Duvarında Aziz George’un ejderhayı öldürüşünü betimleyen bir tablonun olduğu evin eteğinde doğmuş Şener Özmen. Siz onu bugün ‘güncel sanat’ tabiriyle popülerleşen işlerinden hatırlayacaksınız ama ardı var.
Hezexli bir baba ile Cizreli bir annenin oğlu Özmen. Meteoroloji memuru babasının yağmur, çiğ, rüzgâr, kar, beherler, huniler ile olan yalnız ilişkisinden; annesinin zamansız, esrik karakalem karalamalarından etkilendiği, şairlerle mektup arkadaşlığı yaptığı, felsefe okuyan abisinden daha iyi şiir yazdığı bir çocukluk ve gençlik geçirmiş.
Süryanilerin mezarlığını, badem ağaçlarını, kiliseyi, Muhtarın Evi’ni, serçeleri, taş basamakları, kavrayamadığım istifleri, el fenerlerini, eve, başka bir evin damından damlamalarını, dengbêjleri, çîrokbêjleri ve şevbihêrkleri hatırlıyor ‘çocukluk’ deyince.
12 Eylül’le birlikte duvarların, en işlek kıraathanelerin camlarında, trafo duvarlarında ‘aranan’ların fotoğraflarıyla doluyor görsel hafızası. Hepsini tanırmış gibi. Ve şimdi 30 yıldır uzağında, Hezex’in izlerini dünyanın altını üstüne getirerek sürüyor.
Hafızasında kalanı, etkilendiği-bastıramadığı duyguları, şiirini, resmini, bienalleri, retrospektif sergileri, Şener Özmen’i konuştuk.
Çocukluğun sanatla ilişkisi nasıldır sizce? Hayatın gözleme ve kopyalamaya dayalı olduğu o yıllarda sizi besleyen neydi?
Sanata, yaratıcılığa dair pek çok şeyin masumiyet zamanlarında başladığını söyleyebilirim. Mesele, artık ikisinin de kalmamış olması. Sanat üretmek için yaratıcı olmanıza gerek yok, hatta bence bir beyine bile gerek yok. Yaratıcılığı da zaten siz kendinize atfediyorsunuz. Sistemin bir aklı var zaten, bir yere kadar mağdur, sonrasında mafyatik iş adamı bir sanatçıya dönüşebilirsiniz! Engin Sustam’ın deyimiyle “21. yüzyıl Sokak Mukavemetleri” sanatla hayat arasındaki bağları daha mı güçlendirdi yoksa eritmeye mi başladı? Çocukluk masumiyet ise, sonrası haşarılık, açgözlülük ve körlüktür.
Babam meteoroloji memuruydu, yani aslında bir nevi gözlemciydi ve tüm sorun, doğa ile arasında vuku bulan şeylerden ibaretti; yağmur, çiğ, rüzgâr, kar, beherler, huniler, cıvalı termometreler, kargacık burgacık yazılar, rakamlar için büyüteçler, o yazılar ve rakamların yazıldığı kâğıtları muntazam kesmek için bisturi; çünkü bunlar ince şeritler… Ben tüm bu zamanlarda onu izliyordum, yaptığı şeylere anlam veremiyordum ama izlemek hoşuma gidiyordu. Aslında evde anlam üreten yegâne kişi annemdi ve tüm bu çabanın boş yere olduğunu söylüyordu. Çizimler de yapardı arada, birilerine göstermek için değil tabii. Böyle gelir sanat, buralardan gelir; sizi yoklar, varsa içinizde bir ışık parçası, oraya tutunur. Benim tarafımdaki tanımı da budur; karanlık yanlarını çıkarmak insanoğlunun. Şimdi Robîn’e bakınca, kendimi görüyorum; durup dururken çizmeye başlıyor, nasıl da ayrıntıcı! O da babasının Optik Propogandası’nı izliyordu evvelce. Yaşını başını almış bir adamın evde neden böyle şeyler yaptığını sormuştur kendisine muhakkak.
Resimle ilişkiniz enteresan. Özgür ruhunuz müfredata yenik düşmemiş anlaşılan. Politik yanınızın en doğalından yansıdığı işleriniz de o yıllarda korkuya sebep olmuş okuduğum, dinlediğim kadarıyla. Türk eğitim sistemi ve Türk entelijansiyasının size biçtiği rol neydi? Neden itaat etmediniz?
Hezex’den bir çocukluk arkadaşım bir kutu tüp yağlı boya getirmişti yaşadığımız eve, 8’lik kutu, iki fırça, bir de tuval, o gün bütün tüpleri kullanmış, ortaya hiçbir şeye benzemeyen grimsi, içinde az biraz pembeler görünen tuhaf bir resim (bir İdil manzarası yapacaktık) çıkarmıştık ortaya ve yaptığımızdan pişman olmuştuk. Tam bir fiyaskoydu.
En son, Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim İş Bölümü’ne gitmek ve kaydımı yapmak istediğimde, ilkokuldaki öğretmenlerimden biri Hezex’in çarşıya inen tek caddesinde beni yakalamış, elime içinde kayıt parası olan bir zarf iliştirmişti. Sesi, size dünyanın bütün güvenlerini veren genç bir kadındı. Babamın söylediği üzere, bu iş ekmek getirmeyecekti, yine de bir üniversitede, üstelik istediğim bir bölümde okumak, Hezex’den ve ‘olaylardan’ uzaklaşma düşüncesi ona da mantıklı gelmiş olmalı. Ancak, bölüm yıllarında ne zaman uyum problemi yaşamaya başladığımı hatırlamıyorum, muhtemelen Heykel Atölyesi’nin duvarlarına yapıştırılan uyarı levhaları bir krize sebebiyet verdi; “Temiz ol, sigara içme, atölyeyi temiz tut, malzemeleri kaldır”. Böyle şeyler, aynı şeyin biz resim okuyanların başına gelmesini istemiyorduk. Ne tuhaf, ağır ve nispeten tehlikeli malzemelerin olduğu mekânların, kışlaya dönüşme potansiyeli taşıması…
Bu anlamda Türk devletinin kendi sanatına bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de sanatın devletçe ciddiye alındığı zamanlarda iki temel öge öne çıkmıştır, bunlardan biri çıplaklık ve sekstir; diğeri ise politik diskurdur ki dinsel olanı ve karşıtını da bunun içine yerleştiriyorum. Ancak kimi zamanlarda küratörün veyahut sergi komiserinin kendisi devlet kesilir başınıza, aslında bir iktidar karşıtlığından değil, tamamen kültürel bir uyuşmazlık üzerinden ele alır tüm sergiyi. O ‘Kürt alanı’ diyor ve bu terimi kullanmayı çok seviyor, ben Kürtler diyorum. Bu konuya en çok kafa yoran isimlerden biri Engin Sustam’ın “Şiddet ve Direniş Arasında Kürt Madunluğu ve Sanatı” adlı derinlikli çalışmasının yıllar içinde nasıl oluştuğunu biliyorum. Biçilen roller, muhtemelen anadile dönüşte kesildi ve anadile dönüş aslında sizi pek çok şeyden mahrum bırakıyor gibi görünüyor. Aldanmamak lazım, bu iş öyle olmuyor; ben bir bacağımı vermiş gibi değilim ki, geç de olsa bacağımı geri alıyorum hepsi bu! Ferhad Pîrbal’ın Bazdayî isimli öyküsündeki gibi biraz Kürt güncel sanat öyküsü de. Bacağımız Avrupa’ya gitti ve bizler ruhumuz gitmiş gibi şad û bextewar olduk. Yani aslında Türk sanatçıların yüzyılın başından beri karış karış gezdikleri yerlere, 2000’lerle birlikte “Biz de varız” türünden işler ürettiğimiz için. Bu konuda, sanat üreten herkese, temsiliyet gücü olduğunu düşündükleri herkese birtakım roller biçildi zaten, kimi o rolleri benimseyip devam etti, hâlâ orada ve Kürt kökenli Türk sanatçı, Kürt kökenli Türk küratör, Kürt kökenli Türk sanat yazarı vs. olarak var olma mücadelesi veriyor ve hiçbirinin aklı başında değil.
‘MAĞDUR DİLİ KÖPÜRTMEYİ SEVİYORUZ’
5 Kürtçe roman, Kürtçe öykü kitabı, Türkçe 4 şiir kitabı, birçok dergide yayınlanmış güncel sanat ve Kürtçe edebiyat okumalarını bir araya getirdiğin 3 yayın, Kürtçe’den Türkçe’ye 2 şiir kitabı çevirisi, Türkçe’ye çevrilmiş 3 kitabın; Centre Pompidou’dan Wordly House’a, İstanbul Modern’den Kunsthalle Fridericianum’a, Oberhausen Film Festivali’nden PEN Yazarlar üyeliğine… Şener Özmen, boş durmamış, üretmiş, ağlayıp sızlamamış, dilenmemiş, yalvarmamış, minnet etmemiş. Üretmiş. Ötekiliğine, tanınmayan yanlarına da küsmemiş, bunu ajite de etmemiş. Hem kişisel hem sanat üretimlerinizdeki bu gücü, bu dikbaşlılığı neye borçlusunuz?
Az değil mi? Bence de az, bence de yolun yarısına bile varabilmiş sayılmam. Entelektüel bilgi uzun ve meşakkatli bir yol. Siz ayakta kalmak için çaba sarf edersiniz. Bu öyle hastalıklı bir çaba değil, basit ayakta kalma stratejilerinden söz ediyorum; Ed Stewartvari bir şeyden, taş ye, ağaç kabuğu ziftlen, tatilimizi nerede geçireceğiz paniğiyle kış ortasında tutuşan orta halli memur karı-koca olmadık. Hiçbir zaman ticari bir kafaya sahip olmadım, pazarlık yapmadım, yapmayı da bilmem. “Bu kadar yapabildim” sözünün arkasına da saklanmak istemiyorum. Hayatta ‘bir şeye, bir şeylere rağmen yapmak’ vardır ve bu hakiki bir şeydir. Peki neye rağmen? Size, kendi dilinizde eğitim aldırtmayacak bir sisteme rağmen. Hiç Kürtçe bilmediği halde Kürt edebiyatı üzerine ahkâm kesen kimse görmediniz mi çevrenizde? Hayatında hiç Kürtçe bir metin okumamış, Kürtçe edebiyatı okumaya değer görmemiş birinden, Kürt edebiyatına dair orada veyahut şurada manifesto sunmaya davet edecek kadar ilerlemiş, festival gülü kültürel cemaatlerin size ancak açabildiği şuncacık yerlerde post-kolonyal metinler mi okuyacaksınız? Kürtçe’nin Türkçe’yle ilişkisi ne? Edebiyatı, karşılaştırılamayacak kadar minör –ve yaralı– değil mi? Eziklik! Ancak bunu söyleyebilirim. Mağdur dili köpürtmeyi seviyoruz ve buradan, evet tam da buradan lokal bir güç elde etmeye, Foucault’nun sözünü ettiği o pastoral iktidar alanını yaratmaya çalışıyoruz ki, bu tam anlamıyla kepazelik bana sorarsanız.
Şener Özmen deyince, ironisi bol, esprili, başta kendiyle ve dahi hepimizle alay eden, ama hepimizin de elinden tutan bir üslup var. Şiirlerinde de var bu. İşlerinde hangi duygularını yorumluyorsun? Belki de şöyle sormalı; işlerinde hangi duygularını bastıramıyorsunuz?
Perspektifte kaçış noktası diye tabir edilen; yani aslında birbirine paralel oldukları halde resim düzlemine paralel olmadıkları için kapanarak birleşiyormuş gibi görünen doğruların ortak kesişmesi var, ufuk çizgisine doğru uzaklaşarak sonsuza doğru uzayan bir bakış. Çalışmalarımın genelinde duyguların bir kısmı kapanmış ve birleşmiş gibi görünüyor, mesele onları bulabilmekte, hangi duygunun ne derece etkin olduğunu, hangisinin bastırılamadığını oradan, buradan bakarak ortaya çıkarmak biraz güç, sizi –izleyiciyi– tekin olmayan bir noktada tutmakta ısrarcılar yine de. Ben böyle çalışıyorum, duygu çalışmalarımın odağı aslında. İstemediğim, etki altında ortaya çıkmış bir düzine başka iş de var, oradan bile belli okumalar yapılabilir, müdahalenin izleri kestirilebilir.
Siyasetin kötücül tarafı, kalıcı vicdani tahribatlar yaratmasıdır, Kürt toplumunun içinde olduğu durum tam olarak budur, itaâtkar ruh ile persona birlikte düşünülemez, Kürtçe konuşmayan satış uzmanıyla entelektüeli aynı kültür dairesine sokmaya benzer bu. İşte benim bastıramadığım duygular da bunlar… Çalışmalarımda hep bir yerlere, ama neresi olduğunu bilmediğim bir yerlere kaçarken buluveriyorum kendimi. Üretimin yapıldığı o evde, o odada, o mekânda, o kasabada yazma deyim yerindeyse yasaklandığında -kurşun seslerine karışan daktilo tıkırtıları-, şiirleriniz, müsveddeleriniz karşınıza birer suç delili olarak çıktığında, afallıyorsunuz, Üçüncü Dünya’da böyle yürüyormuş diyorsunuz kendi kendinize.
Bir yanıyla da oldukça politik üretimler. Marx’tan, Engels’ten, Dicle’den geçen, şu meşhur poşili takım elbisene yolu düşen bir dil var ve bu şüphesiz günlük sıradan politikanın dışında ancak hepsinin de güdümünde imgelerin. Dolaylı politik anlatımın sanatta sonraki kuşaklara aktarımı adına biz izleyicilerin durduğu yerin de önemi büyük. Nasıl ve nerede duruyor sence izleyici? Dışarıdan baktığında ne görüyorsun?
Tam da durması gereken noktada ve o noktadan bir milim bile sapmamalı bence! Kurdewarî bir güncel sanat düşündüğümüzde yolun henüz başında olduğumuz yaygın görüşüne katılmıyorum, hoş bu konuda pek fazla söz üreten de yok. Mesela kimsenin artık insan haklarından söz etmemesi, erken dönem çalışmaların hemen hepsinde bu ana damar vardır. Buradan yola çıkan tüm üretimlerde de apaçık ya da sembolik düzeyde bu durumlar işlenmiştir. Kürt kimliğine işaret etmemek için geliştirilen küratöryal yöntemlerden biri de, ‘Doğu ve Bitmek Tükenmek Bilmeyen Sorunları’ minvalinde olmuştur; Suriye sınırı, Irak Bölgesi, Yezidiler, Diyarbakırlı, Mardinli vs. bu bir dalgaydı esasında. AB ve normları temel gündemdi ve çalışmalar direnişsel bi estetikten ziyade, o seslere de kulak vermek, çok kültürlü raporlar üretmek ve AB kültür kurumlarına sunmak için ayarlanıyordu. Türkiyeli küratörler bu dönemi maymun iştahıyla kapattı, koleksiyonerleri de öyle. Gelecek sanat kuşakları bu işbirliğini değerlendirecek bir vaziyette olmayacaklar maalesef. Bu elzem bakış buradan, bu coğrafyadan çıkmayacak.
Yeni Bir Umutsuzluk’taki duruşunuz sizce Kürtleri nerede hangi duyguda konumluyor?
Yeni Bir Umutsuzluk, Energize, Molestation, Bariyerin Arkası ve Bütün İsimler; hatta kimilerinde ucu neredeyse melankoliye dayanan duygu patlamaları… Resesif bir görüntüleri de var kimi çalışmaların. İzleyici bu duygu patlamalarına tam olarak ne diyeceğini, onları nerede, hangi duyguda konumlandıracağını da bilemiyordu. Ben orada bir Kürt sanatçı olarak vardım, geride yıkıntılar içinde bir coğrafya duruyordu. Verdiği hasara rağmen, bu dilden uzaklaşmamak lazım yine de. Kürtleri unutmamak, ayakta kalmak, mesele bu. Sizde her daim bir coğrafyayla, yıkımla, aşağılanan ve hayatı hiçe sayılan her şeyle ilişkilendirme duygusu yaratacak, bunu herkesin gözüne sokacak çalışmalara imza atmalı belki de. Kurdewarî bir bohem olası mı? Peki bu koşullarda bunu nasıl sağlayacaksınız? Çalışmalarını ekolojiyle ilişkilendiren bir Kürt sanatçıyı nereye oturtacaksınız? Tarihinizin taşındığını neden gözyaşları dökerek anlatıyorsunuz, üstelik o taşımada duygu olarak da yer edinenlere! Eskiden buralarda akan bir su vardı, bu mu söyleyecek son sözünüz? Hâlâ seremonyal, hâlâ davetkâr, hâlâ ezik, al götür gezdir göster.
‘BİZİ DİNLEYECEK BİR SİYASETE ÇOK UZAĞIZ’
Güncele dönersek, Kürt politikasının dört parçadaki ahvalini nasıl görüyor ve yorumluyorsunuz?
İdeolojinin iğne deliğinden bakmayan (mümkünse) aklı başında her Kürt gibi. Açarsak; halklarcı, enternasyonalist, popülist, yani Kürtlere hiçbir hayrı dokunmamış ve dokunmayan ve artık çağcıl da olmayan, dönüşmeyen ve dönüştürmeyen bir siyaset modelinin çağımıza ve ihtiyaçlarımıza yanıt olmadığını, olmayacağını gördük. Bize ihtiyaçlarımızın neler olduğunu zorla kabul ettirmeyecek, bizleri dinleyecek ve ciddiye alacak siyasete hâlâ çok uzağız. Bir parçada meşru ve hak sahibi iken, diğerinde varlığın bile tartışma konusu olabiliyor, bu yüzden çok zor. Ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor ve evrilen sosyolojiyi de bu yeni durumlar üzerinden sil baştan okumak gerekiyor. Kürtlerin birleşme saplantısından çıkıp, pratikte daha önemli adımlar atmasının zamanı gelmedi mi? Keza birleşmecilik, var olan sorunların mucizevi çözümü değil, daha çok yenilgi psikolojisinin yarattığı, pragmatist bir dil.
Üreten, yazan-çizen bir sanatçı olarak, Kürt toplumun nasıl ve hangi mücadele ile adil yaşam hakkına kavuşacağını düşünüyorsunuz?
Geliştirilen dilin Kürtleri ciddiye almadığını düşünüyorum, başka her şeyi tabulaştıran, süblime eden, ancak Kürtleri savuşturan bir dil… Hâlâ adil olmasını beklemek gibi fazla iyimser bir noktaya çekmeyi başaranlar da oluyor, olsun, çeksinler, ben orada değilim. Üretimin de nasıl geliştiği ortadayken üstelik… Buna değer verildiğine de tanık olmadım.
Kimleri okuyor, dinliyor, takip ediyorsunuz?
Yakın bir zamanda yeni öykü dosyamı okudum, Avesta Yayınları’ndan çıkacak. Engin Sustam’ın Kırılgan Sapmaları’nı, ileride üzerine yazabilirim şüphe ve endişesiyle, uzun uzun notlar alarak, okudum. Yanı sıra Xwebûn yazılarım devam etmekte, sıcaklar endişe vermeye başlayınca biraz geri çekildim ama sürecek tabii ki.
Yeni projelerinizde neler göreceğiz?
Paris’te KARGEH’i kurduk 2019’da, Engin Sustam, Bilal Ata Aktaş’la birlikte. Kuramsal çerçevesini Sustam’ın oluşturduğu, uzun soluklu bir sergi projesi var şimdi önümüzde. Ali Kemal Çınar’la ciddi ciddi bir şeyler yapmak istiyorum. Kendisini de, filmlerini çok seviyorum, belki mikrofon tutabilirim, bilmiyorum, bunun gibi şeyler. Kawa Nemir için yeni kapaklar yapmak, Selîm Temo’yu gönülsüzce uğurlamak, bu şehirde daha da yalnızlaşmak… Bacağıma kavuştuğuma göre, birlikte hareket edeceğiz artık. Yeni projelerimde sana teşekkür etmek de var.