Referanduma Karşı Çıkmak…

Mehmet Gül

Güney Kürdistan’da gündeme gelen Bağımsızlık Referandumu konusunda Kürt siyaset cenahının iki ana grupta toplandığını söyleyebiliriz. Bu kesimlerden biri kayıtsız şartsız Referandumdan yana tutum alıyor, diğeri ise oldukça tartışmalı gerekçeler ileri sürerek utangaç bir şekilde Referandumu reddediyor.

Elbette ki genel geçir mutlak bir tutumdan söz etmek mümkün değildir; şartlara bağlı olarak Bağımsızlık ya da bunu amaçlayan referanduma taraftar olmak nasıl mutlak değilse peşinen karşı çıkmak da mutlak değildir.

Kimi Kürtlerde söz konusu olan ve burada tartışma konusu yaptığımız tutum, içinde bulunulan tarihsel ve toplumsal koşullara aldırmadan, anlaşılır ve ikna edici sebepler de ortaya koymadan, konuyla alakalı olmayan ancak sudan sayılabilecek gerekçelerle ama esas itibariyle kategorik olarak ‘devlete’ ve ‘bağımsızlık referandumuna’ karşı olmalarıdır.  Anlaşılması güç olan da budur.

İki ayrı şeyi karıştırmak

Öyle görünüyor ki sorun, aslında birbirinden bütünüyle ayrı olan ama bir bütünmüş gibi ele alınan iki ayrı süreci birlikte ele almaktan kaynaklanıyor.

Birincisi, demokratik bir hak olan referandum talebidir ki buna, önceden belirlenmiş ve tarafları bağlayan bir hüküm varsa fakat bu hüküm bir biçimde cari olmaktan çıkmış ya da şartlar tarafından aslında bağlayıcı olmaktan çıkmış ise reddetmek mümkün değildir. Hatta bağlayıcı hükümler olsa dahi, taraflardan biri durumu yeniden belirlemek için bu hakkın tahakkukunu talep edebilir ve belli bir düzeyde siyasal katılım sağladıktan sonra halkın görüşünü öğrenmek için referanduma gidebilir. Dünyada genel kabul görmüş standartlar açısından bunda hiçbir mahsur yoktur.

İkincisi ise, bu referandum neticesinde talep edilen hak konusunda siyasal tutumdur ki, bu konuda her kes aynı tavrı takınmak zorunda değildir. Referandum sürecinde herkes tarafından bağlayıcı olan referandum anında takınılacak tutum değil, halkın oyunun anlaşılması için gerekli olan imkanın yaratılmasıdır. Referandum anında evet veya hayır demek bir haktır fakat bu hakkın kullanılması için gerekli olan ortamın sağlanması demek olan referanduma karşı çıkmak hak değil, tam tersine bir hakkın gaspıdır. Bizim koşullarda ‘özel’ olan, geleceğine dair söz söyleme hakkına muhtaç olan taraftan bir kesimin bu hakkın kullanılmasına karşı olmasıdır!

Örneklere baktığımız zaman bunu rahatlıkla anlayabiliriz. İskoçya İngiltere’den ayrılmak için referanduma gitti, neticede birlikte kalmak yönünde karar oluştu. Aynı şeyi Quebec ile Kanada için de söyleyebiliriz. Bir başka örnek Çekya ile Slovakya’dır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Fakat durum şudur: ayrılma hakkının oylanması için gerekli olan referanduma hiçbir devlet karşı çıkmamıştır fakat referandum anında her bir siyasal oluşum, kendi amaçları ile uyumlu bir tutum takınmış ve sonuç herkes bakımından bağlayıcı olmuştur.

Anlaşılması zor gerekçeler

Sorunu bu düzeyde tartışmak gerekirken kimi çevreler, belli bir siyasal kesimin mevcut durumunu gerekçe yaparak referanduma karşı çıkmaktadırlar. Bunlara göre ‘’artık halktan destek bulmayan KDP ve Barzani, siyasal hesaplar nedeniyle bağımsızlık referandumuna başvurmaktadır’’. Bu iddiaya, mevcut durumda oldukça yaygın olan yönetsel sorunlar eklenmekte ve KDP ile Barzani’nin “suç”ları sıralanarak bütün bir halkın geleceğini ilgilendiren referandum gibi tarihsel bir adımın atılmaması gerektiğine vesile yapılmaktadır.

Dahası var: bütün bu konuyla alakası olmayan iddiaları yeterli görmeyen bazı çevreler, bağımsızlık referandumunun TC gibi egemen devletler tarafından planlandığını öne sürmektedirler! Bunlara göre bu adım, şu andaki kazanımları yerle bir edecek yeni saldırıların bahanesi yapılacak. İlginç olan bu tehditin esas itibariyle egemen devletler tarafından dile getirilmesidir.

Bağımsızlık referandumunu ‘’Türkiye‘nin projesi’’ olarak tanımlamak, Perinçek, İran  ve diğer bazı çevrelerin bunu ‘’ABD ve İsrail’in projesi” olarak lanse etmesinin bir başka versiyonudur. İkisinin de ortak korkusu, hem referandum sonucunda tecelli edecek demokratik irade hem de ortaya çıkacak yüksek ‘’Evet’’in genel olarak yaratacağı olası sonuçlardır.

Gerçek inşa için ara kategorileri kaldırmak lazım

Hepimiz biliyoruz ki Güney Kürdistan’ın şu andaki hali ‘araf’ durumudur; iki tarafa da evrilebilir. Ya buradan daha ileri bir adım atarız ve yeni ama gerçekten zorlu bir süreci başlatırız ya da eldeki kazanımların yaratılan abluka ve belirsizlikte gittikçe zarar göreceği bir sürece sürükleniriz.

Genel olarak KDP ve Barzani ile özdeşleştirilen Bağımsızlık Referandumu aslında tam da artık sürdürülemez bir durumun ileriye doğru aşılması için gündeme gelen riskli ve zorlu bir sürecin başlangıcıdır. Gerçeğe bakılırsa, mevcut durum ne olursa olsun, sadece KDP ve Barzani’nin değil, tüm Kürdistan halkının geleceği, Bağımsız Kürdistan ihtimali ile birleşmiştir. Bu durumun sürmesi herkes için ciddi bir risk ve mutlak bir gerileme demektir. Güney’in ayakta kalması, kendi varlığını koruması büyük oranda Bağımsız Kürdistan’ın kuruluş sürecinin başlamasıyla mümkündür. Çünkü şu anda eğer Kürdistan halkı Goran’ın dediği gibi Bağdat’a dönerse biter.

Bu ‘bitiş’ siyasal düzeyle sınırlı kalmaz; oradan başlamak üzere tüm kazanımlara iner ve nihayetinde bir ülke ve millet olarak bir halktan söz edilemez.

Mevcut durumda ‘ne yapalım?’ sorusunun karşılığı ‘Bağdat’a dönelim’ olamaz çünkü Bağdat diye bütün ‘Irak’ı temsil eden bir irade yok. Uluslararası ilişkilerde bu tip devletlere ‘false state-başarısız devlet’ denir ve o devletin yönetimi altında olan halklara ‘kendi kaderini tayin hakkı’ doğar. Bu fiili durum dahi, 25 Eylül’de yapılacak olan Bağımsızlık Referandumu’nu meşru ve haklı kılmaya yeter.

Güney Kürdistan’da çözülmesi zorunlu ekonomik, siyasi, idari, askeri vb. birçok sorunun olduğu açıktır. Bu sorunların çözülmesi için de tüm partilerin ortak sorumluluk yüklenmesiyle mümkündür.

Ne acı ki Bağımsızlık Referandumu’na ‘’önce iç sorunlar çözülsün, sonra referanduma gidilsin’’ diyerek  itiraz eden çevreler, Güney’in  yaşadığı tüm sorunları  sadece KDP’ye mal etme eğilimindedirler. Sorunların temel müsebibinin Bağdat ve Kürtlerin özgürlüğüne karşı olan devletlerin siyaseti olduğunu hiçbir zaman unutmamak lazım.

Kuşkusuz bu durum Kürt partilerinin sütten çıkmış ak kaşık olduklarının kanıtı olamaz. Gerçek durum hepimizin malumu. Kabul etmeliyiz ki Güney Kürdistan 26 Yıldır KDP-YNK koalisyonuyla yönetiliyor; 2009 yılında kuruluncaya kadar Goran’ın da YNK’nin bir parçası ve ortağı olduğu dikkate alınırsa, sorunların tek bir partiye mal edilemeyeceği açıktır. Mevcut Hükümet’in de KDP, YNK, Goran, Komela İslami ve Yekgirtu İslam ve diğer bazı partilerin Koalisyonu olduğu da unutulmamaldır. Demek oluyor ki bu “günah” hepimizin!

Çıkar yol

Bu nedenle, Referanduma karşı çıkanların öne sürdükleri birtakım gerekçelerin meşru olduğunu söylemek oldukça güçtür. Bir takım iç sorunların olması ayrı bunlara dayanarak referanduma karşı çıkmak ayrı bir konudur. Birincisi, egemenlerden olduğu gibi iç sorunlardan kurtulmanın yolu da gerçek anlamda uluslararası hukuka dayalı ulusal bir devlet kurmak için çalışmaktan geçer. Bunun başlangıcı da referandumdan çıkacak olan Bağımsızlık eğilimidir. Bu eğilimin oluşması ve bu doğrultuda yeni bir devletin kurulması için yürütülecek her türlü mücadele meşru ve yerindedir. Mevcut durumdaki bütün ‘eğri’ duruşları doğrultmanın yolu da buradan geçer. Bilmeliyiz ki mevcut durum, aslında eleştiri konusu yapılan güçlerin istedikleri gibi hareket etmeleri için bulunmaz bir nimettir. Buna son vermenin, Kürt halkının genel çıkarları adına bir devlet kurmanın yolu da Bağımsızlık Referandumu’nun gerçekleşmesi ve yüksek oranda ‘evet’ oyunun temin edilmesinden geçmektedir.

İkincisi ise, dünya ölçeğinde yapılmış hiçbir referandum, bağımsızlık isteyen tarafın nitelikleri ile söz konusu edilmemiştir; söz konusu olan yönetilenin yönetenden memnun olmaması ve kendi geleceği adına yönetsel idareyi üstlenmesidir. Literatür incelendiğinde bu durum açıkça görülür fakat en çarpıcı örnek, Referanduma itiraz edenler tarafından örnek alınan, ‘dünya proletaryasının siyasal öncüsü’ Lenin’in gerek Finlandiya gerekse Afgan Kralına ilişkin tutumudur. İster burjuva olsun isterse feodal, söz konusu olan kendi kaderini tayin hakkı ise, asla ve asla negatif bir faktör oluşturmaz. ABD’nin ‘barışçıl’ yollarla dünya pazarlarına girmesi için ‘açık kapı’ siyaseti çerçevesinde ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkını’ savunan Wilson’a kulak asmayabiliriz fakat ‘Finlandiya’yı burjuvaziye teslim etmek’le suçlanan Lenin’in yoldaşlarına verdiği cevabı hatırlamak, herkes için yeniden düşünmenin vesilesi olabilir. Bu arada hatırlatmakta yarar var: kimi dostların kurulacak devlette ‘özgür ve demokratik’ bir karakter araması da kendi kaderini tayin hakkının şartı olamaz.
25.07.2017