Şefik Çolak
Bizans ve devamı olan Osmanlı devletlerinin gelir kaynakları içeride yaptıkları üretimden çok daha fazlası işgal edilen yerlerden zorla alınan varlıklar oluşturmaktadır. Özellikle Osmanlı sürekli olarak yeni yerler işgal etmeyi ve işgal edilecek yerlerdeki birikimlere el koymayı değişmez bir politika olarak belirlemiştir. Daha önce işgal edilen yerleri ise haraç adı altında vergiye bağlamıştır.
Bazen gerekçeler yaratarak toplu talanlara başvurmuşsa da, düzenli olarak vergi adı altında sömürme politikasından vazgeçmemiş. Yeni işgal olanakları olduğu için eski işgal bölgelerinden alınan vergiler, genellikle mazlum halkların aşırı yoksullaşmasını ve ailelerin birikim yapmasını engellemeyecek düzeyde tutulmuştur. Sömürü altında oldukları halde, üretim yapma olanakları bulan halklar, ürettiklerinin bir kısmını sömürgecilere verdikleri halde, birikim yapabilmişler ve nispi olarak rahat yaşama olanaklarını yaratabilmişler. Devletin sahibi olanlar ise hiçbir üretim faaliyeti içinde bulunmadıkları gibi, karakterleri gereği üretici olmayı deneme ihtiyacı duymamışlar.
Doğal olarak yurtları işgal edilmiş olan halklar, üretim ve ticaret yapmışlar ve öyle yaşamlarını idame ettirmişler. Osmanlı Devleti’nde yaşam şeklinin gereği olarak, ticaret ve ekonomi Hristiyan halkların görevi gibi olmuş. Devletin sahibi devşirmeler ise sömürüden aldıkları pay ile yetinmişler.
Dünyada dengeler zamanla değiştiği için Osmanlı yeni yerler işgal etme ve talanlar yapmak olanağını kaybetmeye başladığı gibi, daha önce işgal ettiği yerleri kaybetmeye ve oralardaki geliri sömürme olanağını kaybetmiştir. Bunu sonucu olarak gelir azalmasını önlemek için eski işgal bölgelerine ekonomik yükü yüklemeye yönelmek zorunda kalmışlar. Nispi olarak merkezden bağımsız ve özgür yaşayan Yakındoğu halkların üzerinde baskıyı artıran Osmanlı, 1820’den sonra merkezileşme politikasını devreye sokmuş ve bu halklardan aldığı vergiyi artırdığı gibi, aralıklarla yaptığı talan işlerini yoğunlaştırmıştır. Merkezileşme politikası ile sömürülen halkların mal ve mülklerine el koyma anlayışı da devreye sokulmuştur. Bu anlayış zamanla daha etkin şekilde sürdürülmeye çalışıldığı gibi, T.C. döneminde de devam ettirilmiştir.
1900 yıllarının başına kadar, devletin ihtiyacını gidermek için yapılan bu işlem 1900’lı yılların başında sonra devşirmelere ve Türklere sermaye aktarımı şeklinde de yapılmaya başlanmış. Egemenlik sistemi (ben bunu daha çok Türk Egemenlik Sistemi olarak yorumlamayı tercih ediyorum) bir eylem yaparken, her zaman birden fazla hedefini gerçekleştirmeyi tercih etmektedir. Tek bir amaç için giriştiği eylemlerin sayısı yok denecek kadar azdır. İttihat ve Terakki ile başta Gayri Müslüm Halkların sermayelerine el koyma politikası yoğunlaşmış, direnişler oluşunca da katliamlara başvurma yoluna gitmede tereddüt edilmemeye başlanmıştır.
Aynı anlayış yakın zamanda gerçekleşen 15 Temmuz Darbe Girişimi komedisinden sonra çıkarılan KHK’lar ile uygulamaya sokulmuştur. Devlet eli ile mal ve mülke el koyma ile sermaye transferi gerçekleştirilmiştir. Buna yasal alt yapı hazırlanırken, adalet ve uluslararası hukuk rahatlıkla göz ardı edilebilmiştir. 6-7 Eylül’de yapılanların bir benzeridir Varlık Vergisi Kanunu.
Yapılan katliamları incelediğimde 1943 yılında Sefo Deresi’nde yaşanan ve 33 Kurşun olarak bilinen katliamı incelediğimde dikkatimi çeken bir başka gerçekle karşılaşmıştım. 33 Kürt köylüsü acımasızca katledildikten sonra katliam batı bölgelerinden gizlenmekle beraber Kürtlere, gösteriler yapılarak bilgi sahibi olmaları sağlandığı gibi batıdaki kiliselere de devlet görevlileri tarafından gerçeğe uygun olarak bilgi veriliyor. Bunun bir amacının olması gerektiğini düşündüğümde aynı dönemde Varlık Vergisi Kanunu ile karşılaştım. Bilgilendirmedeki amaç: Yasaya boyun eğmezseniz başınıza nelerin geleceğini görün’dür. Çünkü hukuk ve adalet tanımazlığın en güzel örneğini aynı zamanda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından veriliyor. Katliam emrini veren ve gerçekleştiren Orgeneral Mustafa Muğlalı’yı Erzurum’da Cumhurbaşkanı ziyaret ediyor ve Mustafa Muğlalı’yı Doğunun Kahramanı olarak ilan ediyor ve madalya ile ödüllendiriyor. Devlet adına suç işleyen her zaman korunmuştur. Bu olaydan dolayı devlet yıllar sonra Muğlalı’yı yargılamak zorunda kalıyor ve müebbet hapse mahkûm ediyor. Kısa sürede bu dava yargıtay aşamasında düşürülüyor. İadeyi itibar yoluna gidiliyor ve şu anda Genel Kurmay Başkanlığı’nın bahçesinde Mustafa Muğlalı’nın heykeli bulunmaktadır.
1943 yılında Türkiye’de toplanan verginin %85’i Varlık vergisi Kanunu çerçevesinde toplanan vergiden oluşmaktadır. Bir başka anlamda T.C. topladığı her 100 TL’lik verginin 85 TL’sini bu ülkede yaşayan mazlum halklardan zorla almıştır.
Kanuna bakılacak olursak sanki zenginlerden varlık vergisi tahsilatı yapılmış gibi görünse de, aslında Hristiyan olan halklardan ve kısmen Kürtler’den tahsilat yapılmıştır. Sadece vergi alınmamış, vergi biçilen kişilerin veya gurupların sermaye birikimine devlet yanlısı ve devlet adına suç işleyenlerin el koymasını kolaylaştırmış ve teşvik etmiştir.
Yasanın maddeleri incelendiğinde hukuksuzluğun her türlüsü ile karşılaşılmaktadır. Yasanın kendisi bile zaman aşımı gerektirmeyecek kadar suçlarla doludur. Aynı uygulamayı Şark Islahat Planı’nda, İstiklal Mahkemeleri’nde, Zorunlu İskân Kanunu’nda veya 1920-1946 yılları arasında çıkarılan hemen hemen bütün önemli kanunlarda görebiliyoruz. Yasanın maddeleri incelendiğinde hukuksuzluğun yanında aşağıdakilerin de hedeflendiğini ve gerçekleştirildiğini görebiliyoruz.
- Devlet için çalışanlara suç işletiliyor ve devletin işlediği suça ortak ediliyor. Bu yolla halkta suçluluk duygu ve aşağılık duygusu yaratılıyor.
- Halklar ve yerel aileler arsında düşmanlık yaratılıyor.
- Sadece gayri Müslümlere değil devlet yanlısı kişilere bile korku veriliyor.
- Paramiliter yapılar ve sistemden geçinenlere (başta tefecilik yapanlara) başkalarının mallarını yasal görüntü ile gasp etme olanağı yaratılıyor.
- Daha önce komşuları ve dostları olan kişilere karşı Türklere suç işletilerek aşağılık duygusu yaşamalarına ve onursuzlaştırarak devşirme devlete bağlılıkları sağlanıyor.
- Yasalarda net olarak görülmese de üretebilmek yetenekleri ve birikimleri bir süreliğine yok ediliyor.
Kanunun maddelerine geçecek olursak şunları görüyoruz;
Kanunun 2. Maddesi açısından,
B) Büyük çiftçiler (Büyük çiftçiden maksat, işinin idaresine ve vüsatine halel getirmeksizin bu mükellefiyeti ifa edebilecekleri bu kanunda yazılı komisyonlarca tesbit edilenlerdir)';
Görüldüğü gibi kurulan komisyonlar yasa belirleyen konuma sokuluyor. Komisyonların kanaatleri hukukun önüne geçiriliyor. KHK’larda aynı şey yok mu?
D) 1939 senesinden beri 2395 veya 2728 sayılı kanunlar mucibince vergiye tabi bir iş ve teşebbüsle uğraştığı halde bu kanunun neşri tarihinde işini terk, devir veya tasfiye etmiş bulunanlar;
Hiçbir hukukta olmayan bir şey burada görülüyor. Hukukta geriye dönük yasa olmayacağı halde ticaretten çekilmiş olanlardan dahi geriye doğru vergi konularak tahsil edilebilinmektedir. Yasa koyucuların hukuk tanımamazlığın örneklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
C) Uhdelerinde bulunan binaların ve hisseli ise hissedarlarının hisselerine düşen bir yıllık gayrisâfi iradı yekûnu 2 500 liradan ve arsalarının vergide mukayyet kıymetleri 5 000 liradan yukarı bulunan ve bu miktarların tenzilinden sonra mütebaki irat ve kıymetlerle bu vergiyi verebileceği komisyonlarca kararlaştırılanlar; '
Maddi deliller değil kurulan komisyonların kararları yeterli görülmektedir. Düşmanlık duygusu ile tahkim edilenlerin ne vahim kararlar alacağı düşünülmek bile istenilmiyor. Komisyonlarda bulunan kişilere ve yakınlarına suç işleme ortamı sağlanıyor.
Komisyonların geri dönüşümü olmayan kararlar alabilmesi yetkisi sömürge hukuku uygulanan yerlerde ancak görülebilir.
E) Meslekleri tacir, komüsyoncu, tellal veya simsar olmadığı halde 1939 senesindenberi velev bir defaya münhasır olsa bile ticari muamelelere tavassut ederek komisyon veyahut tavassut mukabili olarak her ne nam ile olursa olsun para veya ayniyat almış olanlar.
Kazancının miktarına bakılmaksızın geçmişte bir defa dahi ticaret yapanlardan dahi vergi alınacağı yasallaştırılıyor. Ne kazandığı değil komisyonun kanaati yeterli görülmektedir. Gerçekte bu mal ve mülk gaspıdır ve bunu devlet yapıyor. Komisyon üyeleri de işlenen suçun parçası yapılmaktadır.
Madde 5 — Vergi, hakikî ve hükmi şahıslar namlarına tarholunur ve eshamlı ve eshamsız şirketlerde hisseye bakılmaksızın şirketlerin menkul ve gayrimenkul varlığının tamamı üzerinden alınır.
Vahim maddelerden biri de budur. Bir veya işletmeye biçilen vergi miktarı ilgili işletme veya kişi tarafından karşılamaz ise de mühim değil, bir şirkette %1 ortaklığı var ise o şirketin mallarına ve ortaklarının da hisse miktarına bakılmaksızın el konulacağı kanunlaştırılıyor. Sorumluluğun şahsiliği ilkesi ayaklar altına alınıyor. Düşünün biri ile iş yapıyorsunuz ve ilginiz olmayan bir borçtan sorumlu tutuluyorsunuz.
Egemenlik sistemi birine karşı suç işlerken her zaman mağdurları birbirine düşürmeye çalışır. Bu madde ile halkın arasına nifak sokmanın güzel örneğini görebiliyoruz.
Madde 6 — Yedinci maddede yazılı komisyonlar, ikinci maddede yazılı mükelleflerin mükellefiyet derecelerini, her mükellef namına 1941 yılında ve ticaretini terk, devir veya tasfiye etmiş olanlar için terk, devir veya tasfiyeye tekaddüm eden son yılda tarhedilmiş veya tahakkuk ettirilmiş vergi miktarlarını, çiftçilerde mükellefin zirai vaziyetini ve gayrimenkul sahiplerinin de irat ve vergi kıymeti miktarlarını gözden geçirmekle beraber bunlarla mukayyet olmaksızın edinecekleri kanaate göre takdir ve tesbit ederler. Ancak 2395 sayılı kanunun 11 inci maddesi hükmü dairesinde kazanç beyannamelerine bilanço raptetmek mecburiyetinde bulunan anonim, komandit, limited ve sermayesi üzerinden kazanç dağıtan kooperatif şirketlerin vergileri, 1941 takvim yılma veya ticari yılma ve ticarethanelerini terk, devir ve tasfiye etmiş olanlarda terk, devir ve tasfiyeye takaddüm eden son seneye ait safi kazancının yüzde ellisinden aşağı ve anonim şirketlerde yüzde yetmişinden yukarı olamaz.
Keyfilik ve gaddarca yaklaşım gereği oluşturulan sözde hukuk anlayışı için üniversitelerin üzerinde sosyolojik psikolojik açıda çalışma yapmasını gerektiren bir kanun maddesi örneği karşımızda duruyor.
Yeni bir kazancın olmasa da ben miktar belirlerim ve sen de tıpış tıpış uyarsın anlayışının sonucudur. Keyfi belirlenecek vergi miktarının mal varlığı karşısında miktarının yüksekliği dudak uçuklatacak orandadır.
Bu hukuk anlayışının devletin kuruluş esasları ile uyumlu olduğunu unutmayalım. Türkiye’de hukukun temellerini oluşturanın kuruluş yıllarında Adalet bakanlığı yapmış olan Mahmut Esat Bozkurt Olduğunu unutmayalım. Mahmut Esat Bozkurt gibi ırkçı, faşist, hukuk ve insanlık düşmanı biri hala Türkiye’de Hukukun sembolü olarak görülmektedir. Günümüzde bile Hukuk Fakültelerinde heykeli dikili durmaktadır. Merak edenler Ankara Hukuk Fakültesinin girişine bakabilirler.
Madde 8 — Komisyonlar, şirketlerin mükellefiyetlerini tesbit ettikleri sırada şeriklerin de servetleri derecesini ve fevkalâde kazançlarını araştırarak bunların da mükellefiyetlerini takdir ederler.
Bir Ermeni, Rum veya Kürt ile bir şirkette ortaklık yapmış isen yandığının ispatidir. Atalarından kalan miras var ve bu varlığın cüzi bir kısmı ile ticaret (İş) yapmaya kalkışmışsan takdir ile seni yok edebilirim anlayışının kanun maddesine gelmiş halidir. Vatandaşın devlet tarafından tehdit edilmesine daha güzel örnek olamaz.
Düşünün bakayım Türkiye’de devlete sevgi ile bağlı olanlar var mıdır? Bence yoktur. Devletin bekasını düşünüyorum diyenler bile devletten korkuyorlar.
Madde 9 — Komisyonlar, muhtelif zümrelerin mükellefiyet derecelerini tesbit işini on beş gün içinde intaç ile mükelleftirler. Bu müddet zarfında işini bitiremiyen komisyonların memur olmayan âzası değiştirilerek yerlerine son mebus intihabında müntehibi sani olanlar arasından belediye reislerince seçilecek dörder zat alınmak suretiyle komisyonların âzası tamamlanır.
Düşünün bir ilde 7-8 kişiden kurulu olan bir komisyon o ilin bütün araştırmasını en geç 15 gün içinde yapacak ve gerekli kararları verecek. Mümkün mü? Daha önceden hazırlanmış kararlar yok ise mümkün değildir. İstenilen kararları almayan komisyon üyeleri aynı zamanda bu madde ile tehdit edilmektedir. Vatandaş komisyondan çıkarılmanın bedelini iyi bilmektedir. Darbe dönemlerinde ve 15 Temmuz sonrasında yaşanılanlar hepimizin hafızasında durmaktadır. 1925 yılında Elazığ’da İstiklal Mahkemesi bir günde hepsi de idam karaları ile sonuçlanan 43 davayı görmekte ve sonuçlandırabilmektedir. Karşımızdaki hukuk anlayışı budur.
Madde 10 — Mükelleflerin tesbiti sırasında komisyonlarca unutulmuş olanların isimleri komisyonların dağılmasından itibaren en geç iki ay içinde varidat dairelerince tesbit olunarak 7 nci madde hükmü dairesinde yeniden teşkil edilecek komisyonlara bildirilir. Komisyonlar âzami on beş gün içinde bu mükelleflerin vergi miktarlarını kararlaştırmağa mecburdurlar.
Devşirmelerin oluşturduğu sistem her zaman intikam anlayışından geri adım atmamıştır. Dönemsel hukuksuzluktan kurtuldum deseniz yanılırsınız. Türkiye’de iktidarlar değişse de bu kuruluş esası değişmemiş ve her iktidar tarafından yerine getirilmiştir.
Madde 11 — Komisyon kararları, şehir ve kasabalarda varidat dairelerinin kapılarına ve köylerde münasip mahallere listeler yapıştırılmak suretiyle ilân ve tebliğ olunur. Listelerin asıldığı, gündelik gazete çıkan yerlerde gazetelerle ve gündelik gazete çıkmıyan mahallerde belediye tellâlları marifetiyle halka ayrıca haber verilir.
Komisyon kararları nihaî ve katî mahiyette olup bunlara karşı idari ve adli kaza mercilerinde dâva açılamaz. Ancak bir mükellef namına aynı mükellefiyet mevzuundan dolayı mükerrer vergi tarh edilmiş olduğu takdirde bunlardan en yüksek olanı ipka edilerek diğerleri tarhiyatı yapan komisyonların vazife gördüğü mahallerin en büyük mal memuru tarafından mükelleflerin müracaatı üzerine silinir.
İdari kararların yasaların üzerinde tutulması ve yargı denetimine tabii tutulmaması bu ülkede sıklıkla yapıldığı halde bazen yasalarda ve Anayasa’da da meşrulaştırılmasından kaçınılmaması hukuk açısında hazin durumlardır. Keyfilikler hukuk kurumunun üstünde tutulması bu devletin sık sık başvurduğu yöntemlerden biridir. Mevcut Anayasa’da 12 Eylül uygulamaları ve darbeciler tarafından çıkarılan yasaların Anayasa’ya aykırılığı iddia bile edilememektedir. KHK’lar bile Anayasa mahkemesine götürülememekte.
Madde 12 — Mükellefler vergilerini, talik tarihinden itibaren on beş gün içinde mal sandığına yatırmağa mecburdurlar.
On beş günlük müddetin geçmesini beklemeden mahallin en büyük malmefhuru, lüzum gördüğü mükelleflerin menkul ve gayrimenkul malariyle alacak, hak ve menfaatlerinin ihtiyaten haczine karar verebilir.
On beş günlük müddet içinde yatırılmıyan vergilerin Tahsili Emval Kanununa tevfikan tahsiline tevessül edilmekle beraber vergi miktarına müddetin dolmasından itibaren birinci hafta için yüzde bir ve ikinci hafta için yüzde iki zammolunur.
Bu madde verginin dışında devlet yanlılarına mazlumların sermayesinin transfer edilmesine kaynaklık etmektedir. Aynı zamanda halk suç işlemeye teşvik edilmektedir. 15 gün içinde mal varlıklarını nakde çeviremeyenler paramiliter yapılar ve kötü niyetlilerin kucağına itilmektedir. Maddenin devamında görülebileceği gibi belirlenen miktarı zamanında yatıramayanları ağır yaptırımlar beklemektedir.
Paramiliter yapılar ile çalışan komisyon üyelerine 15 günü bile beklememe yetkisi verilmiştir. Vergiye mahkûm edilenlerin 15 gün içinde namuslu insanlara mallarını satma şansı bulacaklarını görenler yasadaki yetkisine dayanarak süreci hemen öne alarak vatandaşı çaresiz duruma sokmuşlar. Anılarda bunun örnekleri ile karşılaşabiliyoruz.
Bu yaptırımlardan kaçınmak isteyenler varlıklarını haraç mezat satmak zorunda kalmışlar. Anılardan öğrendiğimize göre belirlenen vergiyi zamanında ödeyebilmek için mal varlıklarını değerini çok çok altında satmak zorunda kalıyorlar. Burada komisyon üyeleri ile yararlanmak isteyenler koordineli bir şekilde çalışıyorlar.
Varlıklı ve iş sahibi insanlar dilenerek geçinmek veya açlıktan perişan olacak duruma düşüyorlar. Zaten yasa ile amaçlanan da budur.
1943 yılında tapu kayıtlarında olan değişiklikler incelemeye açılır ise mal transferinin kimler arasında paylaşıldığı rahatlıkla görülecektir.
Talik tarihinden itibaren bir ay zarfında borçlarını ödemiyen mükellefler borçlarını tamamen ödeyinceye kadar memleketin herhangi bir yerinde bedeni kabiliyetlerine göre askerî mahiyeti haiz olmıyan umumî hizmetlerde veya belediye hizmetlerinde çalıştırılırlar. Ancak üçüncü maddenin son fıkrasında yazılı olanlardan ikinci maddedeki mükellefiyete tabi bulunanlarla kadınların ve elli beş yaşını mütecaviz erkeklerin borçları hakkında Tahsili Emval Kanunu tatbik edilmekle beraber bunlar çalışma mükellefiyetine tabi tutulmıyabilirler. Bu fıkra hükmüne göre çalıştırılanlara verilecek ücretin yarısı borçlarına mahsup olunur.
Çalışma mecburiyetinin tatbik tarzı Hükümetçe hazırlanacak bir talimatname ile tâyin olunur.
Birinci fıkrada yazılı on beş günlük müddet içinde vergilerini vermeyen mükellefler, aynı müddet zarfında vergileri miktarınca Hazine bono ve tahvilâtı veya banka teminat mektubu tevdi ettikleri takdirde bu mükellefler hakkında Tahsili Emval Kanununun ve çalışma mecburiyetinin tatbiki bir ay müddetle geri bırakılabilir.
Köleci anlayışın yasalarla meşrulaştırıldığını görebiliyoruz. Bütün mal varlıklarına el konulduktan sonra varlıkları takdir edilen vergiye yetmeyenler köle olarak çalıştırılmayla karşılaşmışlar.
Yasanın 14. Maddesinde vergi biçilen kişilerin akrabaları da sorumlu tutulmaktadır. Akraba olmaktan başka hiçbir özelliği olmayanlar da aynı sonuçlarla karşılaşmışlar ve köle bile olmak zorunda kalmışlar.
Nasıl davrandığı önemli değil, devşirmelerin dışında olanlar bu devletin kuruluş esaslarında her zaman düşman olarak görülmüştür ve görülmeye devam edilmektedir.
Bu yasa ile sadece mazlum halkların mal varlıklarına ve miraslarına el konulmamış aynı zamanda ülkede üretim kabiliyeti yok edilmiştir. Üretkenliği oluşturan bilgi birikimi de ortadan kaldırılmıştır. Bu suçun uygulamasında yer alanlar ise servet ile ödüllendirilmiştir.
İstiklal Mahkemelerinde görev yapan savcılar ile yargıçların (Hemen hemen hiçbiri hukukçu değildir.) çocukları ile torunlarının mal varlıklarının kaynakları incelendiğinde uygulanan hukuksuzluğun ve zulmün boyutu rahatlıkla görülecektir.
Varlı Vergisi Kanunu ile sadece para transferi hedeflenmemiştir. Bu yasa aslında yürütülen asimilasyon politikasının gereği içinde çıkarılmış ve uygulama sokulmuştur. Türklüğü kabul etmeyenlerin TC sınırlarının dışına çıkması da hedeflerin arasındadır. 1943 öncesi ve sonrası nüfus sayımlarına bakılacak olursa ne kadar gayri Müslümün veya kendini Türk olarak tanımlamayanların malını ve mülkünü bırakarak bu ülkeden kaçmak zorunda kaldığı görülebilir.
Kaba tabirle T.C. vole vurma anlayışını sıkı sıkı uygulamıştır. Sıkıştığı zaman geri adım atma yoluna gitmiştir. Başka ülkelerden tepkiler gelmiş (Başka ülkelerin vatandaşları da aynı uygulamaya tabii tutulduğu için ilgili ülkeler vatandaşlarının hakları için tepki göstermişler ve bunlara uygulanan vergiden hemen vaz geçilmiş ve malları iade edilmiştir) ve İsmet İnönü ABD Başkanı ile yaptığı görüşmeden sonra uygulamadan geri adım atmıştır. Zaten olanlar olmuş istenilenler yapılmıştır. Hedeflediğini gerçekleştirdikten sonra uygulamanın devam ettirilmesinden vaz geçmeyi erdemlik olarak halkına yutturabilmiştir. RTE’nin geri dönüşlerinin İsmet İnönü’den farkı yoktur.
Bu ülkede 100 yıldır istikrarlı bir dönem olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. Devletin kuruluş esasları istikrarın olması önünde engeldir. Sürekli düşman üreten ve hayali düşmanlarla savaşan bir toplum yaratılmıştır. Gelecekte bu ülkede huzurlu bir ortam ve demokrasi olması isteniyor ise her şeyden önce toplumum devletin kuruluş esasları ile hesaplaşması zorunludur.
Bu ülkenin insanları kâğıt üzerinde yaratılan sahte kahramanlıkların birer aldatma olduğunu ve o kahraman diye bilinenlerin utanç duyulacak şeyler yaptığını öğrenecektir. Başta Türkler olmak üzere bu ülkede yaşayanlar gelecekten torunlarının kendilerinden dolay utanç duyacak durumda olmaması için şimdiden adaletin gereğini yapmaları gereklidir.
Şefik çolak
8/1/2021