’daki bir belediye başkanı da siyasi elitler arasındadır veya Koy Sancak’taki bir emniyet müdürü de bu siyasi elitlerin bir parçasıdır. Yani bu elitleri çoğul olarak düşünmek gerekiyor. İkincisi şu; Barzani ve Öcalan’ın ötesinde Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Leyla Zana gibi sesler toplumun vicdanını dile getirebilen sesler olarak ortaya çıkabilirler. Kürt toplumu olarak bizim de bu vicdani seslere ihtiyacımız var. Elbette bu vicdani sesler sadece siyasi konuma sahip olanlardan gelen sesler değildir. Hatta, bazı konumlarda siyasi konuma sahip olmayanlardan gelen vicdani sesler bazen çok daha faydalı olabilir. Yani burada da çoğulculuğu düşünmek gerekiyor. Bunun için de sadece liderleri düşünmemek gerekiyor.