Şahap Eraslan
Cezayirli için Fransızca ‘failin dili’dir, çünkü zalimlikleri yapanların dilidir. Kürtlere de Kürtçeyi, Türkçe yasaklıyorlar. Böylelikle Türkçe yasakçı 'fail dil' oluyor.
Dille ilk tanışma ana rahminde oluyor. Dünyadaki ilk sesler ananın hamilelik döneminde yaşadığı ‘kültürel yurtta’ (yani ananın konuştuğu dilde) duyuluyor. Annenin sesi, sesindeki melodi, konuşma ritmi, ses tonu… Ana karnındaki bebek için anne bir ‘kişi’ değil, sadece muğlak bir sestir. Yani insanın ilk objesi (anne) sestir, bir tınıdır ve bu ses ve tını bir dildedir (Türkler için Türkçe Almanlar için de Almanca). ‘Anadilinizi unutun, Türkçe öğrenin’ dayatması bir insanın ana karnındaki durumuna bile müdahaledir. Ana karnında bebek konuşulanları muğlak bir biçimde duyar ve dille, ana(nın) diliyle tanışıklık rahimde başlar. Doğan bebek anneyi ana karnında tanıştığı, kendisine güven veren tanıdık sesle rahatlar.
Doğum öncesi tanıdık ses onun temel güven duygusunun oluşmasına katkıda bulunur. Temel Güven Duygusu (Urvertrauen) Erik H. Erikson’un geliştirdiği bir kavramdır. Bebeğin ana karnında tüm gereksinimleri göbek bağı üzerinden anne tarafından giderilir ve bebek anne karnında sıvı içinde yaşar. Doğduğunda bebek ilk nefesle dünyadaki yaşamına başlar. İşte bu doğum bebek için her şeyin yeni olduğu zor bir ortamdır. Sudan çıkarak karada/yeryüzünde yaşamaya başlar.
İşte her şey yeni, yabancı ve ilktir. Nefes almak, yemek, içmek ve sıçmak… Bu ‘ilk’ler ve zor bir doğum sonrası içinde doğduğu yeni ortam bebekte o dönemler korku olduğunu dahi bilmediği garip ürkütücü bir ruh hali yaratır. Erikson annenin çocuğu bağrına basarak (ana karnındaki sıcaklığa yakın bir sıcaklığı bebeğe verir. Bu sarılma, sarmalama ilişkideki ilk sıcaklıktır. Bu sıcaklığa ananın o tandık sesi de refakat eder. Anadilin sıcaklığı bu kucaklamalarda, sarılmalarda, bağra basmalarda oluşur ve hafızaya kazılır), kucaklayarak (çocuk bu sarılmada ana karnında duyduğu ananın kalp atışlarını da duyar ve bu ona çok tanıdık gelir) ve seslenerek (ana karnında duyduğu tanıdık sestir bu) ve bebeğin gereksinimlerini gidererek korkmaması gerektiğini, bebeğin güvencede olduğu duygusu verir. Gereksinimlerinin çocuk tanıdık biri tarafından (karnında büyüdüğü anne) giderildiğini gören çocuk güven duymaya başlar. Dünyanın (o döneler çocuk için dünya annedir) güvenilir bir yer olduğu duygusunu (temek güven duygusu) edinir. Yani dünyaya güven anne/ananın sesiyle başlar…
Dilin kreşi anne karnı ve ilk okulu anne kucağıdır, anneyle bakışmaların ayna gibi kullanılması ve bebeğin bu ayna fonksiyonu üzerinden kendini tanıması da aynı dönemde gerçekleşir. Bakışmalara, dokunuşlara karışır ana dili… Bebek anneyle duygusal bir bağ kurarken, dille de duygusal derin bir ilişki kurar. Annenin hareketleri ve onunla konuşurken oluşan ritim üzerinden de tanışır dille. Dili, anneyi ve ana dilini, annesinin kendisiyle konuşurken algıladığı sıcaklık üzerinden sever. Her bebek anne ve onun dili üzerinden kendi olur. ‘Kendi’ ve ‘ben’ dediğimiz şeyler annenin adlandırmasıyla olur.
Bir bebek acıktığı için ağladığında acıktığının bilincinde değildir, sadece keyifsizdir. Acıktığı için, midesinin sinyallerini anlamlandıramadığı için keyifsizdir. Ağlayarak bu keyifsizliği dillendirir. İşte anne çocuğuna yaklaşırken, “Ay benim kızım/oğlum acıkmış mı?” diyerek çocuğun durumunu, halini, duygusunu adlandırarak çocuğun ‘kendi’sini tanımasını sağlar. Bebek uyandığında uyanma hailini anlamadığı bir gariplik olarak yaşar. Anne çocuğa ‘benim güzelim uyanmış mı’ derken garipliği gariplik olmaktan çıkarır ve adını koyar. Almanlar kendi dillerinde, Kürtler de kendi dillerinde bunu yaparlar. Yani her insan insanla, dünyayla, canlılarla, hatta kendisiyle bile ananın dilinde karşılaşır.
Böylece çocuk ‘ben’ ve ‘kendilik’ sistemini oluşturur. İşte bu dili yasaklamak o insanın anasıyla, kültürüyle, kurduğu dünyayla bağını koparmaktır. Temel güven duygusunda sorun olan insanlar paranoyak, kuşkucu ve çevrelerine düşmanca davranırlar. Anadile saldırı temel güven duygusuna saldırıdır ve bu saldıranların temel güven duygularıyla ciddi sorunları olduğunu, patolojik bir boyutu da göz önünde bulundurmak gerek. Devletin bazı şeylere hakkı olmadığını ve hatta gücünün yetmeyeceğini kavraması gerek. Anadile saldırı sadece acı ve zulüm üretir. Çünkü dille kişi kendi’ni savunur… Dile saldırı anneye, temel güven duygusuna saldırı, insan olmanın temeline saldırıdır. Dile saldırı en ağır insanlık suçudur ve dile saldıranlar suçludur, faildir.
Anadile saldırı sıradan bir mesele değildir. Resmi dil tartışmasının çok ötelerinde bir yerde durur… Anadil ananın ninnisidir. Anadil annenin duasıdır… Anadil haksızlıkta bedduadır… Anadil yıldız kaymasında ananın tuttuğu dilektir. Kızgınlıkta bir küfür, sevdalanınca o dilden seçilmiş en sıcak sözcüktür. Görülen rüyada ve kurulan hayaldedir anadil. İnsanın sevinç çığlığı, yenilgisi ve ölüm… Anadil bir ağıttır…
ANA DİL DE ASLINDA YABANCI BİR DİLDİR…
Her doğan bebek ana dilini kendi dışındaki ‘ben olmayan’ birinden, yani anneden öğrenir; bu bağlamda ana dili aslında yabancı bir dildir. Anne bebeğin dışında biri yani yabancı, eldir… Doğduğumuzda annenin sesi ve konuştuğu dil, ana rahminde duyduğumuz ve alıştığımız bir dildir aynı zamanda. Böylelikle tanıdık bir yanı da vardır. Bebek, anne kendisinin dilini öğrenmeden annenin dilini öğrenmez. Yani anne önce bebekçe öğrenir. Anne bebeğin farklı ağlamalarını deşifre ederek, az sayıdaki iletişim araçlarını tercüme edip anlamlandırarak onun dilini öğrenir ve iletişimine yanıtlar verir.
Daha sonra ise bebek ve anne aktif olarak annenin dilini öğrenmeye başlarlar. Anne bebeğin dilini öğrenirken onun dilini kendi diline tercüme ederek bebeğe ana dilini öğretir. Örneğin bebeğin ağlamasını duyduğunda onu kendi diline tercüme ederken, “Benim canım kızım/oğlum acıkmış mı?” derken, işte tam da bu anlattığım şeyi yapar. Bunu da genelde bebek dilinde, yani sesini yumuşatarak, bebeğin korkmayacağı biçime dönüştürerek, konuşma ritmini yavaşlatarak, sözcükleri tane tane söyleyerek, ses tonuna duygusallık, sıcaklık ve yumuşaklık katarak yapar.
Dilsiz (ahraz, lâl) anne/babalar çocuklarının dilsel gelişiminde bir eksiklik oluşmaması için çocuklarına televizyon izleterek dilsel gelişimini sağlamak istiyorlar. Bu çabaya rağmen çocuğun dilsel gelişiminde sıkıntılar oluyor. Nedeni dilin interaktif öğrenilmesi ve dil öğreniminin anılarla ve duygularla ilişkili olması. Dil öğrenirken bazı sözcüklerin hayatımızda duygusal bir karşılığı, bir anısı var. Bağlanma, bağ kurma, dünyayı tanıma ve anlama dil üzerinden gerçekleşiyor. Dil öğrenimi sırasında beklenen o ilk sözcük ve bu sözcüğe coşku ve sevinç. İlk ‘anne’ ya da ‘baba’ya verilen duygusal tepki. Yani dil ve insanın dille ilişkisi duygusal bir ilişki de. Dil öğrenirken insan bireysel tarihini de yazıyor bir anlamda.
Psikanalizde ana dilinin öğrenilmemesi/öğretilmemesi konusunda çok çarpıcı sembolik bir söylem var: Bulgar kökenli edebiyat bilimci ve psikanalist Julia Kristeva, öğrenilen yabancı dilde bir “anne katli” olduğunu söyler. Yazar Emine Sevgi Özdamar’ın dil öğrenmeyle ilgili önemli bir tespiti vardır: Öğrenilen ikinci dilde (baba dili) “çocukluğun olmadığını” söyler. Eğitim için öğrendiğimiz, okulda öğretilen dilin çocukluğu ve buna bağlı duygulanımları yoktur. ‘Anne’ demeyi bir Türk çocuğu küçük yaşta, duygusal bir boyutla, çok çeşitli yaşanmışlıklar ve deneyimlerle öğrenir. Daha sonra Almanca öğrendiği ‘Mutter’ kelimesi de anne anlamına gelir ama başka bir açıdan bakılınca bu kelime, çocukluk deneyimlerinin eksikliğinden ötürü duygusal bir fakirliği de içerir. Sözcükleri teknik olarak öğrenirsiniz ve sözcüklerde derin duygular sınırlıdır... Okulda Türkçe öğrenen bir Kürt çocuğunun öğrendiği Türkçe'de ilk çocukluk yıllarının duygusal deneyimleri yoktur. Kürt çocuğun Türkçesinde bebeklik, çocukluk eksiktir. Bebekliği, çocukluğu yaşanmamış sözcükler… Umarım bu yazdıklarımı anlamayı denersiniz (özellikle de terapistler/psikanalistler).
Gelişmek, psikoanalitik anlamda özdeşleşerek, anne ve babaya ait duyguları, davranışları, bilinci ve bilinçötesini içselleştirmemiz, kendimize eklememiz demektir aynı zamanda. Asimile olmuş bir anne/baba kendi kültürünü değersiz bularak başka bir kültüre (bazen zorla) yakınlaşır. Çocuk açısından bakarsak, çocuk da kendisini, kendi dilini ve kültürünü aşağılayan, asimile olduğu kültürü değerli/yüce bulan anneyle özdeşleşerek kendi içine alıyor. Kültürel kimliğimizdeki güvensizlik biraz da bu konuyla ilişkili olabilir.
Asimile olurken anne-babalarımızın negatif, kendilerinde aşağıladıkları yanlarını da içselleştirdik, kendi bilinç ötemizin bir parçasına dönüştürdük. Uyumu biz tek yönlü gibi düşünsek de aslında iki taraflıdır. Azınlıklar baskın kültüre ayak uydurmaya çalışırken çoğunluk da kendisini uyuma hazır hale getirirken dönüşür. Uyum da bir taraf sadece diğer tarafa uyuyorsa uyan taraf kendini kültür/dil hiyerarşisinde altta, zayıf hissedecektir. Bu anlattıklarım bilinç düzeyinde olmadığından, kendi kültürel ve ulusal kimliğimizdeki gölgenin farkına da varamıyoruz. Dillerin yok edilmesi, gelecek kuşaklarda kimlik güvensizliğine dönüşebiliyor. Tatar, Laz ve Gürcü kökenlilerin kendilerine her gün yeniden Türklük kanıtlama gerekliliği belki de bu yüzden…
KOLONYAL KÜLTÜR FAİL KÜLTÜRÜ
Kolonyalizm… Dil meselesi acı ama komik de bir şey. Fransızlar Cezayir’i işgal ettiklerinde "dilimizi öğrenin, sizi anlamak ve size anlatmak istiyoruz" demişler. Cezayirliler ne istiyor, onu sorma gereği de duymamışlar. Eşitsizlikler, güç ilişkileri böyledir genelde. Yani gittikleri ülkede gücü elinde tutan bir azınlık Arapça öğrenmek yerine yerli halkı Fransızca öğrenmeye zorlamış. Bir Cezayirli için Fransızca ‘failin dili’dir, çünkü zulüm yapanların dilidir. Aşağılandığı, horlandığı, yabani ve ilkel sayıldığı dildir. Bağımsızlık savaşı sonrası bazı Cezayirliler Fransa’ ya gitmiş, bir kez daha Fransızlar ‘bizim ülkemizde Fransızca konuşmak zorundasınız’ demişler. Aynı Hikâye İngilizler ile Hintliler arasında olmuş. Hintliler hem kendi ülkelerinde hem de İngiltere’de İngilizce öğrenmek zorunda kalmışlar. Tabii hikâye Kürtler ile Türklerde aynı değil. Ama kurduğumuz hayalde ‘dilimi konuş seninle anlaşalım’ bazen çok acı ama gülünç de olabiliyor.
Fail dili’yle bir halka bir dilde yapılan zulmü kastediyorum. Mesela Fransızların Cezayirlilere yaptığını…
Kürtler zorunlu eğitimle Türkçe öğrenmeye zorlanıyorlar. Türkçe bir öneri bir teklif değil bir zorlama… Türkler için de zorunlu eğitim var ve Türk çocuklar da Türkçe eğitim görüyorlar. Türk çocuğu da bir Kürt çocuğu gibi eğitimde benzer zorluklar yaşıyor. Ama bir Türk çocuğu kültürel yurdunda, yani anasından öğrendiği, sosyalleştiği, duygulandığı dilde eğitim görüyor. Kürtler için durum başka… Baba dilinde eğitim görüyorlar ve bu bir dayatma. Bazı bilim insanları okul eğitimi dilini ‘baba dili’ olarak adlandırırlar. Anadan iletişim dilini ve okulda da baba dilini öğrenirler.
Almanya’da bazı iki kültürlü aileler çocuklarını doğumdan sonra iki dilli büyütüyorlar. Ananın ve babanın dili eşit ve aynı önemde çocuğa öğretiliyor. Umarım biz de Kürtçeyle böyle bir ilişkiye yöneliriz... Bir Kürt derslerle birlikte Türkçe de öğrenmek durumunda. Eğitim sisteminde yaşanan şiddet Kürt çocuğu için daha da çok olabiliyor çünkü yabancı dilde anlama ve anlatma zorlukları da devreye giriyor… Okul bir Kürt için okulda ‘dilsel yeniden doğum’. Yani yeni doğmuş bir bebek gibi yabancı bir dili öğreniyor. Anne/baba demeyi yeniden yabancı dilde (Türkçe) öğreniyor. Bu mecburi regresyon travmatik etkiler bırakabiliyor. Kısacası bir Kürt için işler ders bilgisinden daha zor. İşte bu öğretimde Kürt’ün hayatına giren Türkçe çoğu kez çatık kaşlı ve sevecen değil… Bu durumda Kürt çocuğu Türkçeyle ilişkisini travmatik de yaşayabiliyor. Dil öğreniminde bir mağduriyet oluşabiliyor. Mağdur varsa fail de var.
Devlet ve kurumları ve halk da iki dili Türkçe ve Kürtçeyi eşit ve aynı değerde görmüyor. Bu dilin ve kültürün aşağılanması demek. Yani yeryüzünde değerli ve değersiz diller var. İşte bu hiyerarşiyi de kendini değerli bulan yani gücü elinde bulunduranlar belirliyor. Bir Kürt çocuk okula gittiğinde bu sistemin aşağılamasıyla dolaylı/dolaysız karşılaşıyor. Diller hiyerarşisi var ve Kürtçe bu hiyerarşide değersiz hatta zararlı bir dil. Altı yaşındaki çocuğun kendi dilinin değersizliğini yaşaması. Aynı okul sistemi ama okulda çocukların özdeğer, özgüven sistemlerini oluşturması gerektiğinden söz ediyor. Ama dilini, anasını (ana dili değersizse ve anne de değersiz bir dili vardır) değersiz sayan bir sistemde özdeğer geliştirmek.
TÜRKÇEYE AŞK İLANI
Türkçeyle ilişki sadece olumsuz değil. Zorunlu eğitimde ‘zorla’ öğretilen Türkçe bir Kürt’te duygusal derin olumlu izler bırakabiliyor galiba. Anadili Kürtçe olan yazarların/sanatçıların Türkçede başarılı yapıtları bu durumla da ilgili. Okulda Türkçe öğrenen Kürt dünyaya Türkçe açılıyor… Ferid Edgü’nün O’su… Romandaki öğretmenin Kürt çocuklarına dünyayı Türkçe öğretme çabası. Kürt çocuğu da bir dönem sonra dünyasını Türkçe kurabiliyor. Hele okulda şefkatle öğrenilmişse bu dil… Denizi, dağları, kuşları, tarlaları, çiçekleri, böcekleri, rüzgârı, yıldızları Türkçe ‘de tanıyor. Oyunları Türkçe oynuyor, arkadaşıyla, sevgilisiyle Türkçe bağ kuruyor… Sevgisini, dostluğunu Türkçe de dile getiriyor. Dünyayı, sevgiyi, dostluğu, arzuyu, mutluluğu Türkçe de yaşayan bu Kürtler Türkçeyle duygusal yoğun pozitif ilişki de kuruyorlar. Türkçe de anlayan anlaşan insanların bu dile derin bağlanmaları… Bu kaçınılmaz.
İşte bu insanların uyum gösterme becerisini takdir etmek, onların kendi dillerinde de coşku yaşamalarına izin vermeyenler Kürtlere Kürtçeyi Türkçe yasaklıyorlar. Türkçe yasakçı fail dil oluyor. Bu pozitif olana saldırının adıdır fail dili. İnsanlar eğlence, düğün yapıyorlar. Yasaklama, engelleme Türkçe. Ve Türkler… Devlet… Irkçı insan düşmanı yüzünü gösteriyor… Fail dili… Psikanalist Julia Kristeva bir yazısında her yeni dil öğrenmede bir ana katliamı var yazdı. Anadil yasağıyla sembolik olarak ananın katli.
Bir zulmün etkisi nasıl artırılır? İnsanların eğlencesi, düğünü var. Keyifliler. Eğlenceler düşmanlıktan çok insanların pozitif duyguları yoğun yaşadıkları etkinlikler. Bir türkü söylüyorlar. Hep birlikte, yüksek sesle… İnsanın aralarında olmak, onlara katılmak isteği kabarıyor bir an. Halaya duruyorlar, mendil sallıyorlar. Türkçe dalıyorlar bu insanların arasına, silahlarla, polislerle, kelepçelerle… Şok etmek, aşağılamak… Türkçe yaşanıyor. Sevgilisine sosyal medyadan biraz önce Türkçe Nazım şiiri okuyan genç Nazım’ın dilinde tutuklanıyor. Türkçe kirletiliyor.
Yabancı ülkedeyiz… Günlerdir yabancılık yaşıyorum. Tanıdık bir tında sözcükler duyuyorum. Türkçe’nin her dil gibi kendisine özgü melodisi var. Ses tonlaması, gırtlak kullanımı var. Türkçeyi konuşurken Türkçeye göre nefes almak diye bir şey var. İşte bu tanıdık, ritim, bu soluklanma… Camus’u, Sartre’yi, Brecht’i tanıdığım dil… Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın dili, türkülerin dili… Yaban ellerde çok değerli bir şeye, yani Türkçeye yeniden kavuşmanın sonsuz mutluluğu.
Her dilde dostla, tanıdıkla (anadilinle) karşılaşma güzeldir. Her dilin kendi rengi var. İşte bu yaban ellerde ‘merhaba’nın tadı başka. Türkçe ‘merhaba’ başka dillerin merhabalarından daha değerli ve güzel değil. Bana sıcak ve bana çok yakın. Benim en güzel merhabam Türkçe merhaba. Bir Alman veya Kürt de kendi dilindeki merhabayı sıcak buluyordur ve iyi ki böyle. Benim merhabam onların merhabasından üstün değil. İşte ırkçılıkta bana göre en temel ayrım burada. Irkçılar 'kendi' olanı yüceltiyorlar. Irkçı olmayanlar ise bu yücelmeyi değil de bireysel yakınlığı gösteriyorlar. Bana en sıcak ve yakın olan bu ‘merhaba’… Ben Türküm ve Türkçe. Bu kültürde kendimi evimde ve iyi hissediyorum.
Ama bu hissim bu kültürü ve dili öteki dillerden ve kültürlerden değerli yapmaz asla. Bir Kürt’le de ortak duygularım, yakınlığım da onun da kendisini Kürtçe de aynı/benzer hissetmesi. Bu düşmalıklar… ‘Görüşmecim yeşil soğan göndermiş’i kirletiyorlar… ‘Sen denize sırtını dönen dağlı’yı kirletiyorlar… ‘Tut ellerimi bebek’i kirletiyorlar… Her dilin sevgiyi anlatan sözcükleri var ve o dili konuşan insanlara da bu sözcükler kuşkusuz çok güzeldir. Hiçbir dile çevrilemeyen ‘canım’ı kirletip fail dili yapıyorlar. İnsanlar âşık oluyor. İnsanlar sadece âşık olmuyor insanlar bir dilde âşık oluyorlar. Ve insanlar aşklarını âşık oldukları dilde yaşıyorlar. İşte aşkı, âşık olmaları kirletiyorlar. Kürtler Kürtçe âşık oluyorlardır ve Kürt gibi aşklarını yaşıyorlardır. İşte bu aşka saldırıyorlar.
Hiçbir dil kötü, pis, değersiz değildir. Ama bazı dilleri o dili konuşanlar kirletebiliyorlar. İnsanın kendi diline (Türkçe) başka bir dil üzerinden (Kürtçe) saldırısıdır/düşmalığıdır. Bir Almana Almanca, bir Kürt'e Kürtçe. Ve benim için Türkçe bir tutku, bir sevda… Bu nedenle kirletilmesi çok acıtıyor… Öfke, düşmanlık kör etmiş. Sevgilisinin gözlerine bakarak Ahmet Kaya’nın türküsünü Türkçe söyleyenler aşk yaşadıkları bir dile düşman olmayı başaramazlar. Keşke tüm okullarda Kürtçe de Türkler için seçmeli öğrenebilecekleri bir dil olsa. Bana "Kimse gitmez. Herkes İngilizce ister" hikâyesi anlatmayın. Burada mesele bir dili değerli kılmak, saygın bulmak.
Bir arkadaşımızın cenaze törenindeyiz. Orada insanın ciğerini dağlayan ağıtları biraz anlama çabamızın değerli olduğunu dil üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Kürtçe şarkılar söyleyemediğimizden, halaylar çekemediğimizden bu düşmanlık. Ve bu düşmanlığın çeşitli ve insanın içini parçalayan hikayeleri de var. Askerde Türkçe bilmediği için Türkçenin soğuk yüzünü yaşayanlar. Faşist Cunta dönemleri çocuklarına Kürtçe seslenemeyen mahkûm annelerinin seslerini ciğerlerine, içlerine akıtmaları… Boğazlarında kendi dillerinde ‘canım yavrum’ düğümleri… Kendilerine köy meydanlarında Kürtçe bok yedirilmesi… Kürtçeye düşmanlık görünen aslında Türkçeyi fail dili yaptığından Türkçe düşmanlığı… Türkçe başka çerçevede, durumda daha başka… Sevdanın da dili… Fail dilinde söylemiş şair: Selâmın geçiyor besbelli/yeşerdi telgraf direkleri… Çeşitli ülkelerde Türkçe sözcüklerle karşılaşmanın sevinci… Mesela ‘yoğurt’… Sevgili Hulki Aktunç bir toplantıda sevinçle, keyifle ve gururla anlatmıştı: Kiç (kitsch) sözcüğü galiba Türkçe kıç sözcüğünden alınma… İnsanın konuştuğu dille gururlanması… Konuştuğu dilin bazı sözcüklerinin başka dilleri etkilemesi, başka dillere karışması. İnsanın kendi sözcükleriyle başa/yabancı bir dilde karşılaşması. İşte bu gururu başkalarına yasaklamak faillik…
FAİL DİLİ
Daha önce de belirttiğim gibi bir Cezayirli için Fransızca ‘failin dili’dir, çünkü zalimlikleri yapanların dilidir. Kişinin aşağılandığı, horlandığı, yabani ve ilkel sayıldığı dildir. Failin kullandığı dil. Taciz ettiği çocuğa ‘gel sana şeker vereceğim’ denildiğinde kullanılan cümleler… Bu çok masum, başka kontekstlere olumlu olan bu dil tacizcinin ‘fail dili’ olabiliyor… İşkencede ‘konuş lan’, ‘bacın da elimizde’… ‘Duvarları kan boyalı/Diyarbakır zindanları’nın dili. [1] Buna karşın Nazım’ın şiir yazdığı dil… Yaşar Kemal’in Küp Gölü’nü olağanüstü anlattığı dil… ‘Fail dili’ failin travma esnasında kullandığı dil. Ve bu dilin başka kontekstlerde de travmayı ve zulmü anımsatması, çağrıştırması...
Terapiye gelen biri anlatmıştı: "Çocuktum. Gece bir gürültü ve telaşla uyandım. Jandarmalar ellerinde silahlar üzerimizi giymemize bile izin vermediler. Hepimizi köyün ortasında topladılar. Anlamıyorduk söylediklerini. Bağırıyor, çağırıyor ve dövüyorlardı. Babama, anama, nineme vurdular. Hepimizin gözleri kocaman ve korku doluydu". İşte bu dili kastediyorum. Ve terapide Kürt bu erkekle Türkçe konuşuyorum. Fail diliyle terapik dertleşme… Travmanın konuşulduğu böyle bir seansta aramızdaki terapi dili… Aşağılamanın, kötülük yapmanın dilini.
Terapi işte onun travmatik bir durumda tanıştığı benim sevdiğim ve kendimi en iyi ifade edebildiğimi sandığım dilimde oluyor. Başka kontekstlerde ama kişinin yeterince olumlu deneyimlerinin olması terapinin başarısına katkı sağlıyor. Zaten bu pozitif deneyimlerden ötürü kişi ‘fail dili’nde bir terapiye rıza gösterebiliyor. Benim için çok değerli ve güzel olan onun için travmanın da diliydi. Her kişi diğerindeki duyguları ve anlamları biliyor ve bunu kendisinin değerine katabiliyorsa zenginleşebiliyor…
İnsan utanabilen varlık. Utanmazlık insanlığımızdaki eksilme… Utanmaya sahip çıkmak. Sevdiğim, konuşurken ağzımızdan bal tadında dökülen Türkçe sözcüklerin başkaları için fail dili olduğunu bilmenin utancı. Çıplaklık utandırır. Kürtçe söylenen türkülere yapılan müdahale ve yasak… İnsanın kendi gerçeğiyle yüzleşmesinin çıplaklığı… Ve insan ayıp yerlerini örtmeye çalıyor böyle durumlarda. Ayıbımız o kadar çok ki! Böyle durumda iki el yetersizdir… On eliniz, yüz eliniz olsun istersiniz… Böyle anlarda eller yetersizdir utanmayı, utanılan bölgeleri örtmeye… Dil yasağının/düşmanlığının utancı nasıl örtülür?
Şahap Eraslan kimdir?
1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.
DİPNOT
[1] Ozan Emekçi
Kaynak: Artı Gerçek