Rohat Alakom: Türkçülüğün Esasları’na karşılık Kürtçülüğün esasları yazılmalıydı!

.

Söyleşi / İbrahim Halil Baran

Kurdistan 24

Ziya Gökalp’in Büyük Çilesi Kürtler (Fırat Yayınları, 1992) adlı kitabınızın önsözünde Kürt tarih yazımında ona sahip çıkılması gerektiğini belirtiyorsunuz. Diğer taraftan bugün Kürtlerin fazlasıyla muzdarip olduğu Türkçü mefkûrenin sacayaklarından biri bizzat Gökalp’in düşünceleri. Bunu nasıl yorumlarsınız? Kürtler neden ona sahip çıksın?

Benim bu kitapta asıl dile getirmek istediğim nokta Kürtlerin Ziya Gökalp konusuna sahip çıkmaları gereğidir. Benim Ziya Gökalp’in düşüncelerine sahip çıktığım zaten düşünülemez. Kürt çevrelerinin, Kürtlüğünü inkâr eden birisine, yani saf değiştirip Türk ulusçuluğu üzerine yoğunlaşan Ziya Gökalp’e çok kızgın olduklarını gözlemledim ki Kürtlerin bu duygusal tepkilerini kısmen anlıyorum. Ama benim için onun düşünsel dünyasındaki çelişkiler, tezat ve çıkmazlar, kitap ve özellikle bir dizi dergide Kürtlere ilişkin olarak ileri sürdüğü görüşleri ve bu konuda üzerine anlatılanlar daha önemli idi. Bunlara dayanarak görüşlerimi yazılı olarak dile getirdim. Çünkü söyledikleri, savunduğu düşünce ve tezler bir ulusun varlığını ve geleceğini tehdit ediyordu. Bu da yetmezmiş gibi Gökalp’in bu düşünceleri devletin de desteğiyle tüm ülkede hızlı bir biçimde yayılıyordu. Türkçülük ilk kez Ziya Gökalp tarafından görünür bir hale getirildi. Bu konu Kürtler arasında ciddi bir biçimde ele alınıp mahkûm edilmeliydi. Ama bu suskunluk çeşitli nedenlerle 1960’lı yıllara kadar sürdü. Kısacası Ziya Gökalp konusu Kürtlerin gündemine bir türlü gelip tartışılmadı. Bir iki yerde belki kişi olarak sadece kınanmış, ayıplanmıştır.

Alakom'un kitabı

Celadet Alî Bedirxan, Ziya Gökalp için “Türkçülüğün en büyük peygamberi’’ diyor. Kürt aydınlanmasının peygamberlerinden biri kabul edilen Bedirxan’ın bu tanımlamasına rağmen, bugün artık yeni okumalar, yeni bilgiler ışığında Ziya Gökalp’in fikirlerinden Kürt aydınlanması için yararlanabilir miyiz, nasıl?

Ziya Gökalp sadece Kürt toplumunu incelememiş, bir yandan da Kürtlerin geleceği konusuna da odaklanmış, kafa yormuştur. Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı çalışması başlangıçta bilindiği gibi yeni Türkiye’de izlenecek Kürt politikası için resmi bir rapor olarak hazırlandı. Bu konuda Ziya Gökalp’in görüşlerine başvuruldu, çünkü bu çevrelerde Kürtler konusunda fazla birikimi olan ikinci bir kişi bilinmiyordu. Bu bakımdan Kürt sorunu var olduğu sürece veya Kürtlerin geleceğini tartışırken Ziya Gökalp konusu hep önemli olmuştur. Onun temel düşüncesi olan Kürtlerin asimile edilip Türkleştirilmesi çabalarını bu yüzden bilmekte çok yarar vardır. Kürt karşıtı görüşlerin veya son yıllarda Kürt aydınlarının dillendirdiği anti-kürdoloji alanında yer alan çevrelerin bayraktarlığını zamanında yapmış olan Ziya Gökalp’in incelenip araştırılması bence önemlidir. İşin tuhaf yanı onun Kürtler arasından çıkmış olmasıdır. Türk ulusçuluğunun babası olma misyonunu yerine getirmiş, üstelik daha çok katkı sunmaya hazır olduğu bir sırada erken ölmüştür. O fiziken ölmüş ama düşünceleri yeni Türkiye’nin Türkleştirilmesi alanında her zaman geçerli olmuş, yeni kuşağı Türkiye’de etkilemeye devam etmiştir. Kürt Ziya’nın biraz da tuhaf çıkışıyla vefatından bir yıl önce Türkçülüğün Esasları (1923) adıyla yayımladığı Türkçülük manifestosu maalesef Kürtler tarafından sistemli bir eleştiri konusu olmadı. Kürt cephesi onun görüşlerine karşı bir Kürtçülük manifestosu olarak Kürtçülüğün Esasları biçiminde bir sistem kazandırabilirlerdi. Bu tartışmalardan çok olumlu sonuçlar da çıkabilirdi ama bu olmadı.

Ziya Gökalp’ın hayatı göz önüne alındığında bir kimlik bunalımı yaşadığı aşikâr. Kimisi bunu henüz 18 yaşındayken başarısız intihar girişimine bağlıyor oysa günümüz Türkiye’sinde onun gibi milyonlarca Kürt var. Hatta merkez Kürt siyasetinin Gökalp’in düşüncelerine yaklaştığı görülüyor son yıllarda. Soğuktan donanı buz ile ovarlarmış. Bir asırdır süren bu bunalımın kurtuluş reçetesi yine Ziya Gökalp’in fikirleriyle hazırlanabilir mi?

Ziya Gökalp, Kürtlerden kurtulmanın tek yolunun Kürt dili ve kültürünü ortadan kaldırarak Türklerle kaynaşmasından geçtiğini belirtir. Bunu İstimlal (milliyetini kaybetme) adlı makalesinde ayrıntılarıyla açıklar: “İki dine mensup iki millet yan yana yaşadıkları zaman bunlardan biri diğerini bel (asimile) ve temsil eder”. Daha sonra şunları söyler: “Temsil, bir milletin lisanını ortadan kaldırarak, kendi lisanını ona kabul ettirmek suretiyle tecelli eder”. Bu tehlikeden kurtulmanın tek yolu yine Ziya Gökalp’in bu makalesinde saklıdır. O da Kürtlerin tarihte yoğun olarak hedef alındıkları asimilasyon çabalarına karşı geliştirecekleri mücadele ile mümkündür. Tarihten öğrenebileceğimiz veya çıkarabileceğimiz birçok ders bulunuyor. Osmanlı İmparatorluğu yıllarında hasta adam olarak tanımlanan ülke 20. yüzyıl başlarında parçalanarak tarihten silindi. Yerine bu yıllarda Türkiye adında yeni bir ülke kuruldu. Bu zor dönemde Türkiye’nin fikirsel anlamda baba rolünü oynayabilecek bir lidere büyük bir gereksinimi vardı. İşte Ziya Gökalp böyle bir ortamda ortaya çıktı. Türkçe yazıları, coşturucu şiirleri halk tarafından sevilir duruma geldi. Bir kurtarıcı olarak görüldü. Türkçülük akımının kurucusu olarak uzan yıllar etkisini gösterdi. Türkçülüğün temellerini atarak ölümünden sonra bile sesini duyurdu. Onun düşünceleri 1930’lu yılların başında bizzat Mustafa Kemal himayesinde ortaya atılan Güneş-Dil Teorisi gibi ırkçı düşüncelerin yayılmasına büyük bir zemin hazırladı ve asimilasyon etkinliklerine hız kazandırdı.

Ankara’da da çalışmış olan İsrail tarihçisi Uriel Heyd (1913-1968) Ziya Gökalp üzerine kaleme aldığı bir çalışmasında benzer görüşler ileri sürer: “Gökalp’in çok sayıdaki Kürt azınlıkla ilgili tutumu ise açık değildir. Kürtlerin yoğun olduğu bir bölgede yetişen bir kişiden doğal olarak bekleneceği gibi, iki Müslüman ulus, Kürtler ve Türklerin barış ve uyum içinde yaşamasını umut etmiştir. Ancak, Kürtlere kültürel özerklik verilmesini açıkça önermemesinden, bunların Türkler arasında eritilmelerini öngördüğü sonucu çıkabilir” (Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, 1979, s.154). Ziya Gökalp’in ölümünden sonra kurulan Türk Tarih Kurumu (1931) ve Türk Dil Kurumu (1932) gibi kurumlar uzun yıllar Kürt varlığını yok sayarak bu alanda tutucu bir yayın politikası yürüttüler. Bu tür etkinlikler daha sonraları da devam eder. 1961 yılında kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü özellikle 1980’li yıllarda Kürtlerin varlığını inkar eden, onları Türk gösteren bir dizi kitabın hazırlanıp bedava olarak dağıtımını yapan büyük projenin öncülüğünü yaptı. Bu kitaplardan oluşan bir paket benim İsveç’teki adresime de gönderildi. Sözde bilim adamları tarafından hazırlanan bu kitaplar Erivan’a da gönderilmiş, burada yayımlanan Kürtçe bir gazete olan Rêya Teze’de bu kitaplar üzerine “Kürtler ve Kürt Sorunu Hakkındaki Türk Tarihyazımı” başlıklı uzun bir eleştiri yazısı çıkmıştır (Meri Koçar, Terîqazanîa Tirka derheqa Kurda û pirsa Kurdda, Rêya Teze, 10-7-1985). Koçar yazısının sonunda: “...Bize gönderdiğiniz tüm şeyler bilim olmaktan uzaktır” der.

Ziya Gökalp daha sonraları hemşerisi olan tarihçi bir Kürt tarafından yaşatılmaya devam edilir. Diyarbakır tarihini araştıran Şevket Beysanoğlu (1920-2003) arta kalan zamanını Ziya Gökalp’e ayırır. Şevket Beysanoğlu, Ziya Gökalp’in kültürel mirasına sahip çıkarak 1974 yılında Ziya Gökalp Derneği adında bir dernek kurar. Dernek 1974-1991 yılları arasında düzenli olarak Ziya Gökalp Dergisi’ni çıkarır. Derginin yazı işleri müdürlüğünü de yürüten Beysanoğlu yıllar geçtikten sonra Gökalp’in Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı çalışmasını Gökalp’in Kürtlere değinen 7 makalesiyle birlikte basıma hazırlar (Sosyal Yayınlar, 1992).

Kendi Kürtlüğünü inkâr etmesine rağmen Kürt milletinin varlığını, etnik farklılığını inkâr etmiyor Ziya Gökalp. Fakat Türkçülük üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti neredeyse bir asır boyunca Kürtleri inkâr ve imha siyaseti izledi. Gökalp Kürtçe üzerine çalışıyor, Kürt aşiretleri üzerine tetkikler yapıyor ve klasik Kürt edebiyatından Kürtlerin sosyolojik varlıkları üzerine de kendi devri açısından çok önemli tespitler yapıyor. Belki bunu Türkçülük fikrinin içinde Kürtleri eritmek için yapıyor bir noktadan sonra ama ortaya bir sürü şey koyuyor. Belki de Enver Paşa’nın kadrosu kabul edildiği için Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine bulunduğu görevlerden azlediliyor; ama kendisine 1923’te tekrar görev veriliyor. Tam bu arada Türkçülüğün Esasları’nı yayımlıyor ve bir yıl geçmeden ölüyor. Üstelik II. Mahmut Türbesi Haziresi’ne gömülüyor. Devlet adamlarının gömüldüğü bir yere. Ziya Gökalp’in ömrü cumhuriyet sonrası Kürt isyanlarını görmeye yetmedi. Şayet yaşasaydı nerede dururdu?

1924 yılında vefat eden Ziya Gökalp’in memleketi Diyarbakır ve yöresi, Cumhuriyet dönemindeki ilk Kürt hareketinin kızıştığı bir mekân olarak bilinir. Eğer yaşamış olsa idi Şeyh Sait İsyanı (1925), ardından baş gösteren Ağrı (1930) ve Dersim İsyanı (1937) sırasında Ziya Gökalp’in yapacağı hiçbir şey yoktur, kesinlikle bu isyanlara karşı çıkardı. Ziya Gökalp, Şeyh Sait İsyanı’ndan üç yıl önce yayımlanan bir makalesinde aynen şöyle der: “Filhakika Meşrutiyet’ten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir rahatsızlığa uğramadı.” (Türklerle Kürtler, Küçük Mecmua, nr I, 1922). Eğer Ziya bir 15 yıl daha yaşamış olsa idi, özellikle bu başkaldırıların final kesiminde kendine sanırım büyük görevler düşecekti. Kürtlerin batıya sürgünü, en etkin bir biçimde asimile edilmeleriyle sorunun çözümü konusunda fikir üretebilecek kişilerin başında yer alacak, belki de bu görüşleri birer Ziya Gökalp Raporu halinde tarihe geçmiş olacaktı. Ziya Gökalp sağlığında üzerinde en çok durduğu tespit “Kürtlerin Türkleşmesi ve Türklerin Kürtleşmesi” tespitidir. Bu tespitin ikinci dilimine dair yani Türklerin Kürtleşmesi olgusuna dayanarak yeni bir çalışma içine girebilirdi. Çünkü o büyük bir Kürt kitlesinin aslında Türk olduğunu, zamanla Kürtleşerek kendinden koptuğunu ileri sürmüştür. Dolayısıyla Kürt unsurunun Türk olduğu tezini kapsamlı bir biçimde piyasaya sürerek daha tehlikeli bir konuma gelebilirdi. Zaten Ziya Gökalp öldükten sonra bu düşüncesi bir biçimde 1930'lı yılların başında geliştirilen Güneş-Dil Teorisi tezleriyle yaşatılmaya çalışılır. Türkiye’de yaratılan tutucu ve temelsiz dil ve tarih tezleriyle daha sonra bilindiği gibi Kürtlerin varlığı uzun yıllar yasal ve polisiye önlemlerle Türkiye ve Kürdistan’da inkar edilir. Uzun yıllar Türkiye’de kalan ve Türkçeyi çok iyi bilen İsveç kökenli Türkolog Johannes Kolmodin bu teorinin 17. Yüzyılda yaşayan hemşerisi Olof Rudbeck’in (1630-1702) düşüncesi ile benzerlikler oluşturduğunu belirtir. Olof Rudbeck de İsveç dili ve kültürünün önemini abartarak göklere çıkarır, tüm diğer dil ve kültürlerin temelini oluşturduğunu söyler. Kolmodin bu nedenle Türkiye’deki bu yeni durumu Türk Rudbeckizmi olarak adlandırır ve bu adla bir makale de yayımlar (Johannes Kolmodin, Turkisk Rudbeckianism, Svenska Dagbladet, 7/8 1930).

Osmalı’dan bakiye olarak cumhuriyetin ilk yıllarında Kürdistan demek normal bir şey. 1941 yılında yapılan Coğrafya Kongresi’ne kadar Kürdistan, Doğu ve Güneydoğu Anadolu değildir. Nutuk’ta Mustafa Kemal bile Kürdistan deyip durur. Oysa Gökalp, Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakları o yıllarda bile “Cenub Vilayetlerimiz” olarak tanımlıyor. Bu tanımlamayı nereden yapıyor Ziya Gökalp, ona göre tam olarak neresidir Kürtlerin vatanı, Türklerin vatanı? Yahut vatan dediği şey içerisinde Kürdistan nereye düşüyor?

Ziya Gökalp Kürdistan sözcüğünü pek kullanmaz, yazdıkları metinlerde iki yerde geçer. Anlam yüklü bir sözcük olduğu için de sanırım kullanmaktan bilinçli olarak çekinmiştir. Yerine bazen Cenup vilayetleri bazen de Şark ve Cenup Vilayetleri ifadelerini kullanır, tıpkı günümüzde kullanılan Doğu ve Güneydoğu Bölgesi gibi.

Ziya Gökalp’in dönemin Kürt aydınları Saidê Kurdî, Mele Ehmedê Xasî, Abdullah Cevdet ile sık sık buluşup tartıştığı biliniyor. Gökalp, Xasî ve Nursî, Diyarbekir’de Ulu Camii önünde tütün sarıp içiyorlar. Gökalp, Kızıl Elma’yı yazdığında Nursi ona çok öfkeleniyor ve hatta İstanbul’da onu ziyaret ediyor. Gökalp pek yüz vermiyor ve Nursi onu tariz etmek maksadıyla “Bir kelle soğanı bin kızıl elmaya değişmem” diyor. Gökalp’in Türk elması ile Nursi’nin Kürt soğanı iki ayrı ucu temsil ediyor. İkisi birlikte yenilince ishal yapıyor. O sıralarda son 400 yıldır herkesin şemsiyesi olan imparatorluk çatırdıyor. Gökalp’in Diyarbekir’de Milli İbrahim Paşa’yla kavgası biliniyor. İstanbul’da ve Diyarbekir’de canlı bir Kürt aydın sınıfı ve yoğun tartışmalar, çalışmalar, çatışmalar var.  Bu dönemde Kürtlerle ilişkisi nedir Gökalp’in? Mesela Diyarbekir’den hemşerileri Cemilpaşazadeler ile bir bağlantısı var mı ya da Bedîrxaniler ile?

Kürt ulusçuluğunun tam da geliştiği bir sırada ortaya çıkan Ziya Gökalp, Kürdistan üzerine başlayan tartışmalar, yapılan örgütlenmeler, kurulan dernekler ve uluslararası arenalarda süren görüşmelere pek değinmez. Örneğin yazılarında Sevr, Şerif Paşa, Kürt-Ermeni ilişkilerine fazla dokunmaz. Geldiği yörenin penceresinden sorunlara bakmış, tespitlerinde Diyarbakır, Mardin ve Urfa yöresinden örnekler vererek bazı konuları açıklamaya çalışmıştır. 20. Yüzyıl başlarında sesini duyuran Kürt aktörleriyle ilişkilerini tamamen koparan Ziya Göklap bu alanda süren yoğun tartışmalara katılmaktan kesinlikle kaçınmıştır. Bedîrxaniler, Cemilpaşazadeler gibi tanınmış Kürt ailelerden gelen kişilerle ilişkileri bu nedenle söz konusu olmamıştır. Zaten sağlığı ve mizacı kitabımda da belirttiğim gibi onun çatışma ortamları ve fikirlerine katılmasını engeller.

Kimi kaynaklar Ziya Gökalp’in 1924’te son günlerini yalnız geçirdiğini, bir köşeye çekildiğini yazıyor. Türklük üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin onda yarattığı hayal kırıklığının bir nişanesi olarak okuyabilir miyiz bu yalnızlığı? Yeni Türkçü cumhuriyet ile eskiden beri Türkçü olan Gökalp’in buluştuğu ya da ayrıştığı yerler neler?

Ziya Gökalp’in yaşamında ve düşüncelerinde iniş-çıkışlar gelgitler fazladır, düşüncelerinde tam bir tutarlılık göremeyiz: Ziya Ziya’ya karşı. Türkiye’de yaşanılanlar örneğin Ermeni soykırımı konusu veya Kürt istemlerinin yanıtsız bırakılması gibi büyük sorunlar kişi olarak onu fazla etkilemez. O, bu sorunların siyasal yanından ziyade kültürel yanına daha fazla önem vermiştir. Diyarbakır’ı canlı bir etnografya müzesine benzetir, bu alanda bir müze kurmak için çaba harcar. Düşüncelerini Diyarbakır gibi politik alanda kaynayan bir merkezde pratiğe dökerken karşılaştığı zorluklar ve sıkıntılar kesinlikle kendisini etkilemiş ve bu nedenle bir suçluluk duygusuna kapıldığını da tahmin edebiliriz. Ziya Gökalp kendini Türk olarak his eder ve öyle kabul eder. Ama Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte yaşama geçirilen Kürtlerin Türk olduğunu tezini benimsemez, karşı çıkar. O ırk kavramına daha fazla kültürel bir olgu olarak bakar.

Bir araştırmacı olarak, Ziya Gökalp’in Mutkili Xelîl Xeyalî ile birlikte hazırladığı kayıp Kürtçe gramerin, daha doğrusu yakıldığı iddia edilen Kürtçe gramerin, bir gün bir arşivden çıkacağına dair bir umudunuz, öngörünüz var mı? Bir de Kürtçe sözlüğünden bahsediliyor. Nedir bunların gerçekliği?

Jîn dergisinin yazı kadrosunu oluşturan bazı yazarlar veya Kadri Cemil Paşa ve Musa Anter’in söylediklerine baktığımızda Ziya Gökalp’in Kürt dili ve edebiyatı, Kürtlerin sosyolojik ve etnografik yapısı üzerine incelemeler yaptığını görüyoruz. Ziya Gökalp’in kardeşi M. Nihat Gökalp anılarının, 1900’de Diyarbakır’a Sürgüne Gelen Ziya Bey’in Çevreyi Tanımak İçin Kürtleri ve Dillerini Tetkiki başlıklı bölümünde şunları aktarır: “Kürt ağalarından ve Beylerinden birkaçı birgün dayım Arif Bey’in selamlığında toplanmışlardı. Ziya Bey’le orada idik.… Mecliste hazır bulunanlar hep Kürtçe anlıyorduk. Fakat Ziya Bey’in Kürtçesinin pek fasih ve güzel bir şive ile olduğunu biz anlamıyorduk. Kürt beyleri, bilhassa Seyfeddin Paşa büyük bir zevk ve heyecanla dinliyor ve memnuniyetini, teşekküratını beyan ediyordu. Bunun üzerine, mahalli ikameti olan Hazro kasabasına dönünce, kendisine, henüz elde etmediği Kürt asari gayrimatbuasından filan filanları da göndereceğini (ki ilahi, gazel, mesnevi ve manzum çocuk sözlüğünden ibaret basit nesnelerdir) vaad etti ve bilahare gönderdi.” (Ziya Gökalp Dergisi, sayı 6, s.168). 1922 yılında hazırladığı ve uzun yıllar geçtikten sonra değişik baskıları yapılan Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı temel çalışması ve Kürtlere değinen bir düzine makalesi ve Hamidiye Alayları üzerine yazdığı manzum Şaki İbrahim Destanı onun Kürtlere nasıl odaklandığının birer işareti sayılabilir. Başlangıçta dört nüshası olan Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı çalışmasının bir örneğini Atatürk’e göndermiştir.

Eğer sizin sorunuza gelecek olursak diyebilirim ki araştırma ve inceleme ortamlarında insan her zaman beklenmedik sürprizlerle karşılaşabilir. Bu görüş Ziya Gökalp’in diğer Kürt çalışmaları için de geçerlidir. Örneğin bu söyleşiyi hazırladığım sırada Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı kaynağın daktilo ile yazılmış 60 sayfalık bir örneğinin Türk Tarih Kurumu arşivinde bulunduğunu öğrendim. Kütüphane kayıtlarına göre bu nüsha 1 Ekim 1959 tarihinde Urfa’da Kürt aydını ve milletvekili Avukat Kemal Badıllı tarafından daktilo edilmiş ve Prof. Hilmi Akın tarafından 1976 yılında Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi’ne hediye edilmiş. Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı bu çalışmayı 1992 yılında kitap olarak yayımlayan Şevket Beysanoğu kitabın Eser Hakkında Birkaç Söz adlı giriş bölümünde bu çalışmanın üçüncü nüshasını kendine dostu Kemal Badıllı’nın armağan ettiğini belirtir. Öyle görülüyor ki Ziya Gökalp’in bu çalışmasından ilk kez haberdar olan ve bir nüshasını ele geçiren Kürtlerden birisi Avukat Kemal Badıllı’dır.

2

Halide Edip Adıvar anılarında Ziya Gökalp’in gençliğinde Kürt dili ve grameri üzerine çalıştığını ve bu durumun da onun bazı çevrelerce bir Kürt milliyetçisi olarak tanınmasına yol açtığını belirtiyor. Onu Kürt milliyetçisi olarak gören bir çevre var mıydı gerçekten ya da bugün Türkçülüğün babası olarak görülse bile günümüzde hala onu Kürtçü Ziya olarak gören birileri var mı?

Ziya Gökalp’in gençliğinde Kürt aydını Halil Hayali ile birlikte Kürtçe dili ve grameri üzerine çalıştığı sırada Kürtler arasında bir Kürt milliyetçisi olarak tanındığını tahmin edebiliriz. Ama günümüzde Ziya Gökalp’in bir Kürt milliyetçisi olduğunu ileri süren kişilerin olduğunu söyleyemem. İlginç bir nokta da şudur, günümüzde veya yakın bir geçmişte Ziya Gökalp’in Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adlı çalışması adeta istenmeyen bir eser olarak kabul edilmiş, uzun yıllar resmi ve yarı-resmi çevrelerce kitap olarak basımı uygun görülmemiştir. Tüm eserleri Türkiye’de defalarca yayınlanmasına rağmen bu kitap basılmamıştır çünkü bu kaynağın Kürt ulusçuluğuna hizmet edebileceği endişesi bu çevreler arasında hep var olmuştur. Durum böyleyken bu kitap ilk kez 1975 yılında bir Kürt yayınevi olan Komal Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanır.

Balkan Savaşları, Osmanlı tarihinin doğal akışını başka bir mecraya taşıyor ve bir taraftan devlet Türkçüleşip sertleşirken diğer taraftan imparatorluğun bağlaşıkları olan milletler de kendi kaderlerine yoğunlaşıyorlar. Bu durum Kürtler arasında da çeşitli tartışmalar yaratıyor. Kürt aydınlarının fazlasıyla bocaladığı bu dönemde Osmanlı aydınları ülkeyi kurtarmanın derdine düşüyorlar. Sözgelimi Nursi, Mehmet Akif Ersoy ile birlikte Darul Hikmetil İslamiye’de bunu yapmaya çalışıyor. Babanzâde Ahmed Naim yine öyle. Milliyetçi Kürt örgütlerinin aktif isimlerinden biri olan Abdullah Cevdet aslında Türk modernizminin babalarından biri ama Cumhuriyet kurulunca ömür boyu devlet hizmetinden men cezası alıyor. Beri yandan Celadet ve Kamiran Bedirxan kardeşler 1913’te daha 20’li yaşlardayken kaleme aldıkları Edirne Sukûtunun İç Yüzü adlı kitapta birer Osmanlıcı olarak arzı endam ediyorlar. 1925’te asılan Seyid Abdülkadir de öyle. Sebilürreşad çevresindeki Kürtler de öyle.  Bu isimleri çoğaltmak mümkün. Osmanlıcılık-Ümmetçilik-Türkçülük üçgeninde bir kurtuluş durumu var ama bunların içinde Kürtlük ve Kürdistan yok. Gökalp’in savrulmasını döneminin bir arızası olarak görebilir miyiz?

20. Yüzyıl başlarında özellikle İstanbul ve Avrupa’nın bazı başkent veya büyük merkezlerinde bulunan Kürt aydınlarının düşünce dünyasını etkileyen bir dizi akımdan söz edebiliriz. Diğer yandan bazı Kürtlerin kişi olarak çıkarları, duyguları ve ülkedeki dengeler de kendilerini büyük ölçüde etkiler. Her ulus içinde olduğu gibi Kürtler arasında da değişik katmanlar, çıkar grupları ve farklı simalar bulunuyordu. Bunları bir çatı alında toplamanın güçlükleri Kürtler arasında da yaşanmıştır. Şerif Paşa örneğini ele alacak olursak 1919-1920 yıllarında Kürt temsilcisi olarak görevinden niçin çekildiğini daha kolay anlamış oluruz. Bir yandan Kürt Teali Cemiyeti içindeki farklılaşmalar, bir yandan kendini protesto eden ve belli çevrelerce yabancı ülkelerin temsilcilerine gönderilen veya Osmanlı tarafından göndertilen telgraflar var. Şerif Paşa’nın Kürtlerin ve büyük bir soykırımdan geçen, yaralarını sarmakla uğraşan Ermenilerin çıkarlarını bu hassas dönemde uzlaştırmaya çalışması stratejisi kendisine yönelik baskıları artırmış, ayrılıklar yaratmıştır. Böyle bir kaotik durumda sizin de belirttiğiniz gibi farklı etkenler insanların farklı cephelerde yer almasını doğurmuştur. Ziya Gökalp ve Kürtler arasındaki ilişkiler bir bakıma kişi ve toplumun karşılıklı etkileşiminin bir yansıması olarak tezahür etmiştir. Ziya Gökalp’in etkilediği insanlar, katmanlar kesinlikle olmuştur, hatta Türk ulusunu tümüyle de etkilemeye başlamıştır. Diğer yandan Kürtler arasındaki kendine yönelik kızgınlıklar ve eleştiriler arttığında o da bunlardan etkilenmiş hatta bu durum sağlığını bozmuş, kırk sekiz yaşında erken bir dönemde ölmesine bile neden olmuştur.

Ziya Gökalp'in kitapları

Ziya Gökalp’ın Kürt milliyetçiliğine en yakın düşüncesi ne olmuştur, günümüz Kürt milliyetçileri bunu nasıl değerlendirmelidir? Ya da onun Türkler için öğütlediği şeyleri Kürt milliyetçileri kendilerine uyarlayabilirler mi?

Ziya Gökalp kendini bir Türk olarak kabul edip Türkçülüğe bir sistem ve yeni bir yorum kazandırırken Kürtlerin ayrı bir halk ve dillerinin ayrı bir dil grubuna mensup olduğunu öne sürer. Eğer daha fazla yaşamış olsa idi 1930’lu yıllarda piyasaya sürülen Güneş-Dil Teorisi ile Kürtlerin varlığını yok sayan, onları Türk kabul eden safsatalara ve bilim dışı görüşlere böylece belki de karşı çıkardı. Atatürk tarafından da desteklenen bu görüş sayesinde devlet Kürtleri asimile etmeye başlamıştır. 1938’de Mustafa Kemal ölür. İbrahim Necmi Dilmen, Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi derslerine son verir.  Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında "Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi" diye yanıtlar.

Yazının kaynağına buradan ulaşabilirsiniz

Kurdistan Haberleri

Nüfus sayımında ikinci gün: 'Kerkük'te Kürtlerin katılımı umut verici'
AYM'den "pasaport" kararı
Rusya'nın güncellenmiş nükleer doktrini ne anlama geliyor?
Şam’ın artık güvenli bir sığınak olmadığı İran bağlantılı liderlerin bir sonraki hedefleri neresi?
Ukrayna ilk kez ATACMS füzeleriyle Rusya'yı vurdu: ABD kullanım izni vermişti